Kur’an’daki üslubu anlama
Üslupları anlamak, bizim Kur’an’ı anlamamızı kolaylaştıracaktır. Kur’an’ın üslubunu anlamak için, Kur’an’da verilen misallere dikkat etmek gerekir. O misali temsil edenin karakterine uygun bir üslup geliştirilir. Hz. Süleyman’dan bahsediliyorsa hakimiyetin, saltanatın, yönetici pozisyonunda olmanın tavrı görülür. Hz. Musa’dan bahsediliyorsa, Allah’ın emanetini alıp insanlara ulaştırmanın azameti, heybeti, O’na güvenin sadakati görülür. Hz. İsa’dan bahsediyorsa, dini, emir ve yasaklara boğmuş Yahudi geleneği içinde Rabbi tanıma yönü ihmal edilmiş bir inancın ve Yaratıcıya ibadet edildiği iddia edilen bir takım kuralların, aslında uyguladıkları dinin özünün kaybolduğunu hatırlamak için “yalvaran” bir konuşma dinlenir. Hz. Muhammed a.s.v.’dan bahsedildiği zaman, Kur’an’da öyle bir kişilik temsil edilir ki o ifadelerin içerisinde düşmanını ateşten korumak için çırpınan bir insanı görürüz. Kur’an’da anlatılan, kendisine işkence edilen, zulmedilen, hakaret edilen Peygambere karşı, Halıkın, onlar için daha fazla üzülmemesi için uyarılarda bulunan konuşmaların arkasında Hz. Muhammed a.s.v.’ın tasviri yapılır. Peygamber a.s.v.’ın pozisyonuna göre bir ifade tarzı bulunur ve o ifadenin üslubundan da onun karakter özellikleri tespit edilir.
Ayette hangi misal mevzu edilmişse, semavat ise azametinden, arz ise insan için beşik gibi hazırlanışından, Hz. Süleyman ise saltanatının heybetinden, Hz. Musa ise emaneti teslim almanın verdiği azametten bahsedilir. İnsanlara din adına yaptıkları hareketlerin anlamlarının farkına varmaksızın yapılmasına karşı duyduğu üzüntüsünü ifade eden Hz. İsa’nın “Bu yaptıklarınızın gerisinde Rabbiniz var. O’nunla olan ilişkinizi tesis edin” yalvarışı vardır. Düşmanlarını imana davet ederek, onları ebedi hayatını kurtarmak için kendini feda eden Muhammed a.s.v.’ın karakteri ve bütün peygamberlere salat ve selam anlamında aleyhimmüssalau vesselam’dan bahsederken de onların kişiliklerinin izleri, nişanları vardır. Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. Muhammed a.s.v. vasıtasıyla bizde olan azamet duygusunu, heybet duygusunu, merhamet duygusunu, hakikati bulma duygusunu tahrik ederek o duyguların nasıl ortaya çıkması gerektiğine dair ipuçları veren bir üslup ile Kur’an bize konuşur.
Kur’an’da peygamber masalları anlatılmaz, insan kişilikleri anlatılır. Nakledilen menkıbelerde konuşturulanların karakterleri ayet ifadelerinde yansıtılır. Okuyucudan, bu nakillerin kendisindeki insani özelliklerle örtüştüğünü görmesi beklenir. Kıssaları, Binbir Gece masalları gibi dinleyip nasihat çıkarmak çok sığ ve basit bir anlayıştır. Fakat maalesef Kur’an yıllarca böyle bir muameleye maruz kaldı. Said Nursi buna bir saykal vurmak istiyor, yani bu tür sığ davranışların oluşturduğu küfleri zımparalayıp altındaki parlak hakikatleri çıkarmak için Muhakemat adlı eseri yazdığını söyler. Muhakemat kitabının asıl adı Saykal-ül İslamiyet’tir. Kitabın başında, “mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi”ni yazdığını belirterek bu hastalıklardan kurtulmanın reçetesini yazar, İslamiyeti cilalamanın yollarını gösterir.
“Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden, mahiyetini nefhasından (üfürmesinden) tevehhüm; ve mizaç ve san’atını kelâmıyla mümteziç tahayyül etsen, Hayâliyyun mezhebinde muâteb olmuyorsun. Eğer tereddütle senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bürde’den olan ‘Haramla dolmuş olan gözlerinden gözyaşı akıt ve pişmanlık perhizine sarıl’ olan bîmarhaneye git gör.”
Nefsini nefesinden ve sesinden yani onun çıkarttığı sesten (üflemesinden), ifadelerden üfleyenin mahiyetini anlarsın. İnsanın hakikati, kainatın ve insanın konuşmacısı olan Allah’ın kendisini tanıtmasından ibarettir. O’nun nefesidir, O’nun nefhasıdır, O’nun üflemesidir. Kainat bir nefestir, bir üflemedir. Ben nefesim, üflemeyim. Benim içimde üfleyeni tanıma imkanları, işaretleri, nişanları var. Bunlara dikkat ederek üfleyeni tanımam lazım, nefesi üfleyeni tanımam lazım. Kelimelere anlam kazandırma, cümlelere anlam verme, varlıklara anlam verme, olayları anlamlandırma faaliyetinin esası, o varlığa varlık veren, o cümleyi söyleyenin kendisini bize tanıtmasından ibarettir. Bunu anladığımızda insanlığın tarihi değişecek, insanlığın gidişatı değişecek, medeniyetin tarihi kılıfı değişecektir. Çünkü içi değişecek, iç değişince, mana değişince elbise de değişecektir. Mana değişmeden elbise değişmez. Yalnız elbiseyi değiştirerek manayı değiştiremeyiz. Bir insana kral elbisesi giydirerek kral yapamayız. Kur’an’ın kelimelerini papağan gibi tekrar ederek manasına mazhar olamayız. Bulutları, ağaçları, dağları görmekle iş yaptığımızı zannetmeyelim, bunların arkasındaki manayı sorgulamamız gerekir. O mana, kainatı yaratanın bize kendisini tanıtması olduğunu algılamalıyız.
Kelâm-ı beliğ nasıl anlaşılır?
“Mizaç ve san’atını kelâmıyla mümteziç tahayyül etsen, Hayâliyyun mezhebinde muâteb olmuyorsun.”
Bir kişinin mizacını, sanatını, kabiliyetlerini kullandığı kelamına bakarak anlamaya çalışırsak, sanki sözü ile karakterinin kaynaştığını tahayyül ettiğimizde, hayallerle uğraşıyoruz diye eleştirilmiyoruz, azarlanmıyoruz. Boş hayallerle uğraşmıyoruz, doğru olanı yapıyoruz demektir.
“‘Haramla dolmuş olan gözlerinden gözyaşı akıt ve pişmanlık perhizine sarıl’ olan bîmarhaneye git gör.”
Haramla dolmuş olan gözlerinden gözyaşı akıt ve pişmanlık perhizine sarıl ta ki o haram senden çıksın, gitsin. Hasta olup hastaneye gittiğimizde doktor bizimle mesleği dahilinde konuşacaktır ve o konuşmasından biz de o adamın doktor olduğunu anlarız. Doktorun verdiği temsil yine doktorluk üzerinden olur, üslubu doktorluk mesleğini gösterir. Doktor “Haramla dolmuş gözlerinden o haramı istiğfar göz yaşlarıyla dökeceksin, pişmanlık perhizine sarılacaksın” şeklindeki önerileriyle reçetesini yazar. Reçetesinde ilaç olarak, göz yaşı dökmesi ve pişmanlık perhizine girmesi gerektiğini söyler.
“Nasıl Hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar! Eğer iştihanın açılmasıyla üslûp denilen hakikatin şişesindeki zülâl-i mânâ nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizaç etmesini seyretmek ve o zülâli içmeye iştahın varsa, meyhaneye git ve de: “Ey meyhaneci, kelâm-ı belîg nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:”
Harama, şirke giden meyilleri öldür, sonra perhiz yap. Yani bir daha o işlerle meşgul olmayacağına, o yönde düşünmeyeceğine, o yönde düşüncenin yanlış olduğunu anlayıp tekrar o yola girmeyeceğine söz verdiğinde doktor Hakîm-i Busayrî reçete yazar. Bizim toplumumuzda meyhane deyince şarap içilen kötü yer akla gelir. Bu metinde, meyhaneyi mutlaka haram içeceklerin satıldığı yer olarak değil de helal içeceklerin satıldığı bir yer olarak düşünerek de anlayabiliriz. Meyhaneciye “Beliğ kelam nedir?” sorusu sorulur. Elbette meyhaneci kendi mesleği dahilinde teşbihlerle konuşacaktır.
İstiare-i temsiliyede olduğu gibi konuşan kendi mesleği dahilinde benzetmeler yapacaktır ve benzetileni geniş geniş tasvir edecektir, benzetilen hakkında verilen bilgilerden biz benzeyen hakkında bir sonuca ulaşırız. Burada üslup o kişinin mesleğini ele verir. Kur’an’dan verdiğimiz örneklerde Hz. Süleyman’ın konuşmasında bir heybet, Hz. Musa’nın konuşmasında bir kızgınlık vardı. Hz. Musa, firavunun sarayına gidip meydan okuyordu. Zaten yanlışlıkla bir adam öldürdüğü için aranıyor, yani kaçak durumdaydı. Saray, bulunduğu yerde öldürün, kararını vermişti. Fakat Allah “Saraya firavunun yanına git” dedi. Oraya gitmek yürek ister çünkü Mısır’da saraya gitmek için önce surlardan geçilecek, daha sonra saraya gerilecekti. O sıralarda Hz. Musa’yı tanımayan yoktu çünkü firavunun sarayında büyümüş bir prensti. Bütün bu tehlikeleri göze alıp firavunla konuşabilmesi için Hz. Musa yüreklendirildi.
Kardeşi Harun’un sakalından tutup “Ey Harun! Niye bu milleti uyandırmadın” derken, ne kadar kendini beğenmiş, kendinden başka kimseye değer vermeyen kişi olarak anlarız. Halbuki orada bir karakter temsili yapılır ve Hz. Musa’nın pozisyonu anlatılır.
“Kelâm-ı beliğ, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehim denilen süzgeçle süzülen âb-ı hayat gibi bir mânâyı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrarda temeşşî etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.”
Beliğ kelamı sorduğumuz meyhaneci bize mesleği dahilinde konuyu anlatacaktır. Kelâm-ı beliği, ilim çömleklerinde pişirilir, hikmet denilen büyük küplerde bekletilir. Şaraplar çömleklerde yapılır, oralarda saklanır. Bu örnekte ilmi çömleğe, hikmeti küplere benzetir. Fehmi, anlamayı, kavrama özelliği de süzgeçlere benzetirken manayı da hayat suyuna benzetir. Bu hayat suyunu (mana suyunu) içtiğimizde, yani cümlenin manasını anladığımızda canlanırız. Meselenin inceliklerini kavrama kabiliyetinde olan zarif kimseler de sakiler gibi, suyu insanlara sunan kişiler gibi, fikirlerini, kelamın içerdiği sırlarda gezinerek anlayışlarını geliştirirler. Duyguları harekete geçirme özelliklerine sahip olan söze beliğ kelam denir.
Bu örnekteki meyhaneci, beliğ olan kelamı, kendisinin kullandığı çömlek, küp, süzgeç, saki kelimelerini kullanarak anlatır. Şarap, çömleklere doldurulur, küplerde yıllarca saklanır, süzgeçlerden geçirilir sonra sakiler o süzüleni, ab-ı hayatı sunarlar. İçenler de sırlarda yürümeye başlarlar, duyguları haz duyar. Böylece meyhaneci, beliğ kelamın belâgatının özelliğini kendi bildiği alemin nesneleriyle anlattı yani benzetilenleri ortaya koydu, benzeyeni anlattı. Eğer bir kelam böyle bir aşamadan geçiyorsa o kelama beliğ kelam denir. Beliğ kelamı kullanan insan da kendi mesleğine göre konuşur.
Not. Fatma Özten tarafından hazırlanmıştır.