İşarat-ul İcaz’da Bakara 2:4’ün وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ kısmının tefsiri hakkında yapılan şu derste Kur’an ile kainatın ve risaletin beraber düşünülmesi gereğine dair vurgular yapılmış. Bu vurgular gayet yerinde olmakla beraber, derste gündeme gelmeyen ilave bazı noktaların dile getirilmesi gerektiğine karar verdim. Derste çalışılan parçada ayetin neden “sana indirilen Kur’an’a inanırlar” demeyip, onun yerine “sana indirilene ve senden öncekilere indirilenlere iman ederler” dediği hakkında. Bu soruya verilen cevabın bir maddesi şöyle:

Şadi Eren tercümesi (sayfa 66): “İsim olarak bir zamanda sübûta delâlet eden “mü’minûn” denilmeyip fiil olarak يُؤْمِنُونَ ‘iman ederler’ denilmesi, imanın ardarda inen ayetlerle yenilenmesine ve devamlı olarak zuhurunun tekerrürüne bir telvihtir.”
Yukarıdaki çevirinin virgülden sonrasının şu şekildeki tercümesi bence daha uygun:
“[Kur’an’ın] nuzulünün tevatürü ve zuhurunun devamlı tekerrürü ile imanın yenilenmesine bir telvihtir.”
Buradaki sıkıntı, tevatür ile nuzul kavramlarını bağdaştırmada, çünkü tevatür deyince akla hadisler geliyor. Kur’an için ise nuzul etti, inzal edildi yani indirildi demeye alışkınız. O halde nuzulün tevatürü ne demek olabilir?
Ayette geçen evvel kelimesini de dikkate alarak, evvelki nuzullerin yani daha önce indirilmiş kitapların Kur’an’ı tevatür ile tasdik ettikleri söylenebilir. Bu durumda, önceki kitaplar Evvel isminin altında, Kur’an’ın Kerim boyutu da Ahir isminin altında yerini alır.
Kur’an’ın zuhurunun tekerrürü ise biraz daha kapalı bir ifade, zira bize göre Kur’an rasulullah’a (asm) inerek zahir oldu ve tekrar tekrar zuhur etmiyor. Halbuki bizim zahir dediğimiz kitap mushaf, Kur’an değil. Mushafın nuzulü yedinci yüzyılda başladı ve bitti; Kur’an’ın nuzulü ise Kur’an’ı Kebir olan kainatın yeni satırları ve sayfaları ile devam ediyor. Her gün yeni satırlar ve sayfalar zuhur ederek vahyin yeni manalarını nazarımıza sunuyorlar. Bu durumda, Kur’an’ın Kebir boyutunun önceki sayfaları Evvel isminin altında, bugünkü sayfası da Ahir isminin altında yerini alır.
Bunları aşağıdaki tablo ile özetleyebiliriz:
Evvel | Ahir | |
Nuzul | Önceki peygamberlere indirilmiş kitaplar | Muhammed’e (asm) inen Kur’an’ı Kerim |
Zuhur | Benden öncekilere ve geçmişteki bana inmiş Kur’an’ı Kebir satırları | Bana şu anda inen Kur’an’ı Kebir satırı |
İşarat-ul İcaz’da yukarıda verdiğim cümlenin takip eden bir sonraki maddesi şu:

Şadi Eren tercümesi: “بِمَا Bu edattaki mübhemlik, mücmel bir imanın kâfi gelebileceğine ve imanın zahir ve batın vahye, yani hadise şümulüne bir imadır.”
Buradaki enteresan husus, vahyin zahir ve batın diye ayrılıp, batın vahyin hadis şeklinde tanımlanması. İman zahir ve batın vahyi kapsar diyerek, vahyin teorik öğretisine rasulun pratik uygulaması olmadan erişilemeyeceği, zahirdeki mushafın anlamını deşifre etmek için rasulullahın (asm) öğretisinin ve metodolojisinin öğrenilmesi ve kullanılması gereği ifade edilmiş. Değilse, portakal meyvesinin zahirinde kalıp kabuğunu yiyen kimsenin yüzünü buruşturarak onu kenara atması gibi, bir miktar sorgulayan kimsenin mushafı anlaşılmaz ve çelişkilerle dolu bulması gayet kolay.
Benzer şekilde, Kur’an’ı Kebir dediğimiz bu alemimizin de sathında ve zahirinde kalabiliriz—eğer ki risaletin getirdiği batıni yani ilk etapta okuyamadığımız manasından haberimiz olmaz ise. Böyle bir durumda aynen Onuncu Söz’deki şu haşiyedeki1 temsilde çok veciz bir surette anlatıldığı gibi, bizi cezbeden ve fakat elde edemediğimiz güzelliklere çirkin, tadına doyamadığımız ve sürekli elemimizi artıran fani lezzetlere de ekşi der, onlara varlık vereni açıktan veya gizliden itham ederiz. Velhasıl, Kur’an’ın Kebir boyutunun zahirinin şehadet alemi, batınının da hem onun gayb boyutu ve hem de risaletin terbiyesinden geçmiş harfi manası olduğu söylenebilir.
Bunları aşağıdaki tablo ile özetleyebiliriz:
Zahir | Batın | |
Kur’an’ı Kerim | Mushaf | Hadis |
Kur’an’ı Kebir | Alem-i şehadet | Alem-i şehadetin gayb boyutu ve manayı harfi yorumu |
- “Evet, durub-u emsaldendir ki, bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, ‘Tuh, ne kadar çirkindir!’ der, o güzelin güzelliğini nefyeder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer, üzümleri yemek ister. Koparmaya eli yetişmez, asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, kendi lisanıyla ‘Ekşidir’ der, gümler gider.” ↩︎