وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِۙ
113.4: “Ve düğümlere üfleyenlerin şerrinden.”
İnsan, varlığının kâinatın Sahibine yani Yaratıcıya ait olduğunu idrak edip O’na teslim olduğunda bütün sıkıntılarından kurtulur. Çünkü kâinatın Sahibinin Mutlak özelliklere sahip olduğunu anlamış ve sonsuz mutluluk isteyen duygularının tüm beklentilerini ancak sınırsız özelliklere sahip olan bir Yaratıcı karşılar. Böyle bir teslimiyetle ulaşacağı emniyet hissini dünyada başka hiçbir varlık veremez. Yaratıcıya teslim olan insan depresyon, ümitsizlik, isyan ve çeşitli bunalımlardan güvende olur. Kâinatta başka hiçbir güç bu güveni sağlayamaz. Yaratıcısına güvenen insan, kendisindeki sonsuzluk hissini var eden Yaratıcının o hissin karşılığını var ettiğini anlar. Bu anlayışla sürekli Yaratıcısıyla irtibat halinde olmaya çalışır. Yaratılışındaki özellikler ile beklentilerini kâinatın Sahibine yönlendirerek O’nun sonsuz kudretiyle her şeyi var ettiğini idrak eder. Varlığını kâinatın Sahibine emanet etmekle emniyete ulaşır. Aklen ve kalben, kendisini ihtiyaçlarıyla birlikte Yaratanın bu ihtiyaçları karşıladığını anlar. Yaratan, sonsuz kudret sahibi olduğu için sonsuz mutluluk ihtiyacını karşılar. Bu şekilde Yaratıcısını tanıyan insan, kendini güvende hisseder.
İnsan, sevmediği şeylerin yaratılışını doğru anlamak için Yaratıcısını tanımalıdır. Eğer doğru tanımlama yapmazsa sevmediği şeylerin sanki kendisine kötülük yapmak için var edildiğini zannedebilir. Örneğin, ölüm hiç sevilmeyen bir şeydir. Her insan ölümden kaçınır ve kendini korumaya çalışır. Peki, ölüm gerçekten kötü müdür? Her gün yaşlanıyoruz ve bir süre sonra hayattaki şeylere katlanamaz olacağız. Ömrümüz boyunca sonsuz bir hayata hazırlanıyoruz. Yaratılış biçimi bize, bebekliğimizden itibaren ihtiyacımız olan şeylerin var edildiğini gösteriyor. Hayatı anlamlandırmak ve diğer insanlarla ve varlıklarla barış halinde bir kardeşlik ilişkisi kurmak için rehberliğe ihtiyacımız var. Ölümü eğer varlığımızın sonu olarak düşünürsek bize kötü görünür. Oysa ölüm, başka bir var oluş biçimine geçiş olmalıdır. İnsan için anne rahmindeki var oluş biçimi sona erdiğinde yani oradaki varlığı öldüğünde dünyadaki var oluş biçimi başlar. Benzer biçimde bu dünyadaki varoluş biçimi ölümle sona erdiğinde ruhlar alemindeki başka bir varoluş biçimi başlar. Kâinat, insanın anne rahmindeki var oluşuna benzer biçimde geçici bir varoluş mekânıdır.
İnsanın sonsuz ihtiyaçları açısından, bu dünya anne rahmi gibi karanlık ve sınırlıdır. Ebediyet isteyen insani taraf bu dünyada boğulmuş gibi hisseder. Çünkü duygular sonsuzluğa doğru gitmek ister fakat bu dünyada sonsuzluk olmadığı için insan burada kendini boğulmuş hisseder. Kısıtlanmayı sevmeyecek şekilde yaratılan insani duyguların karşılığı olarak hiçbir kısıtlama olmaması gereken başka bir dünyaya doğmak istediği için insan, ölümü her şeyin sonu olarak tanımlayamaz; tanımlarsa kendi gerçekliğiyle çelişir. Bununla birlikte ölüm, insanın gerçekliğini ona öğreten en etkili öğretmenidir. Örneğin, aç bir insan acıkınca bir yemek bulup yer ve bu açlık duygusundan geçici olarak kurtulur. Benzer şekilde yakınlık, dostluk ve ilgi ihtiyacını ailesiyle giderir. Fakat anne veya babasından biri öldüğünde, önemli bir kayıp yaşadığı için üzülür. Bu duygu, acıktığında yaşadığı geçici bir huzursuzluk gibi değildir. Ölüm insana net biçimde kendisinin de bir gün öleceğini, buradan gideceğini öğretir. Hayatının kendi elinde olmadığını fark ettirir. Açlık, insana sağlığının ve hayatının kendisine ait olmadığını öğretir. Böylece insan, kimin kendisiyle ilgilendiğini merak eder. Gerçekliğini fark eden insan, varlığının tamamen Yaratıcıya ait olduğunu anlar. Açlık olmasa, tok olmanın hiçbir anlamı olmazdı. İnsan nasıl doyurulduğunu fark etmez, gıdaların önemini kavrayamazdı. Ayrıca kendi kendine yetebildiğini zannederek gerçekliğini sorgulamazdı. Yemek yiyerek açlığını gideren insan, bir şeylere bağlı olduğunu kısmen fark edebilir ama kendi gerçekliğinin büyük resmini göremeyebilir. Gerçekliğini tamamen fark ettiğinde ise sadece kendisi değil, bütün bir kâinatın var edilmeye muhtaç olduğunu ve bu var edilişin Varlık Kaynağının Tek ve Mutlak olması gerektiğini anlayabilir.
İnsanın başına kötü bir şey geldiğinde bu olayın yaratılmasını kötüye yormamalıdır. Kendi sorumluluğunda olan tedbirleri alması gerekir. Fakat bize sevimsiz gelen bir olay bizim ve bazen de başka insanların terbiye edilmesine vesile olur. Yaratıcı hikmetle yaratır, insanın kötü dediği olaylara çoğunlukla kendi dikkatsizliği sebep olur. Örneğin temizliğine dikkat etmeden yediği bir gıda insanı zehirleyebilir. Yaratıcının kuralı herkes için geçerlidir. Kim olursa olsun, temiz ve sağlıklı olan bir şey yemezse hastalanır. Hasta biçimde yaratılan bir insan hem kendisine ve hem de diğerlerine temiz ve sağlıklı beslenmek gerektiğini öğretir. Bu noktada insan kendini musibete uğramış gibi görmek yerine doğru olanı yapmayı öğrenmelidir. Yaşadıklarından yola çıkarak yaratılmışlığını fark etmeli ve Yaratıcısını tanımaya çalışmalıdır. Yaşadığı zorluk ve sıkıntılara sabretmenin bedeli olarak ebedi mutluluk ve huzurun verileceğinin delillerini aramalıdır. Eğer ölüm her şeyin sonuysa ve insan Yaratıcının elinde bir köleyse o zaman bu Yaratıcının mutlak adalet ve merhametine ters olur. Yaratıcı mutlak adalet ve merhameti gereği insanı sorumlu olmadığı veya kaldıramayacağı sıkıntıların içinde bırakmaz. Ebedi şefkat ve merhametiyle insanı terbiye eder ve temizlenmesi için vesileler yaratır.
Başka insanların terbiye olmasına vesile olacak kusurlarla yaratılmış bir insan halinden şikâyet etmeyip şükrederse Yaratıcısı ona mahrum olduğu her şeyin ebedi olanını verir. Örneğin doğuştan engelli insanların bu halde var edilmesi Yaratıcının iradesiyledir. Öyleyse, bu insanlar Yaratıcı tarafından engel veya kusurları ebediyen tazmin edilmek üzere seçilmişlerdir. Eğer engelli olmak insanın kendi seçiminin sonucu ise o zaman sorumluluk ondadır. İnsan hem fiziksel hem de ruhsal sağlığına dikkat etmelidir. Yaratıcısının emaneti olduğunu fark etmeli ve sağlığını korumaya çalışmalıdır. İnsan, kendisine varlığını veren olarak Yaratıcısının seçiminden memnun olmalı ve O’nun ne yaptığını bildiğinden emin olmalıdır. Yaratıcı mutlak hikmet sahibidir ve hiçbir şeyi amaçsızca yapmadığını şu kâinatta yaratılanların şahitliğinden anlıyoruz. Her şey bir maksada hizmet etmek üzere yaratılıyor; anlamsız ve hikmetsiz bir yaratık görmüyoruz. Bizim sebep olmadığımız ve doğrudan Onun tercihi ile yaratılan her şeyde bize düşen görev, her ne yaratılırsa onda Yaratıcının hikmetini ve Rahmetini anlamaya çalışmaktır.
İnsan, varlığını başka varlıklarla mukayese ettiğinde bazen memnuniyetsizlik duyabilir. Birinde olan bir özelliğin kendisinde de olmasını ister. Neden bu özellikten mahrum yaratıldığını sorgular ve Yaratıcısına karşı memnuniyetsizliğini ileri sürer. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, kendini eksik veya kusurlu görme hatasının hep başkalarıyla yapılan mukayeselerin sonucunda ortaya çıkmasıdır. Yapılan bu mukayeseler haklı bir nedene dayanmayabilir. Asıl olan hiç mukayese yapmamaktır ve kendi varlığını olduğu gibi kabul etmektir. Oysa, bu dünyada karşılaştırma yapmak kaçınılmazdır. Karşılaştırmalar yaparız, fakat karşılaştırmalar sonucunda Yaratıcı hakkında hüküm vermek veya varlığından şikâyet etmek doğru değildir. Örneğin, bir kişi kendini bir köpekle karşılaştırarak köpeğe verilen kadar keskin bir koku alma gücünün kendisine verilmediğinden şikâyet edebilir. Bu durumda o kişi, varlığından ve dolayısıyla kendisini Var Edenden memnun olmaz ve hayatı boyunca mükemmel olmadığını hissederek yaşar. Böylelikle varlığından lezzet almadan mutsuzluk içinde kıvranıp durur. Bu lezzetsiz hali ona Yaratıcısının yanlış bir kıyaslama yaptığını anlaması için verilmektedir. Bu tür mukayeseler yapmak anlamsızdır. Her varlık kendi varlığıyla mükemmel biçimde yaratılmıştır. Köpek, köpek olarak mükemmeldir. İnsan da insan olarak mükemmeldir.
Yapılan karşılaştırmanın arkasında mantıklı bir neden veya sağlam bir temel yoksa ondan kaçınmak gerekir. Aksi halde var olmanın mükemmelliğine gölge düşer. Öte yandan, var olmak sadece bu dünyadaki hayattan ibaretse bu durum böyle mukayeseler yapmaya haklı bir neden olabilir. Çünkü insan, zaten bir defa yaşayıp sonra da tamamen yok olacaksa neden benim istediğim olmuyor diye sorabilir. Fakat insandaki ebediyet arzusu ve bu dünya hayatının bu arzuyu doyurmaması, hayatın sadece bu dünyadaki biçimiyle sınırlı olmadığını gösterir. İnsana sorulmadan, çeşitli aşamalarda farklı varlık biçimleri veriliyor. Demek ki, var olan her şey insanın kendinden değildir. İnsan hiçbir şeye varlık veremez. Kendisine verilmiş olan veya zaten yaratılmış olanı kullanır. İnsanın görevi karşılıksız verilene teşekkür etmektir. Ayrıca, karşılaştırma yapmak haklı bir davranışsa başka varlıklar arasında da mukayeseler yapılabilir. Örneğin, kurbağa neden beni bir tavus kuşu kadar güzel yaratmadın diye şikâyet ediyor mu? Görüldüğü kadarıyla her varlık varlığından memnun biçimde yaşıyor. Kurbağa, tavus kuşu kadar güzel olmasa da yürüyebilir, zıplayabilir ve yüzebilir. Her şey mükemmel bir şekilde ayarlanmıştır. Kurbağa diğer hayvanlara bakarak neden böyle yaratıldım diye şikâyet etmez. İnsan, aciz yani var edilmek zorunda olduğunu fark edip varlığının tamamen Yaratıcısına ait olduğunu idrak ettiğinde bu tür karşılaştırmalar yapmaktan ve şikâyet etmekten kurtularak verilene teşekkür edip mutluluğa ulaşır. Varlığının hakikatini kavrayamamış insanların bu şikâyet ve mutsuzluğundan faydalanan modern hayat anlayışı, sürekli tüketim ve eğlenceyle onları oyalayıp sahte mutluluklar vaat etmektedir. İnsan dikkat etmelidir ki, kâinatta herhangi bir şeye varlığını adarsa o zaman onun kölesi olur.

Modern yaşama biçimlerini belirleyenler, insanın zaaflarından özellikle faydalanmak için çeşitli yöntemler kullanırlar. Bunun en belirgini sürekli tüketime özendiren reklamlarda görülür. İnsanlar öncelikle bir şeye ihtiyaçları olduğuna ikna edilir ve sonra da bu ihtiyacı karşılayacak en iyi ürünün kendilerinde olduğu mesajı verilir. Örneğin, herkesin suya ihtiyacı vardır. Reklamı yapılan su markasında suyun kaynaktan geldiği, şişelerin oradan doldurulduğu ve suyun eve kadar getirildiği belirtilir. Böylece satış yapmanın yolları açılır. Şirketler insanların zayıf noktalarından faydalanırlar. Fakat insanlar ihtiyaç duydukları şeyleri kendileri belirlemede kararlı olurlarsa bu şekilde kullanılmaktan korunabilirler. Bu noktada bilinçli olabilmek için insanın Yaratıcısını tanıması ve zayıflığını O’na itiraf etmesi gerekir. Böylelikle varlığına mana bulmakla ödüllendirilir. Eğer insan varlığını diğer insanlara veya kurumlara teslim ederse kendini sömürülmeye ve kullanılmaya uygun hale getirmiş olur. Mesela insan, dünyanın ihtiyaçlarının tedarikçisi olduğunu düşünürse bu hataya düşer. Çünkü dünya farkında olmasa da insan ona minnettar ve itaatkâr olmak zorunda hisseder. Böylece kendini dünyaya köle eder. Tabiat ana benim ihtiyacımı karşılıyor der. Ancak insan öldüğünde tabiat ana, ona hiçbir şey yapamayacağını bilir fakat yine de tatmini ondan bekler. Böylece kendisiyle çelişkili bir hayat sürmekten kurtulamaz. Bu da Yaratıcısından merhametli bir davettir; vazgeç bu hatadan ihtarı yapılır. Güçlü bir kişiliğe sahip olmak gerekiyor. Bunun için de insanın kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi şarttır. Varlığının neye bağlı olduğunu düşünmelidir. Varlık Kaynağını aramalıdır.
Modern zamanlarda insanı en çok kullanan güç medyadır. Özellikle sosyal medya platformları bunun için tasarlanmıştır. İnsan sosyal medya araçlarını kullandığında zihni, buradaki mesajlarla şekillendirilir. Neyi sevip neyi sevmediği başkaları tarafından belirlenir. Hatta daha sonraki tercihleri ve adımları bile buradaki algoritmalar tarafından belirlenir. Böylelikle kullanıcı, tamamen bir medya kuklası haline gelir. Kendinin ne olduğunu düşünecek zamanı olmaz ve ömrü tükenir, anlamsızlıklar içerisinde ölüp gider. Medya genellikle kötü haber verir. Feci bir kaza olursa bunu hemen haber yaparlar. Bu haberler insana kesinlikle Yaratıcısından başka kurumlar ve şirketler tarafından korunmaya ihtiyacı varmış gibi gerçekte olmayan bir korku hissini yaşatmak için verilir. Böylece insan devletten, sigortadan, polisten koruma bekler hale gelir. Bütün sanal korkular ve dehşet veren hisler insanlara korunmaya ihtiyaçları olduğu mesajını verir. Nihayetinde insanlar kendilerini sigortalatarak korumaya ikna olurlar. Sigorta şirketleri bu işleri yapmak için adeta pusuya yatıp bekler. Aslında sigortalar kendileri hiçbir şey ödemezler. Kişilerin ödediklerini en az miktarda kişilere geri vermek suretiyle kendilerine büyük miktarı alırlar. Medyanın bu ikna hareketleri neticesinde sigorta şirketleri milyarlar kazanıyor. Herhangi bir kaza veya korunma talebi karşılığında ise kazandıklarından çok az bir miktar harcıyorlar. Başka bir deyişle, insanın güvenliğinin maliyeti bundan elde ettiğinden çok daha fazladır. Bu açıkça bir sömürüdür. Halbuki insan hiçbir komplekse kapılmamalı ve gerçekliğini olduğu gibi kabul etmelidir. İnsana kendi gerçekliğini unutturan buna benzer bütün manevralar insanın güvenlik arama duygusunu Yaratıcısına değil de kendilerine bağlamak için attıkları düğümler gibidir. İnsan Yaratıcısına sığınarak bu tuzaklardan kurtulmaya çalışmalıdır. Bu bilinçte olan insanın üzerine kimse düğümler atamaz. Dışarıdaki hiçbir şey, medya, reklam gibi unsurlar onu etkileyemez. Çünkü yaratıldığı gibi doğru olmayı kabul etmiş ve sadece Yaratıcısına tevekkül ederek korkulardan uzaklaşmıştır.
Modern kurumlar genellikle insanların yeme, içme, barınma, sevgi ve ilgi görme ihtiyacı gibi zayıf noktalarını kullanarak olası her kötü senaryoyu ortaya atar ve ürettiği çözüm yolları üzerinden onları sömürür. İnsanlar devlet denen bir güç olmadan da pekâlâ kendilerini yönetebilirler. Yönetim ile devlet farklı kavramlardır. Yönetim, insanlar üzerinde otorite kurmak demek değildir. Devlet, halk üzerinde egemenlik kuran siyasi bir yapıdır ve devamlılığını sağlamak için güç kullanır. Oysa yönetim veya hükümet, halka hizmet etmek içindir, halk üzerinde egemenlik iddiası taşımaz. İslami yönetim anlayışında devlet diye tüzel bir güç yoktur. Devlet, insanların uydurduğu bir kavramdır. Hükümet, toplumsal düzeyde insanların ihtiyaçlarını karşılar. Örneğin, muhtaç olanları korur. Devlet ise yapay sınırlar koyar, kendi gücü için çıkar sağlamak amacıyla diğer insanları kullanır. Örneğin, başka bir yeri ele geçirmek ve diğer insanları kontrol etmek ve onları sömürmek için savaş ilan eder. Yine İslami yönetim sisteminde, insanlar hiçbir kısıtlama olmaksızın ülkeye girip çıkmakta özgürdür. Kur’an Müslümanlara, bir müşrik size sığınmak isterse ona koruma sağlayın der (Tevbe, 6) sen bu devletin vatandaşı değilsin diye sınır dışı edemez. İnsana yalnızca insan olduğu için hizmet eder. İnanan insanların yönetiminin bulunduğu bir yere girip çıkmayı kimse engelleyemez. Herkes inanan insanların yaptıklarını dinlemek, duymak ve gözlemlemek hususunda özgürdür. Devlet kendi çıkarları için insanların zayıf noktalarını kullanarak onların kendi gerçekliğiyle yüzleşmelerini engeller. İnsanların bu zayıf noktalarına düğümler (ukad) denir. Ancak, eğer birinin düğümleri yoksa, o zaman üfleyecek hiçbir şey yoktur. Başka bir deyişle, zaaflarını fark edip bunları olduğu gibi kabul ederek yaşayan bir insan başkaları tarafından kullanılamaz. Bu yüzden insan, kendi gerçekliğini olduğu gibi kabul etmelidir. Aşağıdaki ayette dikkat çekildiği gibi kendi gerçekliğini unutarak Varlık Kaynağını yani Yaratıcısını unutma gafletine düşmemelidir.
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Allah’ı unutan ve bu nedenle Allah’ın da onlara kendilerini(n gerçeklerini) unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59: 19).
Şu ayet de insana nasıl gerçeğinin unutturulduğuna dikkatimizi çeker. Özellikle çağımızda, insanın zayıf yönlerinin istikametini Yaratıcısından sanal bir şekilde uydurulan kurum, şirket veya kişilere yönlendirmeyi amaçlayan medya veya reklamlara karşı bizi uyanık olmaya davet eder:
وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاط۪ينَ الْاِنْسِ وَالْجِنِّ يُوح۪ي بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًاۜ…
“Böylece, Biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Birbirlerini aldatmak için yaldızlı sözler telkin ederler,…” (En’am, 6: 112)
İnsan, kendi gerçekliğini kabul ettiğinde yaratılmış olduğunu kolayca anlar. Yaratıldığını fark ettiğinde varlığının kendine verildiği sonucuna da ulaşır. Yaratılmaya muhtaç olduğunu itiraf ettiği anda otomatik olarak kendisini bu kâinat ile kusursuz bir ilişki ağı içerisinde yaratanın ancak bu kâinatın tümünün Yaratıcısı olabileceğini kabul eder. Yaratıldığını kabul etmekle Yaratıcının varlığını onaylamış olur. Yaratıcı kendini tanıtmak için insanla konuşur. Onu ve her şeyi yaratanın ancak kâinatın tümünün yaratıcısı olabileceğini haber verir. İnsan kendi varlığını ve diğer varlıkların nasıl var edildiklerini araştırarak bu gerçeği tasdik edebilir. İmanın temeli böyle atılır. İnsan kendi varlığı ve diğer varlıkların var ediliş biçimini incelemeden sadece yaratıldığını kabul ettiğini söylemekle inancını sağlam bir temele dayandırmış olmaz. Temel atmadan bina yükseltilmez. İnsan, önce yaratıldığını fark etmeli ki ulaştığı sonuç bir mantığa dayansın. Bundan dolayı, işe kendi gerçekliğimizi araştırmakla başlamalı ve sonra yaratıldığımız sonucuna varmalıyız. Ancak o zaman Yaratıcı hakkında konuşabiliriz. Çünkü zihnimiz eğer yaratılmaya muhtaçsam bir Yaratıcım olması gerekir sonucunu ancak böyle çıkarabilir. Bu nedenle, Kur’an bize Yaratıcı olduğunu hatırlattığında bu akıl yürütme yolunu takip etmeyi öğretiyor. İnsanın Yaratıcısını tanıması için takip edeceği yol kendi gerçeğiyle yüzleşmektir. Kendi gerçeğini fark edebilmesi için de insan dilinde rehberliğe ihtiyaç vardır. İnsanı bu ihtiyaçla birlikte yaratan Yaratıcısı bunun karşılığını da yaratır, yani insanla konuşarak rehberlik edecek mesajı da gönderir.
Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Falaq – Part 8 –08/14/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.