“Büyük Görünme Küçülürsün“
“Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var.
Ger pencere kamet-i himmetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere kamet-i himmetinden alçaksa, tevazuyla tekavvüs edecek, eğilecek.
Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük.”
21 Haziran 2020 tarihli, 110. Lemaat dersinde yukarıdaki metin okunup müzakere edildi. Dersi maalesef canlı olarak değil de kayıtlardan takip ettim. Aklıma gelen bazı çağrışımları da ekleyerek bu müzakerelerden birkaçını özet olarak aşağıya alıyorum (her paragraf ayrı bir müzakereciye değil ayrı bir müzakere notuna işaret eder):
*Aşina olmadığımız kelimelerin pek bulunmadığı bu kısa metin, başlığı itibariyle ana mesajı veriyor görünüyor: “Büyük görünme, küçülürsün”. Başlık bana diyor ki “kendini zorlama, kendini kasma, olduğun gibi görün. Eğer kendini zorlar, sun’i olarak büyük görünmeye çalışırsan, tam tersine küçülürsün”. Açıklama kısmında da bu mesajı biraz daha açıyor; ‘herkesin bir binaya benzeyen sosyal hayatta, kendini görmek ve göstermek için bir penceresi olduğunu’ ifade ediyor. Eğer pencere kişinin “kamet-i kıymetinden” yüksekse büyüklenerek ayak parmakları üzerinde dikilip kendini uzun göstermeye çalışacağını, eğer pencere “kamet-i kıymetinden” alçaksa tevazu içinde bükülerek eğilmek zorunda kalacağını belirtiyor.
*Metin ilk bakışta ahlakî bir nasihat veriyor gibi görünüyor. Ama metinde yer alan “kibir”, “tekebbür”, “tevazu”, “kamet-i kıymet” gibi kelimeleri Nursi’nin farklı yerlerde nasıl açıkladığını hatırlayınca, konu tamamıyla “var oluş zemininde” tahkiki iman eğitiminin bir parçası haline geliyor. Yani senin kendinde vehmettiğin bir kamet-i kıymetin var. Diyelim ki ilmin, birikimin, fiziki gücün veya güzelliğin vs. var. Bunların hiçbirisi gerçekte senin var ettiğin, senin sağladığın, dolayısıyla kendine bakan boyutuyla “senin sahiplenebileceğin” şeyler değildir. Öyleyse bunlar “sana verilen şeyler” olup senin kendi gerçekliğini görerek “sıdk” yani doğruluk içinde hareket etmen gerekir. Başka bir tabirle, mesela ‘toplumda, insanlar beni ilim sahibi olarak biliyorlar, ben de bunu pekiştirmek için çabalayayım’, dememelisin, bunu yaptıkça küçülürsün. Esasen metnin sonunda yer alan “kamillerde büyüklük mikyasıdır küçüklük, nâkıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük” cümlesi de bu anlayışı teyit ediyor. Yani “kamil insan” çok bilen, çok şöyle olan insan değil, zahiren sahip olduğu şeyleri gerçek Sahibine teslim eden, bunu tamamıyla içselleştiren, sonuçta da bu anlayışın gerektirdiği sağlıklı tutumu sergileyen kimsedir, diye anlaşılıyor.
*Metin okunduğunda ilk dikkatimi çeken şey, hitap cümlesindeki “Ey enesi çifteli, kafası da kibirli” ifadesi oldu. Biz öyle bir medeniyet içinde yaşıyoruz ki gerçekten dünyayı sarmış vaziyette. Bu medeniyetin birey anlayışında, “insan kendine güvenir”. Öncül olarak da şunu kabul eder: ‘İnsan, iradesiyle tercihler yapar ama kendine zarar vermez, yanlış tercihlerde bulunmaz.’ Belki bunu kesin ifadelerle beyan ediyor gibi görünmez ama küçük yaştan beri çocuklara öğretilen “öz güven” tabiri ve bu tabirle amaçlanan bu demektir. Diğer bir ifadeyle bu medeniyet insanı merkeze koyar, insanın kendi kendine yetebileceğini kabul eder. İnsanın “zayıf, ene yahut nefis sahibi, hatalara düşen, yanlış tercihler yapan” bir özellikte olduğunu bir bakıma reddeder. Bir kimse bir problemi dolayısıyla bir psikologa gitse o, “senin nefsin var, gururun var, hatan var, iradeni yanlış kullanmışsın” mealinde cümleler kurmaz. Kursa kliniğini kapatması gerekir. Çünkü kimse gitmez.
Daha açık ifadeyle, içinde yaşadığımız medeniyet “ene”mizi şişirdi. Bu sadece seküler dünya görüşüne sahip kimseler için değil bizim için de geçerlidir. Bir arkadaşınıza yanlışını söyleseniz kabul etmez. Ya savunmaya geçer ya sizi bir şekilde reddeder. Çünkü çağın anlayışının her birerimize dikta ettiği bir anlayış var: ‘Kendine güveneceksin. Gönlünün götürdüğü yere gideceksin’. Tekrarlayayım merkezde “insan” var. Merkezden “Yaratıcıyı” çıkardığımız zaman insan her şeyi kendi “nefsi, egosu, çıkarı” adına kullanmak, tüketmek, sömürmek ister. Demek istediğim şu: Medeniyetin Yaratıcıyı merkezden çıkartarak yerine “ene”yi yerleştiren anlayış maalesef içimize kadar sindi. Benim açımdan bu çok büyük bir problemdir. Bunun farkında olmak lazım, diye düşünüyorum hatta dövünüyorum.
*Hitap cümlesinde geçen “enesi çifteli” ifadesi bana şunu hatırlattı: Bilindiği gibi iki türlü cehalet var; “basit” ve “mürekkep”. İlki “bilmemek”, ikincisi “bilmediğini bilmemek”tir. Bilmeyene bildirmek kolay, bilmediğini bilmeyene bildirmek zordur. “Enesi çifteli” demek yardıma muhtaç olan ama yardıma muhtaç olduğunu bilemeyen kişi demek, diye anlıyorum. Çağımızda yaşadığımız şey aslında “cehalet” değil, “gaflet”tir. Cehaletin ilacı ilimdir. Ama gafletin ilacı ilim değil “marifet”tir. Bugünün gafilleri eğitimli gafillerdir. Metinde geçen “insan-ı kamil” de bu bağlamda, bilmediğini bilen, aczinin farkında olan, dolayısıyla da “rehberlik alan” kimsedir. Bu anlayış insanı “ben biliyorum, ben olgunlaştım” tehlikesinden korur. Metin buna işaret ediyor ve bizi buna teşvik ediyor, diye anlıyorum.
*Moderatör, Lemaat’ın başına dönerek “ifade-i meram” kısmında geçen, “Şu eserimde üstadım Kur’an’dır, kitabım hayattır, muhatabım yine benim” ifadesini okuyunca, ben de ilgili ifadelere tekrar baktım ve bana bu cümlecik gerçekten çok anlamlı, çok hakikatli geldi. Nursi burada “kitabım Kur’andır” demiyor da “kitabım hayattır” diyor. Benim Nursi’de gördüğüm ve hayranlık duyduğum hususlardan birisi şu: Onun, şu mesele şu ayette şöyle, şu ayet şu surede böyle gibi ifadelerle bilgiçlik taslamadan bizi Kur’an kavramları ile düşünme eğitimine sokmasıdır. Diğer bir ifadeyle o, Kur’anî kavramları okuyucunun zihnine, kalbine, duygularına sindirme usulü takip ediyor. Nursi “Üstadım Kur’an’dır”, diyor. Biz Kur’an’ı severiz de onun “tedrisini” yapmayız. Risale-i Nur dersi yaparız da Kur’an dersi yapmayız, bu da garip bir durumdur.
“Kitabım hayattır” ifadesine gelince, biz Kitap denildiğinde hemen Kur’an’ı anlarız. Oysa Mekke kültüründe “kitap” kavramı çok yaygın değildir. İki kapak arasındaki yazılı belge aslında kitap değil “Mushaf”tır. Kitab denildiğinde Kur’an’ı Kerim’de hem Kur’an’ın kendisi (Bakara 2/2; Nisa 4/105; Maide 57148) hem Tevrat (Ahkaf 47/12) hem İncil (Meryem 19/30), hem amel defteri (İsra 17/14) hem Levh-i mahfuz (Buruc 85/21-22) gibi çok geniş anlamlar kast edilir. Ama “ayet” kelimesini de hesaba katarak baktığımızda Kur’an’da “kainat kitabının” da kast edildiğini anlamakta zorlanmayız. Ayet kelimesine gelince, Kur’an’ın bir cümlesine ayet denilmesi sonradan ortaya konulmuş bir tanımdır. Kur’an’da ayet ile daha çok Yaratıcının özelliklerini gösteren fiziki varlıklar, var oluşlar ve olaylar kast edilir. “Hayat” kelimesi ise Kur’an’da daha çok ahiretle ilgili bir bağlamda kullanılır. Ahireti olmayan hayat anlamsızdır. Ahirete müncer olmayan hayat, hayat değildir, ayetlerin örgüsüne baktığımızda.
Şunu demeye çalışıyorum: Biz Kur’an’ı kültürden aldığımız yaklaşımlarla yorumluyoruz. Oysa kültürü Kur’an’dan aldığımız yaklaşımlarla yorumlamamız lazım. Nursi kavramları Kur’anî anlamlarla yoğurarak tam da bunu yapıyor!