Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu yapılan (20. 07. 2024) Uhuvvet Risalesi dersinde Yirmi İkinci Mektup’un İkinci Mebhas’ının okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Özellikle aşağıdaki parça ile ilgili olarak değerli tefekkürler paylaşıldı:
“Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu: “Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?” Rüyada demiştim: “Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı. “Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu. “Hem yirmi dört saatte bir tek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı” demiştim…” (Mektubat, İstanbul 2020, YAN, s. 266).
Metin gayet açık bir biçimde Birinci Dünya Savaşında Müslümanların maruz kaldıkları açlık boyutuna gelen ekonomik zorlukların, mala ve bedene gelen zayiatların sebebini kader arkaplanı ile yorumlayan bir izah yapıyor. Bir katılımcının ifadesiyle söz konusu olayı “kaderin adaleti” açısından tahlil ediyor. Allah’ın müslümanlardan zekat ve öşür olarak kırkta bir veya onda birlik bir infak istediğini, fakat onların bunu yapmadığını, kaderin bu harp vesilesiyle kırkta otuzunu veya onda sekizini aldığını kaydediyor. Aynı şekilde Allah’ın yılda bir ay oruç tutulmasını emrettiğini, fakat onların bunu yapmayınca savaş vesilesiyle cebren adeta oruç tutturduğunu söylüyor. Yine Allah’ın günlük bir saat tutarında beş vakit namaz kılmayı emrettiğini, fakat onların bunu ihmal ettiğini, Onun da bu harp vesilesiyle daha zor şartlarda adeta talime koşturmakla bir nevi namaz kıldırdığını dile getiriyor. Moderatörün ifade ettiği gibi bu cevaplar Said Nursi’yea has cevaplar olarak görünüyor, fakat çok hikmetli ve ders alınacak şekilde. Aynı soruya, söz gelimi, tarihçiler ve siyaset bilimciler muhatap olsa, onların nasıl cevaplar vereceğini tahmin etmek zor değil. Fakat bu cevap hem kader planında olayı tahlil eden hem de aynı zamanda bizlere ders niteliği taşıyan mesajlara işaret eden hikmetli cevaplar olarak okunuyor. Derste konunun açıklanmasına ilişkin verimli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunları ilgili ders kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=bb62qWKZnu4) burada, derste gündeme getirilen önemli bir konuyla ilgili tefekkürü aktarmak istiyorum: Risale-i Nur’u, yaptığı tecdide dikkat kesilerek okumak! Bir katılımcı konuyla ilgili olarak kısmen uzun olan şu düşünceleri dile getirdi:
“Risale-i Nur ile meşgul olmak, -deyim yerindeyse-, zevkli bir iş. İnsan ferah buluyor, keyif alıyor. Mesela derslere katılmak sosyalleşme vesilesi oluyor. Muhabbet var, güven var. Derse katılanlar samimi insanlar, dindarlar. Böyle bir çevrede bulunmak ruha rahatlık veriyor, insana çekici geliyor. Risale-i Nur dairesi içinde fiziki bir görev yapmak da hem kolay hem sevimli görünüyor. İnsanlar din adına bir şeyler yapılıyor diye düşünüyor. Bu da kişiyi mutlu ediyor, insan lezzet alıyor. Yanlış mı? Hayır! Kur’an tefsirini okumak, Kurân tefsirinin okunduğu yerde bulunmak, Kuran tefsiri çalışmalarına fiziken katkı yapmak kötü olabilir mi?”
“Risale-i Nur hizmetinin, -kabaca- tarihçesine baktığımızda ilk dönemlerde ‘yazma’nın öne çıktığını görüyoruz. O günkü şartlarda kitap halinde matbaalarda basım ve dağıtımı yasaklandığı için Risale-i Nurları el ile istinsah etmek, böylece hem okumak hem onları çoğaltarak başkalarına ulaşmasını sağlamak büyük önem arz ediyor. Bu bakımdan ‘yazmak’ çok teşvik ediliyor. Bu teşvike bağlı olarak hemen her yerde yüzlerce el ya da kalem bu vazifeye odaklanıyor. Bir süre sonra teksir makinesi edinilince aynı vazife bu makineye de gördürülüyor. Devam eden süreçte eserler matbaalarda basılıp kitaplara ulaşmak kolaylaşınca ve yaygınlaşınca ‘okuma dönemi’ geliyor. Matbaalarda basılmış olan Risalelerin okunmasına ağırlık veriliyor. Okunan yeri anlayamamak okunmasına mani olmamalı deniyor. Anlamada aklî bakımdan sorunlar yaşansa bile latifelerin hissesiz kalmayacağı belirtiliyor. Giderek ‘anlama’ya vurgu yapılıyor, hazırlanan sözlüklerle veya kelime, terim ve terkiplerin anlamları sayfaların yan taraflarına yazılarak bu alanda mesafe kat edilmesine yönelik çaba harcanıyor.”
“Okuma döneminde, 3-5 yıl öncesine kadar Risaleleri okumak ve anlamaya çalışmak zor gelmiyordu. Fakat medyanın patlaması, bilgisayar ve telefon kullanımının yaygınlaşması, internet erişimin kolaylaşması ile birlikte okuma faaliyeti tökezlemeye maruz kaldı. Artık insanlar okumaktan ziyade medya malzemeleriyle karşılaşıyorlar. Kitap basımı vs. de fazla okuyucu bulmadığı için çok gerçekleşmiyor. Şu anda yayın evleri insanların ‘benlik’lerini okşayan, dünya hayatındaki birtakım zorluklarına çözüm üreten kitaplar yayımlıyorlar. Ruh ihmal ediliyor. Kısacası genel anlamda okuma azaldı. Bu, Risale okumalarına da yansıdı.”
“Sözü Risale-i Nur’un yaptığı tecdidi fark etmeye getirmek istiyorum. Risaleleri yazmak, okumak, anlamak hem genel anlamda hem ilgili dönemlerde çok önemli olmakla beraber bugün itibariyle artık Risale-i Nur’un yaptığı tecdide odaklanarak okumak, ‘Risale-i Nur yeni ne getirdi veya getiriyor, benim hangi ihtiyacımı karşılıyor’a bakmak gerekiyor. En zor olan da budur! Bu zorluk biraz da Risale-i Nur’un yazılışından, tecdidi sessizce yapışından kaynaklanıyor. Her şeyden evvel Risale-i Nur İslam alemine mal olmuş kelimeleri, terimleri kullanır, kaynakları kullanmaya devam eder. Bu, görebildiğim kadarıyla yabancılaşmayı önleyen bir sağlıklı bir tavırdır. Risale-i Nur’u okuduğumuz zaman kendimizi İslam kültürünün dışında hissetmeyiz. Genel geçer bilgileri yaptığı tecdide malzeme olarak kullanır çünkü Risaleler. Müslümanların genel kültürüyle örtüşen bir mahiyete sahiptir. Ta ki insanları itmesin, ürkütmesin, uzaklaştırmasın. Gayet hikmetli bir tavır.”
“Peki, ‘Risale-i Nur neden diğer kitaplardan farklı veya gerçekten farklı mı?’ diye sorduğumuz zaman, işte bu sorunun cevabini bulmak için Risale-i Nur’un getirdiği tecdidi görmeye yoğunlaşmak gerekiyor. Evet, Risale-i Nur konuları genel geçer bilgiler ve terminoloji dahilinde ifade ediyor ama o, tecdidi ilginç bir şekilde kelimelerle ifade ediyor. Eğer seçilen kelimelere dikkat etmez, sıradan bir okuyuşa kapılıp gidersek, onun kelimelerle, sessiz ve harika şekilde yaptığı tecdidi, ihtiyaçlarımızı karşılamaya yönelik özgün yaklaşımlarını kaçırabiliriz. Şimdi söz gelimi, okunan metindeki şu cümleye bakalım: “Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?” deniyor. Ne var bu cümlede? Dikkat etmeden okursak, ‘burada Birinci Dünya savaşında Müslümanların başına gelen felaketlerin nedeni soruluyor’ der, geçer gideriz. Oysa ifadede önemli bir incelik var: Dünya savaşında Müslümanların başına gelenler ‘açlık, malî kayıplar ve bedenî zorluklar’ şeklinde gösteriliyor. Ne demek bu? Harici faktörler insanın bedenine, malına zarar verebilir ama bunlar hakiki müminin imanından gelen ruhî lezzetine mani olmaz, olamaz’ demektir. Zira müellifin başka yerlerde dikkat çektiği üzere iman daha doğrusu iman-ı tahkiki dünyada da insan ruhuna bir nevi cennet yaşatır, derûnî bir huzura, engin bir manevi lezzete kavuşturur. Maalesef biz dünyevileştiğimiz için hâlen kendimizi ahiret için çalışan kimseler biliyoruz. Oysa Risalelerin ısrarla dikkat çektiği üzere müminler iman ve itaatteki huzur ve saadeti, kafirler ise küfür ve masiyetteki huzursuzluğu, acıyı bu dünyada da hissederler.”
“Risalelerde tecdidin açık edildiği yerler oldukça sınırlıdır. Mesela, ‘kelâm alimleri şöyle demiştir, ben de şöyle diyorum’ dediği yerler vardır. Yahut vahdet-i vücûd anlayışını ‘tevhidde istiğrak’ olarak anıp bunun Kur’an’ın ders verdiği tevhidî usulle bağdaşmadığını söylediği yerler vardır. Veya aşk mesleğini esas tutanlara karşı, mesela İmam-ı Rabbânî’nin Yakup (asm) peygamberin, oğlu Yusuf’a karşı duyduğu hissi ‘aşk’ değil, şefkat olarak anarak şefkat mesleğinin aşk mesleğinden daha kısa, daha salim olduğunu söylediği yerler vardır. Ya da felsefeyi birçok açıdan tenkide tabi tutup vahyin varlık, hayat, bilgi ve değer anlayışının insanî olduğunu dile getirdiği yerler vardır. Ama bunlar dediğimiz gibi sınırlıdır. Öte yandan onun felsefeyi eleştirirken filozofların kullandığı ‘vâcibü’l-vücûd’ terimini sessizce tefsir çalışmalarına kattığını biliyoruz. Yine mesela Şia’yı eleştirirken onların, söz gelimi, ‘adl’ prensibini aldığı yerler vardır. Fakat tecdidi açık ettiği bu tür örnekler sayıca az olup, o tecdidini daha çok sessizce, kelimeleri incelikli kullanarak ortaya koyar. Mesela selef-i salihinin tefsir çalışmalarında nâsih-mensûh konusu hatırı sayılır bir yer tutar. Oysa Risalelerde bu konuyu gündeme getiren imâ bile yoktur. Risaleler şu muhkemdir, şu müteşabihtir vs. gibi klasik tartışmalara girmeden tahliller yapar. Kur’an ebedî kelamdır, der; ebedi kelamda nâsih-mensûh olmaz demeye getirir.”
“Baktığımızda, İbn Abbas’ın tefsirde yaptığını XX. yüzyılda Said Nursi’nin yaptığını söyleyebiliriz. Nakillerde belirtildiği üzere Resulullah (asm) amcasının oğlu olan İbn Abbas’ı kucaklayıp, ‘Allah’ım! Buna Kur’an’ı ve Kur’an’ın tevilini’ öğret diye dua etmiştir. Gerçekten İbn Abbas ayetleri Kur’an’ın genel bütünlüğü içinde anlayıp dikkat çekici yorumlar ortaya koymuştur. Onun bu tefsirlerinin en azından bir bölümü klasik tefsir kaynaklarına da yansımıştır. Said Nursi de Kur’an’a, kendi nefsini başa koyarak devrin ihtiyaçlarını dikkate alan ve ayetlerin özellikle bu yönlerini öne çıkaran bir tefsir faaliyetine girişmiştir. Sonuçta Nursi’nin ‘Kur’an’a; a) kendi insanî soru, merak ve ihtiyaçları, b) toplumun sorunları ve ihtiyaçları, c) Kur’an’ın genel bütünlüğü ve ana maksatları (makâsıd-ı Kur’an), d) Kur’an’ın sıklıkta referansta bulunduğu kainat yani kevnî ayetler’ çerçevesindeki yaklaşımı Risaleleri özgün, canlı, sorun çözen bir tefsir konumuna ulaştırmıştır. İşte ben Ha-mim’in de onun bu misyonunu ziyadesiyle gözetmesi gerektiğini düşünüyorum. Daha açık ifade etmek gerekirse, Risale- Nur’u okurken özellikle onun yaptığı tecdidlere, inkılaplara dikkat kesilmek icap ediyor. Çünkü bugün bize lazım olan bilgi ya da malumat değil, bize ihtiyaçlarımıza cevap teşkil den hususlardır…”
Okunan metnin doğrudan konusu olmamakla beraber kelimelere içirilmiş bağlantı dolayısıyla gündeme getirilen “Risale-i Nur’un yaptığı tecdid”e dikkat çeken bu tefekkür, ifade etmek gerekir ki, bana da çok önemli geldi. Çünkü içinde yaşadığımız “bilişim” çağında bilginin değil usulün, bilinenin değil özgün olanın, malumat yığınının değil işlevsel olanın daha makbul ve daha önemli olduğu, bunlara daha çok muhtaç olduğumuzu biliyoruz. Sanıyorum söz konusu tefekkürde altı çizilen “tecdit” terimini de klasik bilgi kaynaklarda yapılan yenilik, yenilenme değil; “bize lazım olan, bizim önümüzü açan, bizim ihtiyacımızı gideren, doğrudan bize rehberlik yapan yaklaşımlar” olarak ele almak gerekir. Zira akademik anlamda, Risale-i Nur’un klasik literatürden farklı olarak yaptığı açıklamayı yani “tecdid”i fark etmek için başta selef-i salihinin eserleri olmak üzere klasik kaynakları bilmek ve kıyaslama yapmak gerekiyor. Bunun ayrı bir uzmanlık alanı olduğu belli. Şu halde burada dile getirilen “tecdid” Risale-i Nur’un Kur’an’ı ve Kur’anî hakikatleri doğrudan bizim hayatımıza ve bizim ihtiyaçlarımıza bakan boyutlarıyla tespit etmesi demek oluyor. Nitekim İslam düşünce tarihine yapılan tecdid hareketlerinde de bu kavram, “din ile hayat, din ile insan, din ile toplum arasındaki bağlantıyı güçlendirmeye yönelik çaba” olarak tanımlanıyor. Ha-mim’e gelince, -müzakerecinin belirttiği üzere-, Ha-mim zaten bu misyonu yerine getirmeye çalışıyor diye gözleniyor. Nitekim derslerde, “Risaleleri okurken usul çıkarmaya çalışma” prensibi sıklıkla vurgulanıyor ve belli ölçüde de bunun gerçekleştirilmeye çalışıldığı da müşahede ediliyor. “Bu metin yahut bu cümle bana ne diyor, bu cümle insaniyetimden onay alıyor mu, bu tespit yeterince ikna edici mi, bu yaklaşım kainattaki gözlemlerimizle örtüşüyor mu” gibi sorular tam da bunu sağlamaya yönelik çabalar gibi geliyor bana. Gerçekten Kur’an’ı, hadisleri veya Risaleleri bu yaklaşımlar istikametinde okuyunca adeta ifadeler canlanıyor; ruhumuzu besleyen, duygularımızı tatmin eden, sıkıntılarımızı gideren mahiyete dönüşüyor. Allah razı olsun.