Ders Notları

Yaratıcının “Mutlakiyet”ini Anlamak: Kayyûmiyet

Yaratıcının “Mutlakiyet”ini Anlamak: Kayyûmiyet | Ha-Mim

Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu yapılan (28. 07. 2024) “kayyûmiyet” dersinde Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksadı’nın ilk paragrafları okunup müzakere edildi. Önce bahsin başındaki, “İnkar edenler, ‘kıyamet başımıza gelmez’ dediler. Sen de ki, “Evet, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki, kıyamet size mutlaka gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şey ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta yazılmıştır” (34: 3) ayeti üzerinde kısa fakat önemli açıklamalar paylaşıldı. Ardından ilk cümlede yer alan “zerre sandukçası” tamlamasının “mikro dünya” olarak anlaşılması gerektiği ifade edildi, daha sonra da “Mukaddime” başlığı altındaki iki paragraf okunup verimli tefekkürler gündeme getirildi. Ben bunların tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=Xrw4EgkAd4I) aşağıya alıntıladığım ilk paragraf hakkındaki müzakerelere değinmek istiyorum:

“Tahavvülât-ı zerrât, Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitâb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların, yani materyalist ve natüralistlerin tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudât gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillâh” der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omzuna alması gibi. Hem vazifesinin hitâmında “Elhamdülillâh” der. Çünkü, bütün ukùlü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kasîde-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.” (Sözler, İstanbul 2024 [YAN], s. 519)

Takdimci şunları söyledi: “Tahavvülât-ı zerrât tabiri, sözlük anlamı bakımından zerrelerin yani varlığın en küçük birimi demek olan ‘sandukça’ların tahavvülü yani halden hale geçişi demek oluyor. Bunu iyi anlamak gerekiyor. Ne demek zerrelerin tahavvülü? Ortada zerreler var da bunlar tahavvüle tabi tutuluyor değil. Bina benzetmesi üzerinden ifade etmek gerekirse, tuğlalar var da usta tuğlalardan bina yapıyor, sonra onu yıkıyor, aynı tuğlalarla yeni bir bina yapıyor değil. Peki metin niye tahavvülat-ı zerrât tabirini kullanıyor? Çünkü bizim gözlemimize konuşuluyor. İnsan bir ağaca bakıyor; bir sene öncesiyle kıyasladığında büyük fark görüyor, bir ay öncesiyle kıyaslıyor yine fark görüyor, bir hafta öncesiyle kıyaslıyor az da olsa yine bir fark görüyor. Ağacın yeşermeye başladığını, çiçek açtığını, yapraklar ve tomurcukları çıkmaya başladığını, yani yavaş yavaş değişikliklerle büyüdüğünü görüyor. Peki, bu büyüme nasıl oluyor? Bir sene, bir ay, bir hafta yahut bir gün öncesinde ağacın malzemeleri kullanılarak ona yeni ekler mi yapılıyor yoksa ağaç, zamanın her bir diliminde yeni yaratılışa mazhar mı oluyor? Yani bina, eski tuğlaların kullanılmasına yeni ilavelerle mi yapılıyor yoksa her bina gözlemimize göre tekrar tekrar mı yapılıyor? (Aslında ‘tekrar tekrar yapılıyor’, ‘yeniden yeniye yapılıyor’ sözcükleri de mahzurlu; daimî bir yapılış söz konusu dememiz lazım.) Evet, her bina önceki malzemeleri kullanma söz konusu olmaksızın tuğlasıyla, duvarıyla, kapısıyla, penceresiyle bir öncesinin benzeri de olsa, asla aynı olmayan, daimî bir yapılışa konu oluyor. Yani kainatta büyük-küçük, yıldız-atom, hücre-fil… her ne varsa, her an, zamanın en küçük birimi dahil olmak üzere daimî bir varoluşa, daimî bir yapılışa, daimî bir yaratılışa mazhar kılınıyor. İşte kayyûmiyet özü itibariyle budur arkadaşlar! Bize düşen bunu anlamak ve kalbimizin mutmain olmasını sağlamaktır. Bunu anlarsak, zaten kalbimiz de itminana ulaşır.”

Evet, her bina önceki malzemeleri kullanma söz konusu olmaksızın tuğlasıyla, duvarıyla, kapısıyla, penceresiyle bir öncesinin benzeri de olsa, asla aynı olmayan, daimî bir yapılışa konu oluyor. Yani kainatta büyük-küçük, yıldız-atom, hücre-fil… her ne varsa, her an, zamanın en küçük birimi dahil olmak üzere daimî bir varoluşa, daimî bir yapılışa, daimî bir yaratılışa mazhar kılınıyor. İşte kayyûmiyet özü itibariyle budur arkadaşlar!

“Şimdi, ‘ağaç geçen sene şöyle idi, bu sene biraz daha büyümüş’ dediğimizde, o ağaç eski varlığıyla, eski atomlarıyla, eski parçalarıyla -metindeki ifade ile- zerrelerine yeni ilaveler yapılmış diye mi anlayacağız yoksa bu ağaç geçen seneden bu yana zamanın her ânında yeniden yeniye bütün zerreyle birlikte yenilenerek var kılındı diye mi anlayacağız? Eğer ilk anlayışı kabul edersek Yaratıcı zamanın bazı birimlerinde önceki malzemeyi kullanmaya muhtaçtır gibi bir anlam çıkar ki bu, Yaratıcı olabilmek için gerekli olan “mutlakiyet” özelliğine aykırıdır; çünkü yaratmak demek yok olan bir şeye yeni bir varlık vermek demektir. Bu ise ancak mutlak olan Birisinin yalnızca irade etmesiyle yaratması demektir. Dolayısıyla her varlığın var kılınması Onun var etmesine bağlı olduğu gibi, her varlığın, her an yenilenerek varlığını devam ettirmesi de Onun o varlığı daimî olarak belli bir süre yaratmayı irade etmesine bağlıdır. Mutlakiyet bu demektir. Yaratıcı ‘mutlak’ olmak zorundadır. Eksik olan, eksiği olan, bazı şeylere muhtaç olan ‘Mutlak Yaratıcı’ olamaz. Dolayısıyla bütün derdimiz mutlakiyeti anlamaktır. Mutlakiyeti anlamak için de ‘kayyûmiyet’i anlamak şarttır!”

“Tekrar metne dönersek, müellif ilk cümlede, -bir bakıma- tahavvülât-ı zerrâtı tanımlıyor. Ona göre tahavvülat-ı zerrât Nakkâş-ı Ezeli yani zaman kayıtlarından münezzeh olan, yaratık alemin özelliklerinden olan zaman ve mekan gibi kavramlarla tanımlanması imkansız olan Yaratıcının tekvîni ayetlerden oluşan kainat kitabını kudret kalemi ile yazması esnasında söz konusu olan ihtizazât ve cevelân yani titreşimler ve hareketlerdir. Bizim bakışımızda böyle görünüyor. Devamlı akıp duruyor. İnançlı-inançsız hiç kimse kainatta -bırakalım yıldızları veya galaksileri- en küçük bir parçasının bir an, mesela saniyenin on milyonda biri kadar sabit kaldığını gördüm, demesi mümkün değildir. Çünkü yok böyle bir şey. Yeminle söylerim. Cevelân var, süreklilik var, sabitlik yok.”

Bundan sonra bir müzakereci şunu sordu: “Az önce Yaratıcının mutlakiyetini anlamanın yolunun kayyûmiyeti anlamaktan geçtiği ifade olundu. Kayyûmiyetin de, söz gelimi, bir ağacın büyümesinde, her ânın önceki malzemeyi kullanarak yeni ilaveler yapma şeklinde değil, yepyeni, daimî yaratılış şeklinde anlaşılması gerektiği, aksi halde Yaratıcının önceki malzemeyi kullanmaya muhtaciyetinin söz konusu olacağı, bunun da yaratıcı olmanın zorunlu gereği olan “Mutlak Yaratıcı” özelliğine aykırı olduğu söylendi. Peki, şöyle bir düşüncede mahzur var mıdır: Yaratıcı muhtaç olduğu için değil, hikmeti gereği önceki malzemeyi kullanarak ağacı büyüttü. Nitekim böyle düşünmek benim gözlemimle de uyumlu gibi görünüyor. Bu fikir mahzurlu mudur ya da mahzurlu ise neresi mahzurludur?”

İnançlı-inançsız hiç kimse kainatta, -bırakalım yıldızları veya galaksileri-, en küçük bir parçasının bir an, mesela saniyenin on milyonda biri kadar sabit kaldığını gördüm, demesi mümkün değildir. Çünkü yok böyle bir şey. Yeminle söylerim. Cevelân var, süreklilik var, sabitlik yok.

Takdimci bu soruya şöyle cevap verdi: “Yaratıcının mutlakiyetini benim gözlemimle sınırlamam çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Esasında bütün fırtına da burada kopuyor! Onun için az önce çok vurgulu şekilde söyledim, ‘hiç kimse, hiçbir varlığın, hiçbir ânının sabit olduğunu iddia edemez’ diye. Çünkü bu, -zaman aralığı ne kadar küçük olursa olsun-, varlığın varlığını devam ettirmesinde kendisine bir özellik yüklemek olur. Oysa hiçbir varlıkta böyle bir özelliğin olmadığını anlıyoruz, biliyoruz. ‘Allah’ın hikmetiyle böyle gerçekleşiyor’ ifadesine gelince, bu tamamen temelsiz, spekülatif bir ifadedir. Başka bir deyişle bu, ‘Allah hikmeti ile dünyayı dört köşe de yaratabilir’ der gibi absürt bir ifadedir. ‘Hikmeti böyle gerektirdi’ yargısına nereden varıyoruz? Böyle bir yargıya varmak, daha doğrusu böyle bir iddiayı dile getirmek meseleye Yaratıcı katından bakma çabası içinde bulunulduğunu gösterir. Oysa Ha-mim’de zaman zaman altı çizildiği üzere, Yaratıcı katından bakarak bir hükme ulaşmaya çalışmak yanlıştır. Biz Yaratıcıya, Onun özelliklerine kainattan yani eserlerinden yola çıkarak bakar ve bir hükme ulaşmaya çalışırız. Bizim insanî gerçeklerimize uygun olan da budur!”

Başka bir müzakereci de özetle şunu söyledi: “Konuşulan mevzu ile alakalı olarak vaktiyle şöyle husus gündeme getirilmişti: Yaratıcı israf etmez, diye bir tabir var. Bu tabir farklı bir bağlamda geçmekle birlikte, birileri konuyla irtibatlandırarak Yaratıcının eşyanın var edilmesinde yahut devam ettirilmesinde -israf etmemek için- önceki materyalleri kullanır, kullanıyor demeye gelen bir yaklaşım içeriyor. Aslında bu argümanda şöyle bir yanılgı var: Yaratıcı var etti, eğer yok etmeseydi kendi kendine kalacaktı. Çünkü gözlemimize ters bir durum söz konusu. Zira kendi kendine kalan bir varlığın var kalmasının ve varlığını sürdürmesinin imkansız olduğu ortada. Şöyle bir temsil de şahsen benim kafama yatıyor: Bir film şeridinde kareler var. Her kare yenidir. Bir karede bir çizim var, peşinden gelen karede o çizime ilaveler yapılıyor değil. O kare sıfırdan çiziliyor. İçinde yaşadığımız alemde de her varlık adeta sayısız kareden oluşan bir şeride benziyor. Her âna tekabül eden kare, öncekiye ilave edilen unsurlardan oluşmuyor, ân be ân yeniden çekiliyor yahut çiziliyor. Dolayısıyla ikinci ânda bir öncekini kullandı demek gözlemimize de aykırı oluyor. Şöyle mi yaratsaydı, böyle mi yaratsaydı daha iyi olurdu gibi bir tasavvura girmekten öte gözümüzün önünde yaratılış var. Malzemeye bakıyoruz, sürekli bir değişim içinde. Her birisi farklı derecelerde olmakla beraber bir değişim konusu. Değişim dediğimiz şey de yeni bir vücudu ihsas ediyor, dolayısıyla ân be ân var eden var, var eden olmalıdır, demek zorunda kalıyoruz.”

Şöyle bir temsil de şahsen benim kafama yatıyor: Bir film şeridinde kareler var. Her kare yenidir. Bir karede bir çizim var, peşinden gelen karede o çizime ilaveler yapılıyor değil. O kare sıfırdan çiziliyor. İçinde yaşadığımız alemde de her varlık adeta sayısız kareden oluşan bir şeride benziyor. Her âna tekabül eden kare, öncekiye ilave edilen unsurlardan oluşmuyor, ân be ân yeniden çekiliyor yahut çiziliyor.

Diğer bazı katılımcıların konuyla ilgili tefekkürlerini paylaşmasından sonra takdimci küçük dokunuşlar ve önceden hazırladığı notlarla metni paylaşmaya devam etti: “Metnin ilk cümlesinde ‘tahavvülât-ı zerrâtın Kudret kaleminin kainatta tekvinî ayetleri yazarken söz konusu olan ihtizazât ve cevelan yani titreşimler ve hareketler olduğunu ifade etmişti. Nitekim bugün kuantum mekaniği de evrendeki tüm parçacıkların aslında titreşen küçük iplikler veya sicimler olduğunu ileri sürer. İslam uleması da bu iplikçilerin aslında Esma-i İlahinin tecellisi olduğunu ifade eder. Nitekim Nursi de 29. Sözde şöyle der: ‘Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemalât ona takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur, bir köpüktür ve bir surettir. Daha sonra da bu hadsiz tereşşuhât ve lemaat gösteriyor ki, şu alem-i maddiyat ve şehadet ise, alem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir’ (Sözler, s. 482). Devam eden cümlede tahavvülât-ı zerrâtın maddecilerin dediği gibi tesadüf oyuncağı olmadığı belirtildikten sonra bütün varlıklar gibi zerrelerin de ‘mebde-i hareketinde bismillah dediği’ ifade olunuyor. Buradaki ‘mebde-i hareket’ tabirini ‘vardı da harekete geçmesi’ anlamında değil, ‘varlığa gelmesi’ anlamında anlamak gerekiyor; çünkü metin gözlemimize konuşuyor. Arkasından ‘vazifesinin hitamında da elhamdü lillah’ dediği dile getiriliyor. Burada da dikkat etmek gerekiyor. ‘Vazifesinin hitamı’ deyince, zerrelerin tam ağacı üretip ondan sonra ölmesi diye anlayamayız. Başka bir ifadeyle zerreler sanki harekatını kendileri gerçekleştiriyormuş gibi düşünmemek lazım. Zira isterseniz ona bu gücü Allah verdi deyin, böyle bir düşünce her aşamada, zamanın her ânında Allah’ı fail olarak görmeme anlamına geldiği için çok problemlidir. Bu takdirde, mesela bizden sadır olan fiiller söz konusu olduğunda Allah aktif olarak dünyamızdan çıkar, bu sefer fiillerin faili olarak kendimizi görmeye başlarız. Oysa bize verilen sadece seçme özelliği (irade-i cüz’iyye) olup yaratmakla hiçbir ilgisi yoktur. Bize verilen irademizi kullanarak yaptığımız seçimlerin sonucunu biz yaratamayız, takip eden anda yaratılmalarını bekleriz.”

Derste konuyla ilgili başka tefekkürler de paylaşıldı. Özellikle kainatın varlık kaynağı veya yaratılmasıyla ilgili ihtimal hesapları üzerinden bol sıfırlı rakamların hiçbir öneminin olmadığı, kainatın veya kainatta bir parçanın hiçbir şekilde, hiçbir ânda, hiçbir ihtimal hesabına bağlı olarak Yaratıcıdan bağımsız varlığının söz konusu olamayacağı noktasındaki açıklamalar çok önemli geldi. Ne zaman ve ne de mekan boyutunda sonunu tespit edemediğimiz bir kainatın atomlarını sayı ile ifade etmek, bir mantık çelişkisidir. Sınırını belirleyemediğimiz bir şey hakkında sayı vermek, matematik kurallarına aykırıdır. Sonsuzu bölemezsiniz ki bir sayı çıksın. Sonsuza ne bir ekleme, çıkartma veya ne bir bölme mantıken çelişkilidir, bütün sonuçlar sonsuz çıkar. Bizim için, yani biz sonuna gelemediğimiz için, sonsuz olan kainatın atom sayısı, başlangıç noktası veya sonu hakkında verilen tüm sayılar ancak varsayımlar, spekülasyonlar olmak zorundadır. Ne kadar küçük zaman aralığı ile ifade edilirse edilsin böyle bir yaklaşımın “şeytanın boynuzunu uzatması” olduğu belirtildi. Yani bu sayılar “Biz kainatı ölçtük ve anladık, varlığın kaynağının kainatın içinde bir elemente veya bir özelliğe ait olabileceğini izah ediyoruz veya ettik” iddialarının dayanağı olarak kullanılıyor. Bir hadis ifadesinden alıntılanan “şeytanın boynuzunu uzatması” tabiri yaratıcıya inanmamaya gerekçe gösterilen bir varsayım olduğunu dile getiren bir ifadedir. Sonuç olarak her derste kayyûmiyetle ilgili tefekkürler bizi Rabbimizin mutlaklığını anlamaya daha çok yaklaştırıyor diye anlaşılıyor. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın