Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta yapılan (27. 07. 2024) “Uhuvvet Risalesi” dersinde Yirmi İkinci Mektup’un “Hâtime” kısmı okunup müzakere edildi. Gıybete dair olan bu kısmın başında şu cümleler yer alıyor: “Yirmi Beşinci Sözün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mucizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şenî bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 268)
Derste moderatör “uhuvvet/kardeşlik” ile ilgili olarak önceki haftalarda okunan bahislere göndermelerde bulunduktan sonra söz konusu Mektup’un hâtimesinde gıybet konusuna yer verilmesinin dikkat çekici olduğunu söyledi: “Baktığımızda müellif gıybetle ilgili ayetin bir parçasını metne almış. Ben ilgili ayetin nasıl bir bağlamda geçtiğini, diğer bir ifade ile nasıl bir akışın içinde yer aldığını merak ettiğim için kısaca baktım. Şunu gördüm, söz konusu ayet Hucurât suresinde geçiyor. Bu surede de insanlar arası ilişkilere dair önemli prensipler zikrediliyor. Duyduğuma göre “hucurât” kelimesi aynı zamanda “hücreler” anlamına geliyormuş. Demek ki, söz gelimi, bir organı teşkil eden hücreler nasıl ki birbiriyle uyumlu, birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içinde oluyorlarsa yahut olmaları gerekiyorsa müminler topluluğu da tıpkı bir azanın hücreleri gibi birbirleriyle anlaşma, kaynaşma, yardımlaşma, dayanışma içinde olmaları gerekiyor. Diğer taraftan gıybet ayetinin bağlamını tespit için bu surenin 11. ve 12. ayetlerinin meallerine baktım. 11. ayetin meali şöyle: ‘Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir.’ Devamındaki 12. ayette de şöyle buyruluyor: ‘Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin gıybetini yapmasın. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir’ (49: 11-12). Görüldüğü gibi her iki ayet de ‘Ey iman edenler’ diye başlıyor, zikredilen toplumsal prensiplerle iman arasındaki bağa dikkat çekiliyor (Esasında daha önceki ayetlerle de bu iki ayet sonrasındaki ayetlerde de aynı hitap cümleleriyle başka toplumsal ilkelere de değiniliyor). On birinci ayet, ‘Zannın birçoğundan sakının’ diyor. Ben bunu ‘Zannın hepsinden kaçının’ gibi de anlıyorum. Çünkü hangi zannın günah olduğunu bilmeyebiliyorum. Hani ‘çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz’ diye bir atasözü var. Sanki ‘çok zan da günahsız olmaz’ gibi geliyor bana. Bundan sonra ayet ‘Birbirinizi çekiştirmeyin yani birbirinizin gıybetini yapmayın: Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?’ diyerek gıybetten tiksindiriyor. Bu suretle Kur’an müminleri, bizleri eğitiyor.”
Bunun üzerine bir müzakereci söz alarak şunları söyledi: “Ayette gıybet etmek yani bir kimsenin arkasından onun olumsuz yönlerini dile getirmek ölü kardeşinin etini yemeye benzetiliyor. Buradaki ‘ölü kardeş’i ben şöyle anıyorum: Diyelim ben birisi ile konuşuyorum. Ona orada olmayan, orada bulunmayan birisinin negatif yönlerini söylüyorum. Ne demek bu? Sanki o kişi orada olmadığı için ‘ölü kardeş’ gibi anlaşılıyor. Onun gıybetini yapmakla ne yapmış oluyoruz? O kardeşin ölü etini yemiş oluyoruz.”
Bunun üzerine moderatör şu ilavede bulundu: “Hani kültürde, ‘Ölünün arkasından konuşulmaz’ diye bir söz vardır. Az önce paylaşılan müzakereden şunu anlıyorum: Arkasından konuşmamak için kişinin biyolojik olarak ölmesi gerekmiyor. Eğer olumsuz yönleri ile hatırımıza gelen kişi aramızda değilse, bir bakıma ölü gibidir ve arkasından konuşmamak lazım, diye anlaşılıyor.”
Bir müzakerecinin aynı konudaki kısa paylaşımından sonra moderatör sözü ilgili ayetlere getirerek şunları söyledi: “Mealini paylaştığım iki ayete tekrar dönersem, Yaratıcı bu ayetlerde birinci olarak müminlerin birbirlerini alaya almamaları gerektiğini söylüyor. Niye? Çünkü sen birisini alaya alıyorsan senin, alaya aldığın kişiden daha üstün olduğuna dair kriterin yok. İfade etmeliyim ki bu Kur’anî ölçü bana çok insanî geliyor. Diyelim ki, ben birisini alaya alıyorum. Benim alaya aldığım kişiden daha iyi olduğumu kim söyledi? Çünkü ben yargılama makamı değilim. Ayet-i kerime ikinci olarak birbirinizi karalamayın, diyor. Üçüncü olarak birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, diyor. Dördüncü olarak zannın çoğundan kaçının, diyor. Beşinci olarak birbirinizin kusurlarını araştırmayın, diyor. Altıncı olarak da birbirinizin gıybetini yapmayın, diyor. Bakıldığında bunların birbiriyle yakından alakalı olduğu görülüyor. Yani gıybet bu bir dizi yanlışlıklarla alakalı olarak karşımıza çıkıyor daha doğrusu -Allah korusun- kendimizi onun içinde buluyoruz. Mesela birbirimizin kusurlarını araştırıyorsak adeta otomatik olarak gıybete yol açmış oluyoruz.”
Bir müzakereci metindeki bir ifadeye atıf yaparak şöyle dedi: “Okunan paragrafın son cümlesindeki ‘Evet, Kur’an’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur’ deniyor. Fakat bakıyoruz bunu diyen müellif iki sayfalık bir açıklama yapıyor. Kendi kendime ‘bu bir çelişki değil midir, hem Kur’an’ın beyanı üzerine beyan olamaz diyor hem de uzun açıklamalar yapıyor’ diye. Düşününce şu sonuca ulaştım: Burada bir çelişki yok. Müellif Kur’an’ın beyanı üzerine bir beyanda bulunmuyor. Kur’an’ın beyanını açıklıyor, anlayışımıza yaklaştırıyor, daha çok anlamamızı sağlıyor.” Bunun üzerine başka bir müzakereci de şunları paylaştı: “Söz konusu cümleyi ben de şöyle düşündüm: Kur’an’ın sunduğu usulden daha güzel bir usul çıkartamazsınız. O halde Kur’an’ın metodu üzerine yürüyün, onu takip edin, analizlerinizi o çerçevede yapın, diyor.” Önceki müzakereci tekrar söz alarak şunları ilave etti: “Hakikaten Kur’an’ın usulünü takip etmek gerekiyor. Bu noktaya dikkat çekilmesi çok isabetli oldu. Kur’an gıybetin haramlığını nasıl temellendiriyor, biraz sonra okuyacağız. Gıybet yapmanın akla, kalbe, insaniyete, toplumsal dayanışmaya, fıtrata aykırı olduğunu beyan ediyor. O halde biz de gerek gıybetin haramlığından gerekse diğer haramlardan bahsederken, ‘bu haramdır, bu yasaktır’ diye hüküm cümleleriyle konuşmayacağız. Gerekçelerini söyleyeceğiz. O haramın niçin yasaklandığına dikkat çekeceğiz.” Bunun üzerine önceki müzakereci şu katkıyı paylaştı: “Geleneksel anlayışta haramlar, ‘aman yapmayın, aman yaklaşmayın, yaklaşırsanız Allah yakar’ vs. denilerek anlatıldı. Böyle dendiğinde insan tam tatmin olmuyor. Bir haram, niye haram kılındı, gerekçeleriyle anlatılması lazım. Bunu yaparken de yalnızca hikmeti açısından değil, emir ve yasakların Kur’an’ın temel iman esasları çerçevesinde nasıl bir yeri ve tabanı olduğunu ve insan fıtratına ve kainatta tüm varlıkların varoluş maksadına uygunluğu açısından ne gibi gerekçelere dayandığını belirtmek gerekiyor. Aklın ikna, duyguların tatmin olması lazım. Dolaysısıyla geleneksel eğitim tarzının değiştirilmesi zorunlu görünüyor.”
Bir başka müzakereci ayet-i kerimenin gıybeti “ölü kardeşinin etini yemeğe benzetmesi”ne atıf yaparak şu notları paylaştı: “Hani Ha-mim’in çok önemsediğim ve faydalı bulduğum bir prensibi var: ‘Kur’an’ı kainatın şahitliğinde okumak’ diye. İnsan da kainatın bir parçası. Ayet diyor ki, ‘birbirinizin gıybetini yapmayın, çünkü bu, bir tür ölü kardeşinizin etini yemek gibidir.’ Şimdi ben gıybetin ne kadar uzak kalınması gereken bir haram olduğunu anlamak için bu mânâyı insan olarak hayalimde canlandırıyorum. Gerçekten insan olarak ben ölü bir kardeşimin etini yiyebilir miyim?’ İnsaniyetim ‘asla’ diyor. O halde bu hükmün doğruluğunun kanıtı bizzat insaniyetimiz oluyor, diye anlıyorum.”
Bundan sonra moderatör tekrar Hucurât suresinin 12. Ayetine gönderme yaparak şöyle dedi: “İlgili ayette gıybetin haramlığından önce ‘velâ tecessesû’ ayeti var, yani ‘birbirinizin kusurlarını araştırmayın’, deniyor. Ayetin bu fıkrası gıybete açılan kapıyı kapatıyor. Nasıl? Söz gelimi, eğer ben gıybet ediyorsam, bunun malzemelerini nasıl topluyorum? Mümin kardeşimin kusurlarını araştırarak. Eğer bunu yapıyorsam kendimi gıybete hazırlıyorum. Fırsat bulunca hemen başkasıyla onları paylaşıyorum. Demek ki başkalarının kusurlarının peşinde olmamam lazım. Onları zihnimde biriktirmemem lazım. Yine ayetin ondan önceki fıkrasını hatırlarsak, ‘zan içinde bulunmamalıyım’. Gerek zan, gerekse kusurları araştırmak gıybete giden yolların paket taşlarını döşemek anlamına geliyor.”
Peşinden diğer bir müzakereci de şunları dile getirdi: “Az önce paylaşılan husus bana incelikli bir noktayı hatırlattı. Gıybet önce insanın iç dünyasında başlar. Önce bir kişinin kusurlarına bakarım, onları zihnime koyarım, sonra da uygun birisini bulduğumda zihnimdeki negatif şeyleri ona aktarırım. Niçin? Kusurları araştırdım ve zihnimde biriktirdim. Onun için ayetin ‘velâ tecessesû’ yani ‘casusluk yapmayın,’ insanların açığa vurmadıkları, toplum karşısında ilan etmedikleri, kendilerine ait bir anlayışın ve tavrın bilinmesini istemedikleri için gizli tuttukları şeyleri araştırmayın hükmü çok önemli. Peki ne yapmamız lazım? Bir kardeşimizin kusurunu, eksik bir yönünü gördüğümüzde içimizde tutmadan geçip gitmeliyiz. Kardeşimizin iyi yönleri için Allah’a şükrederiz, eksikliğini araştırmayız, bir şekilde negatif yönlerini görürsek de üzerinde durmayız. Gıybetten ancak böyle uzak kalabiliriz.”
Moderatör bu izaha şu yorumu yaptı: “Demek ki, -tabir caizse-, hiçbir şey israf olmuyor. Eğer kardeşimizin hatalarını veya olumsuz yönlerini zihnimize yazarsak, yeri geldiğinde o, kaçınılmaz şekilde gıybet olarak açığa çıkar. Hani filmlerde, mesela bir tabanca gösterilirse, muhakkak o tabanca filmin ilerleyen sahnelerinde patlar. O halde gıybeti önce kendi dünyamızda bitireceğiz.” Önceki müzakereci ayrıca şu notu düştü: “Gıybette kendimizden kopmak, kendi kusurlarımızı görmemek gibi bir tavır da var. Eğer kusur arayacaksak başkasında değil, kendimizde kusur aramalıyız, kendi eksikliklerimize odaklanmalıyız. Bunu yapmadığımız zaman başkasının gıybetini yaparak kendi gerçekliğimizi bir tür kamufle etme yanlışlığına düşüyoruz.”
Diğer bir müzakereci de şu incelikli yoruma yer verdi: “Sanıyorum ayette geçen ‘ölü kardeşinin eti’ ifadesindeki ‘kardeş’ kelimesini de biraz açmak gerekiyor. Evet, ayette bu kelime ile öncelikli olarak ‘mümin kardeşler’ kast ediliyor. Peki, geniş açıdan bakınca kainat ve kainatta olan her varlık bizim ‘yaratılış kardeşimiz’ değil midir? Onların gıybetini yapabilir miyiz? Onların eksiklik gibi gördüğümüz yönlerini dilimize dolayabilir miyiz? Mesela şu ağaç eğri, şu hayvan çirkin, hava durumu için, söz gelimi ‘bugün sisli, kötü’ diyebilir miyiz? Elbette ki hayır! Demek ki gıybet insanlar arası ilişkilerde haram olduğu gibi mevcudat açısından da haramdır, haram olmalıdır. Zira kainatta gördüğümüz her şey ‘güzel’dir ve bize çirkin gibi gelenleri dilimize dolamak Yaratıcıya karşı da bir çeşit saygısızlıktır.” Bu açıklamaya bir müzakereci şunları ekledi: “Evet, kainatın gıybetini de yapmamak lazım, iftira da atmamak lazım. Hani ileride, metinde tanımlandığı üzere gıybet, ‘birisi orada değilken, onun güceneceği negatif yönlerini konuşmaktır.’ Eğer bir kişinin gıyabında onda olan ve güceneceği şeyleri değil, onda olmayan negatif şeyleri konuşuyorsak bu, -Allah korusun- iftiradır. Baktığımızda kainatta her şey güzeldir, yaratılışta her şey güzeldir, Yaratıcıya bakan yönüyle her şey güzeldir (Yaratılışımızca bize sevdirilmeyen şeyler ise ayrı hikmetleri taşımaktadır). Eğer yaratılışa dil uzatarak, mesela ‘domuz pistir’ dersek bir bakıma iftira atmış oluyoruz. Domuz etinin haram kılınması ayrıdır, onun ‘çirkin bir yaratılışa sahip olduğunu’ iddia etmek ayrıdır ve böyle bir iddia yanlıştır. Şu halde hem kainata iftira atmaktan hem de zahiri bakışımızı esas alıp kendimize göre bazı negatif şeyleri söyleyerek mahlukatın gıybetini yapmaktan uzak kalmamız gerekiyor.”
Bundan sonra benzer nitelikte tefekkürler gündeme getirildikten sonra, -metindeki ifade ile- altı derece zemmi zemmederek gıybetten altı mertebe şiddetle sakındıran şu parça paylaşıldı: “İşte ‘e yühibbü ehadukum en ye’küle lahme ahîhi meyten’ âyetinde altı derece zemmi zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor. Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, ‘âyâ’ mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var. İşte, birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahâlli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
İkincisi: ‘yühıbbü’ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahâlli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: ‘ehadukum’ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü ‘en ye’kule lahme’ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: ‘ahîhi’ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: ‘meyten’ kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?”
Derste altı maddenin her biri ile ilgili olarak çok verimli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunları ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=jUelfaoYC0Y) bir müzakerecinin şu notunu aktarmakla yetinmek istiyorum: “Ayet çok açık biçimde gıybetin akla aykırı olduğunu, kalbe aykırı olduğunu, hayat-ı içtimaiyeye aykırı olduğunu, insaniyete aykırı olduğunu, vicdana ve fıtrata aykırı olduğunu ortaya koyuyor. Gıybet eden bir kimse bütün bu aykırılıkları çiğnemiş oluyor. Dolayısıyla, gıybet yapan kimseye acımak gerekiyor; aklından, kalbinden, vicdanından, fıtratından zoru olduğu için. Gıybet eden aslında kendi kişiliğini, kendi zaaflarını, kendi kusurlarını deşifre etmiş oluyor. Çok tehlikeli. Çok dikkat etmek lazım. Biz de Kur’an’ın hükümlerini, imanî konulardaki ileri sürdüğü delilleri, misalleri ve peygamber kıssaları ile bize aktarılan mesajların gerek kişi eğitimi ve gerekse toplum eğitimi açısından değerlendirmelerini, insaniyetimizin duygularına hitap edecek ve ikna edecek şekilde izah etmek gerektiğini öğrenmeliyiz. Bu ayeti bir örnek çalışma olarak sunan Said Nursi, diğer konularda da yaptığı gibi, muhataplarını sağlıklı bir Kur’an okuma eğitimine tabi tutuyor. Değişik konularda böyle birkaç örnek çalışma yapıp, diğer benzer konuları da bu prensiplere uyarak Kur’an’ı anlamaya çalışın veya tefsiri yapın, demek istiyor. Diğer bir örneği de Hz Yunus ve Hz Eyyub kıssalarını anlatan ayetlerin fıtrata ve imanî esaslara dayanarak nasıl anlaşılması gerektiğine dair yaptığı çalışmalardır. Bu iki peygamber kıssası üzerinden okuma yaparak diğer peygamber kıssalarını aynı doğrultuda anlamak gerektiğini okuyucuya bırakıyor. Daha açık ifadeyle bu örnekler üzerinden rehberlik yaparak, Kur’an’ı anlamada hazırlık eğitimi ile bize önderlik yapıyor. İşârâtü’l-İ’caz adlı eseri, 25. Söz olan ‘Mucizat-ı Kur’aniye Risalesi’ bunlardan bazılarıdır. Daha da incelikli bir Risale-i Nur okuması ile her bir Risaleciğin kendine başlık edindiği ayetlerinin bizim için örnek tefsirini yaptığını anlıyoruz. Demek ki, Risale-i Nur; Kur’an okuma, anlama ve faydalanma eğitim kitapları olarak ele alınıp okunmalıdır. Özetlersek, Risale-i Nur, Kur’an öğrencisi olma niyetiyle okunmalı ve bu kitapların bu çağın gereklerine göre Kur’an okumada bir köprü veya bir hazırlık kursu olduğu dikkate alınmalıdır.”
Benim, kendi adıma çok istifade ettiğim bir ders oldu. Allah razı olsun.