Ders Notları

Allah ‘Yaratılmışlığımız’ Kadar Bize Yakındır!

Allah ‘Yaratılmışlığımız’ Kadar Bize Yakındır! | Ha-Mim

Ha-mim’de iki hafta önce yapılan (12. 03. 2023) Lahikalar dersinde, Barla Lahikası’nda geçen bir mektup dolayısıyla (mektup no: 217) vahdet-i vücûd konusu müzakere edildi, kıymetli tefekkürler paylaşıldı. Bu vesile ile metinde geçen “Rubûbiyet-i mutlaka” ve “Hallâkiyet-i külliye” gibi terkipler hakkında günlük hayatımızla ilişkili önemli yaklaşımlar gündeme getirildi. Ben müellifin başka yerlerde de esaslı tahliller yaptığı vahdet-i vücûdla ilgili ortaya konulan tefekkürleri ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=0P9HRE5cPTg), burada özellikle “Hallâkiyet-i külliye” tamlaması etrafında gerçekleştirilen bir müzakereye değinmek istiyorum.

Bir müzakereci şunları söyledi: “Allah’ın her daim, her şeyi yarattığına dair ifadeyi düşündüğümde şunu hatırladım: Biz ‘Allah her zaman, her şeyi yaratıyor’ ifadesini kullandığımızda Allah katından bakarak böyle bir cümle kurmuş oluyoruz. Oysa usul olarak -Ha-mim derslerinde sıklıkla vurguladığımız üzere- bizim yaşadığımız gerçeklikten ve gözlemlerimizden yola çıkarak sonuçlara varmamız lazım. Çünkü Allah’ın her zaman, her şeyi yarattığını bizim fiziken gözlememiz mümkün değil. Zaten problemin kaynağı da bu! Bu iyi anlaşılmayınca insanlar ya vahdet-i vücûd anlayışına gidiyorlar ya da Yaratıcıyı inkar cihetine gidiyorlar. Benim kanaatin böyle.”

“O zaman biz ne diyeceğiz? Biz insanız. Yaşadığımız hayata bakacağız, gözlemlerimizden hareket edeceğiz. Bakıyoruz bu kainata, sayısız var oluşlar, sayısız vücuda gelişler görüyoruz. Her bir varlığa bakıyoruz; öncesiyle, şimdisi ile sürekli bir yenilenme, sürekli bir farklılık, sürekli bir değişme görüyoruz. Mesela şu anda gördüğüm bir ağaç, bir ay önceki ağaç değil, şimdi daha fazla yaprağı var. Şu anda gördüğüm bir kedi geçen senenin kedisi değil, daha bir büyümüş. Nihayet ben, önceki yılların beni değilim, hatta dünün beni değilim. Dün başka bir ‘ben’ idim, bugün başka bir ‘ben’ olarak varım. Bunu sorgulayarak, ‘bugün bana yeni bir ‘ben’, yeni bir varlık verildi, kim verdi bunu?’ dediğim zaman, bu alemde bunun kaynağını bulamıyorum. Diyorum ki, ‘Bana şu anda kim böyle bir varlık vermişse o Rab olması gerekir, Rabbü’l-alemîn olması gerekir’. Bu alemlerin varlık kayağı ama kendisi bu alemler cinsinden olmayan mutlak bir Varlık Kaynağı! Büyük desem yetmez, şöyle desem yetmez, böyle desem yetmez, ne gibi ifade kullansam yetmez! Onun için ne diyoruz? Mutlak! Bu Yaratıcı ‘mutlak’ olması lazım, diyorum.”

Ama tasdikin devamlı olarak varlık aleminin şahitliği altında gerçekleşmesi lazım. Bunu anladığımızda ne vahdet-i vücûd anlayışına kapılırız, ne inkara sürükleniriz. Niye? Kainattan başlanarak yapılan tefekkür hiçbir zaman saptırmaz. Eğer sebepler üzerinde uzun incelemeler yapmış, bunların yaratılışta tesirli olmadığını kesin şekilde anlamış, etken olanın Gaybî Kudret olduğu sonucuna tam olarak ulaşmış isek, her defasında yine uzun uzun aynı sorgulamayı, aynı muhakemeyi yapmak gerekmez. Önemli olan bu usulün yerleşmesi. Bu usul yerleşince meleke haline geliyor, her an yenileniyor. Her vesile ile tecdit yaşanıyor. Bu halimizle huzur-ı ilahide olduğumuzu anlıyoruz.

“İşte ‘Hallâkiyet’i böyle anlamak gerekir. ‘Hâlık’ sözcük olarak ‘yaratıcı’ demek, bir şeyin yaratıcısı. ‘Hallâk’ kelimesi ise ‘devamlı yaratıcı olan’ demek. Arapçada “faâl” kalıbı bunu ifade eder, devamlılığı, sürekliliği. Mesela fırıncıya ‘habbâz” denir yani devamlı ekmek yapan, mesleği bu olan anlamında. Ben de bir gün ekmek yaparım ama ‘habbâz’ olamam. Her ne ise… İşte o yaratıcıya ‘Hallâk’ olan diyorum. Nereden ulaşıyoruz bu sonuca? Gördüklerimizden, gözlemlerimizden. Beni anne karnında O yarattı, çocukluğumda O yarattı, geçen sene O yarattı, dün O yarattı, şimdi O yaratıyor olmalı. Sadece beni mi? Her şeyi, vücuda gelen her varlığı, O yapıyor. Her şeyin ve her varlığın her halini, bütün zamanlardaki her halini! Bakıyorum dünkü yaratılışım, bugünkü var oluşum, her varlığın dün var oluşu, şimdi var oluşu… bunları düşününce O Yaratıcının gücü, kudreti sonsuz olması lazım, yaratıcılığı da mutlak olması lazım diyorum. İşte Hallâkiyete böyle ulaşıyorum, o Yaratıcıyı Hallâk diye anıyorum ve anlıyorum. Kur’an’ın Onu “Hallâk” diye anmasını da böylece içime sinmiş olarak tasdik ediyorum. Bu suretle tefekkürüm yaratılandan Yaratıcısına ulaşma şeklinde gerçekleşiyor, gerçekleşmesi gerekiyor.”

“Ulaştığım sonuç ezbere veya geleneğe dayalı olarak değil, yaratılandan Yaratıcıya doğru esaslı bir usule göre gerçekleşince bunu söylüyor, bunu dillendiriyorum. Ki beynim de buna göre çalışsın. Duygularım da ona göre hassasiyet kazansın. Çünkü insan beyni ve duyguları böyle çalışıyor. Mesela diyorum ki, ‘Ben şimdi kendimi Allah’ın huzurunda hissediyorum’. Peki kendimi nasıl Allah’ın huzurunda hissediyorum? Çünkü benim şu anda yaratılışımın yenilendiğini, tecdit edildiğini gördüğüm için. ‘Tecdit’ kelimesini bilerek orijinali ile kullandım. Niçin? ‘İmanınızı lâ ilâhe illallah sözü ile tecdit edin, yenileyin’ hadisi (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 359) ile bağlantı kurayım, paralellik kurayım diye. Benim şu halimi yenileyen, tecdit eden yani dünkünden farklı kılan kim ise Onu tasdik edip hatırlayayım diye. O zaman ne gerekiyor hızlıca? Hani ilk zamanlarda matematikten karışık bir problemin çözümü birkaç saat sürebilir ya. Sonra o kadar ünsiyet ediliyor ki aynı ya da benzer bir problem kolayca ve çok kısa bir zaman içinde çözülebiliyor. Buna bir çeşit ‘hads’ denir Risalelerde. Yani bir tür meleke kazanıyor. Ama hiçbir zaman ‘Tamam, buna ulaştım’ diyerek delilsiz kalmıyoruz. Daima iman ile yaşamaya, onu canlı tutmaya çalışıyoruz. Çünkü Resul-i Ekrem’in (asm) ifadet ettiği hadisin bize verdiği mesaj da bu. Sözel olarak ‘lâ ilâ illallah’ demekle sınırlı değil. Allah insana öyle bir kabiliyet vermiş ki gayret gösterince o husus meleke haline gelebiliyor.”

“İmanın meleke haline gelmesinin herkesin kolayca anlayacağı basit misali araba kullanmaktır. İlk defa araba kullanırken neler çektim ben. Vites neresi idi, depraj nerede idi, gaz pedali neresi idi vs? Ama şimdi hiç düşünmeden, kolayca araba kullanabiliyorum. Hatta araba kullanırken başka işler de yapıyorum. Bir taraftan yola bakıyorum, trafiğin akışını gözlüyorum, bir taraftan bir şeyler dinliyorum. O bir şeylerin en güzeli Kur’an. Kur’an dinliyorum veya onun güzel bir tefsiri olarak Risale seslendirmeleri var, onları dinliyorum. Allah insanı bir anda birden fazla işle meşgul olabilecek biçimde yaratmış. Her ne ise… Bunları yaparken bir iş diğerine mani olmuyor. Bu arada elim, ayağım bir şeylerle uğraşıyor. Ama peşin hükme de kapılmıyorum, direksiyonu bırakmıyorum. Direksiyon konusunda dikkatsiz yahut ihmalkar davransam kendimi yol kenarında bulabilirim.”

“Demek ki ‘tamam canım, inandık, inanıyoruz’ diye peşin hükme dayalı olarak hareket etmeyeceğiz, dikkate gerek yok demeyeceğiz. Aksi halde kaybederiz. Türkçede ‘akıbetimiz hayır olsun’ deriz ya, devamlı tasdikimizi yenilememiz lazım. Ama tasdikin devamlı olarak varlık aleminin şahitliği altında gerçekleşmesi lazım. Bunu anladığımızda ne vahdet-i vücûd anlayışına kapılırız, ne inkara sürükleniriz. Niye? Kainattan başlanarak yapılan tefekkür hiçbir zaman saptırmaz. Eğer sebepler üzerinde uzun incelemeler yapmış, bunların yaratılışta tesirli olmadığını kesin şekilde anlamış, etken olanın Gaybî Kudret olduğu sonucuna tam olarak ulaşmış isek, her defasında yine uzun uzun aynı sorgulamayı, aynı muhakemeyi yapmak gerekmez. Önemli olan bu usulün yerleşmesi. Bu usul yerleşince meleke haline geliyor, her an yenileniyor. Her vesile ile tecdit yaşanıyor. Bu halimizle huzur-ı ilahide olduğumuzu anlıyoruz.”

Allah diyor ki bize, ‘Size yaratılmışlığınız kadar yakınım!’ Bu sonuca ulaşmak benim için çok çarpıcı oldu: ‘Yaratılmışlığınız kadar yakınım!’ O halde biz kendimizin, çevremizin yaratılmışlığını bilirsek, o kadar Allah’ın huzurunda huşû ile yaşarız. Çok zor bir şey değil bu. O kadar kolay ki, bu bilince ulaştığımızda her yere gülümseyerek gidebilir, her eşyaya tebessüm içinde bakabilir, her nesneye selam verebilir, ‘Ey Allah’ın şahitleri, esenlikler olsun size, benimle sizin aranızda selamet var, barış var’ diyebiliriz. Böylece ‘Hallâkiyet’ tecellisi ile sürekli baş başa olduğumuz anlayabiliriz, hissedebiliriz.

“Bu, pratikte bizim işimize nasıl yarar? Pratik çok önemlidir. Çok zaman önce bir reklam ifadesi vardı, -reklam derken, İslam’da reklamın olmadığını da bilelim-, ‘Şöyle bir ürünümüz var, size telefonunuz kadar yakınız’ derlerdi. ‘Telefonunu açın, beraber olacağız’ derlerdi. Allah diyor ki bize, ‘Size yaratılmışlığınız kadar yakınım!’ Bu sonuca ulaşmak benim için çok çarpıcı oldu: ‘Yaratılmışlığınız kadar yakınım!’ O halde biz kendimizin, çevremizin yaratılmışlığını bilirsek, o kadar Allah’ın huzurunda huşû ile yaşarız. Çok zor bir şey değil bu. O kadar kolay ki, bu bilince ulaştığımızda her yere gülümseyerek gidebilir, her eşyaya tebessüm içinde bakabilir, her nesneye selam verebilir, ‘Ey Allah’ın şahitleri, esenlikler olsun size, benimle sizin aranızda selamet var, barış var’ diyebiliriz. Böylece ‘Hallâkiyet’ tecellisi ile sürekli baş başa olduğumuz anlayabiliriz, hissedebiliriz. Allah hepimize bu hali nasip etsin”.

“Tekrarlıyorum, bu hem çok kolay, hem çok basit, hem çok huzurlu bir hal! Kainatın yaratıcısı sürekli olarak yaratarak öyle bir yaratılış gerçekleştiriyor ve diyor ki, ‘Size yaratılışınız kadar yakınım! Hani Kur’an’da bir ayet var; ‘O, size şah damarınızdan daha yakındır’ (Kâf 50/16) diye. Bu ne demek? İnsanın şah damarına bakıyorum, fiziken bir şey görmüyorum. Bunun mecazi bir anlam içerdiği belli. Peki ne demek? Bence işte bu demek! Ne kadar anlamlı, insaniyetimize ne kadar uygun, gönlümüze ne kadar güven ve huzur veren bir formül bu! Allah hepimiz bu formüle uygun olarak yaşamayı nasip etsin!”

Bu müzakereden sonra kendimi şöyle düşünmekten alıkoyamadım: Konuşmada işaret edildiği gibi yaratılıştaki gözlemlerimizden yola çıkarak bir Yaratıcının olduğuna, bunun da ‘mutlak’ olduğuna, olması gerektiğine ulaştıktan sonra, Ona bir mekan vermek elbette doğru olamaz. O, bütün mekana tecelli eden fakat kendisi bir mekanda olmaktan münezzeh bulunan -çünkü mekan ya da mekanda olmak yaratıklara mahsus bir özelliktir- bir Yaratıcı olmalıdır. Yaratan O ise, her şeyi, her anda yaratan O ise, Onu bütün yaratıklara “yarattıkları kadar” yakındır demek çok anlaşılır görünüyor. Allah razı olsun. Öte yandan düşündüğümüzde benim gördüğüm, gözlediğim şeyler “yaratmalar”la sınırlı değil. Başta kendim olmak üzere bütün canlılar yaşıyorlar. Yaşatan O olduğuna göre O, “yaşam” kadar her hayat sahibine yakın. Yine ben, diğer varlıklar gibi sayısız rızka, nimete muhtacım ve bunlar sürekli olarak karşılanıyor. O halde O Rezzâk “rızıklanmalar”ım kadar bana yakın, nimetlenmelerim kadar bana yakın! Sahip olduğum daha doğrusu sahip kılındığım diğer özellikleri düşünerek tefekkürü ilerletmek mümkün. Ama yine müzakerede işaret edildiği gibi önemli olan bunları “bilinç” ve “hal” olarak yaşamaya çalışmak. Allah yaşamaya çalışanlardan eylesin.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın