Ders Notları

Delilin Akıl Midesinde Hazmedilmesi

Delilin Akıl Midesinde Hazmedilmesi | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (11. 03. 2023) yapılan Divan-ı Harb-i Örfî okumaları dersinde Sekizinci Cinayet başlığı ile Dokuzuncu Cinayet başlığının bir kısmı okunup müzakere edildi. Gerek doğrudan metinle gerekse müzakerelerin çağrıştırdığı konularla ilgili olarak faydalı tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=YToiMpSfFWM) aşağıdaki pasajın bulunduğu parça ile bir müzakerede dile getirilen “delilli konuşma ve delilin akılda hazmedilmesi”ne dair gündeme getirilen müzakereler değinmek istiyorum:

“…Bir gazetede yazdım ki, Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerinin cemiyetidir. Umum mü’min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve ilâ-yı kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü’min askerler tamamıyla bu maksada mazhardırlar… (Divan-ı Harbi-i Örfi [Eski Said Dönemi Eserleri içinde, İstanbul 2017], s. 125-126).

Metinde müellif, vaktiyle bir gazetede en mukaddes cemiyetin ehl-i iman askerlerinin cemiyeti olduğunu yazdığını, rütbesi ne olursa olsun bu mesleğe girenlerin bu cemiyetin mensubu olup bu cemiyetin ana maksadının da ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve i’lâ-yı kelimetullah olduğunu ifade ettiğini belirtiyor. Devam eden paragrafta da “İttihad-ı Muhammedî”nin -kendi açısından- bir fırka ve cemiyet olmayıp birinci safta olanlarını gaziler, şehitler, alimler, mürşitlerin teşkil ettiğini ancak kendisinin bu adla anılan bir cemiyete karışmadığını söylüyor. Fakat ne yazık ki bunlar dikkate alınmaksızın 31 Marta ayaklanmasından sorumlu tutularak mahkemeye getirildiğini ifade ediyor.

Müslümanlar arasında da delili, delilli konuşmayı küçümseyen yaklaşımlar var. ‘Efendim din akılla olmaz, iman akıl meselesi değildir’ gibi. Halbuki Kur’an başta Yaratıcının varlığı ve birliği, ahiretin gerçekliği olmak üzere temel konuları delilleriyle ortaya koyuyor. Onlarca, belki yüzlerce ayette insanları ‘aklı kullanmaya’ davet ediyor.

Bir müzakereci şunları söyledi: “Bu mesleğe girenler, ehl-i iman olanlar daha önce tarif ettiği İttihad-ı Muhammedî dairesine otomatik olarak dahildir. Vaktiyle ben ‘İslam bizim doğma-büyüme hakkımızdır’ mealinde bir söz söylerdim. İslam demek Allah’ın dini demek, Allah’ın dini demek beni ve alemi yaratanın benim fıtratıma, insanî ihtiyaçlarıma karşılık gelecek şekilde bir paket hazırlayıp bir görevli vasıtasıyla -ki, ona biz resul diyoruz- önüme koyduğu esaslar demektir. Bu esasları onaylayanlar da mümin yani ehl-i imandır. Metinde bu daireye girenlerin amaçlarının ittihad, uhuvvet, itaat, muhabbet ve i’lâ-yı kelimetullah olduğu belirtiliyor. Bunlar bilinen kavramlar olmakla beraber, mesela i’lâ-yı kelimetullah cihadı ifade ediyor. Kur’an ‘Eğer ehl-i iman iseniz bunun birinci şartı cihattır’ demeye gelen mesajlar verir. Hatta -konu bu değil- metinde geçmiyor ama insanlar için hicret cihattan da önce gelir. Ayetlerde ‘hicret edenler, cihat edenler’ diye sayılır (Bakara 2/218). ‘Hicret eder’ demek varlık aleminde ve sosyal hayatta konumunu belirler, yanlış konumdan çıkar, doğru konuma girer; ondan sonra da o doğru konumda istikrarlı bir şekilde devam eder demektir. Askerlik de budur diye anlıyorum.”

“Şimdi burada ‘ittihad-ı İslam’ kavramını tarif etti, ‘İttihad-ı İslam Cemiyeti’ni değil. O bir kuruluş, bir tür dernek. Birkaç kişi bir araya gelmiş, böyle bir teşekkül kurmuşlar. Kurabilirler. Bu sosyal bir faaliyettir, insanlar istediği derneği kurabilirler. Ama hiçbir cemiyet, hiçbir kuruluş “ittihad-ı Muhammedi” terimini kendi tekeline alamaz. Zira Resulullah’ın getirdiği dini benimseyen herkes bu dinin mensubudur. Peki bunun özelliği, maksadı neymiş, metindeki sıralamaya göre? İttihatmış, uhuvvetmiş, itaatmiş, muhabbetmiş ve i’lâ-yı kelimetullah imiş. Bu özelliklere sahip olan kimseler yer yüzünün en mukaddes camiasına mensup olan kimselerdir. Bu özellikler birbirine bağlı, birbiriyle ilişkili özellikler olarak görünüyor. İttihat olmadan uhuvvet olmaz, uhuvvet olmadan itaat olmaz, itaat olmadan muhabbet olmaz, muhabbet olmadan i’lâ-yı kelimetullah olmaz. En sonunda i’lâ-yı kelimetullah geliyor. Yani hak bildiğimiz yerde sabit-kadem duracağız, yalpalamayacağız, esnemeyeceğiz, dahası durduğumuz hak yerinin ya da hak yolunun hakkını vermek ve hakkını korumak için çaba sarf edeceğiz.”

Bu müzakereden sonra moderatör paylaşılan tefekkürün metnin hayatımıza bakan mesajlarını ifade eden bir özet olduğunu belirtti. Ardından başka bir müzakereci şunu ifade etti: “Az önce paylaşılan müzakerede hicret-cihad ikilisinin gündeme getirilmesinden çok istifade ettim. Demek ki biz hicret yapmadan yani konumumuzu tam olarak belirlemeden cihat yapamayız. Önce hak olan bir zemin bularak orada duracak, ondan sonra kendimizden emin olduğumuz bu insanî duruşumuzun korunması ve başkalarıyla paylaşılması doğrultusunda mücadele edeceğiz, diye anladım ve anlıyorum.”

Diğer bir müzakereci de aynı noktaya değinerek şunları söyledi: “Müzakerede hicret kavramıyla ilgili olarak paylaşılan yorum bana da çok önemli geldi. Çünkü hicret deyince biz, geleneksel anlayış çerçevesinde bir mekandan başka bir mekana intikal etmeyi anlıyoruz. Elbette bu hicrettir ama hicret bununla sınırlı değildir ya da bundan ibaret değildir. Resul-i Ekrem (asm) Mekke’de tarifsiz zorluklara maruz bırakılınca hatta canına kast etmek üzere bir plan kurulduğunda ilahî izinle Mekke’den ayrılıp Medine’ye hicret etmiştir. Ama o bir hadisinde hicreti Allah’ın yasaklarından kaçınmak olduğuna işaret edip muhaciri ‘Allah’ın yasaklarından kaçınan kimse’ olarak tarif etmiştir (Buhari, “İman”, 4) Demek ki hicret ilahî yasaklara, yani kainatın yaratıcısının maksadıyla çelişen yanlış varlık yorumu ve hayat tarzına karşı hassasiyet, bunun gerektirdiği bir duruş ve  bir hal olarak görülüyor. Eğer hak adına bu hassasiyet ve duruş ya da hal mekan olarak da ayrılıp başka bir yere gitmeyi gerektiriyorsa elbette gidilecektir.”

Ardından metinde yer alan Dokuzuncu Cinayet başlığı okundu ve müzakere edilmeye başlandı. Bu münasebetle konu “delilli konuşmak” üzerine yoğunlaştı. Bir müzakereci şunları söyledi: “İslamî hakikatler delilsiz, kuru iddialar üzerine kurulamaz. Kur’an’ın açık daveti budur! ‘Kul hâtû burhânekum: Deliliniz getirin’ der Kur’an (21/24; 27/64). O halde ‘şu söylemiş, bu söylemiş demenin alemi yok, delilli konuşmak lazım. İkna edecek delil ya da delilleri sıralamak lazım. Burada yanlış anlaşılmamasını umarak bir şey söyleyeyim: Delil akla hitap eder, hisse hitap etmez! Deliller maddi alemden alınır, tecellilerden alınır, yansımalardan alınır; aklın önüne konulur. ‘Şu gördüğümüz vakıa, kainattaki şu tablo beni şöyle bir sonuca götürdü’ denilir. Kainatla kurduğum ilişki benim için aklın malzemesidir. Ama ruh ayrı bir alanda çalışır, kendine has mecrada çalışır. Her ne ise… Konuşulduğu zaman delilli konuşmak gerekiyor. Türkçede bir söz var, ‘lafla peynir gemisi yürümez’ diye. Laf değil, delil öne çıkacak, delile dayanılacak. ‘Efendim biz Müslümanız, Kur’an hak kitaptır’ deyip temellerini delillerle doldurmadan, deliller sunmadan konuşmaktan kaçınmayı alışkanlık haline getirmeliyiz. Biz dinimizi ve kitabımızı ne kadar övüyorsak, söz gelimi, Hıristiyanlar da dinlerini, kitaplarını o kadar övüyorlar. ‘İsa kurtarıcıdır’ diyorlar. Peki ‘deliliniz nedir’ denildiğinde İncil’e referansta bulunuyorlar. Peki ‘İncil hakkında deliliniz nedir’ denildiğinde din alanında akla gerek yok diyorlar vs.”

Akıl midesinde hazmedilmeyen bir şey kalbe inmez. Demek ki yiyeceğiz, lokmayı ağzımızda çiğnediğimiz gibi çiğneyeceğiz, sonra tükürüğümüzle birlikte yutacağız. Midemizde yani akıl midemizde iyice yoğrulacak, sindirime tabi tutulacak. Ondan sonra da duygulara, ‘gel, bak, bunlar sana uyar mı, faydalı mı, bunlardan hoşlandın mı?’ diyeceğiz.

“Müslümanlar arasında da delili, delilli konuşmayı küçümseyen yaklaşımlar var. ‘Efendim din akılla olmaz, iman akıl meselesi değildir’ gibi. Halbuki Kur’an başta Yaratıcının varlığı ve birliği, ahiretin gerçekliği olmak üzere temel konuları delilleriyle ortaya koyuyor. Onlarca, belki yüzlerce ayette insanları ‘aklı kullanmaya’ davet ediyor. Ama maalesef gelenek Kur’an’ın bu davetinin hakkını yeterince vermedi. Kimlik üzerinden din takdimi yapıldı. Hamaset öne çıkarıldı. Bakıldığında, Anadolu insanı duygusal millettir. Birisi ‘Allah’ dese hemen arkasından koşar. Birisi bir ürün çıkarıp altına ayet yazsa hemen kutsar. Halbuki belki de bunu yapan çıkarcının tekidir. Müslümanların parasını almak için buna başvurmuştur. Her ne ise… Sözün özü Kur’an’ın ısrarlı davetini dikkate alarak, önce kendimizden başlayıp delilli konuşmalıyız, peşin hükümlerden uzak durmalıyız.”

Arkasından başka bir müzakereci metinle alakalı paylaşımlarda bulunduktan sonra şunu ekledi: “Delilli konuşmaya yapılan vurgu çok istifadeli oldu. Müzakere sırasında delilin akla hitap ettiği, hislere hitap etmediği belirtildi. Benim aklıma şöyle bir soru geldi: Acaba akla hitap eden, aklı muhatap alan delil; akılda iyice hazmedildikten sonra duygulara da aksetmez mi? Nitekim, mesela beden midemizde hazmedilen yiyecekler bütün bedene yayılmıyor mu?” Bu soru üzerine önceki müzakereci söz alarak şunları aktardı: Evet, o bağı kurmak gerekiyor. Zaten eserlerini okuduğumuz müellif ‘hakikatlerin akıl midesinde hazmedildikten sonra kalbe, bütün duygulara yansıdığını’ ifade eden bir açıklama yapar. Demek ki ilk ve en önemli iş akıl midesinde hazmedilmek. Akıl midesinde hazmedilmeyen bir şey kalbe inmez. Demek ki yiyeceğiz, lokmayı ağzımızda çiğnediğimiz gibi çiğneyeceğiz, sonra tükürüğümüzle birlikte yutacağız. Midemizde yani akıl midemizde iyice yoğrulacak, sindirime tabi tutulacak. Ondan sonra da duygulara, ‘gel, bak, bunlar sana uyar mı, faydalı mı, bunlardan hoşlandın mı?’ diyeceğiz. Bu ikinci aşama insanın iç dünyasında gelişen ve gerçekleşen bir olaydır. Duygularımızı başkalarına anlatamayız. Hani bir şair ‘Mutluluğun resmini yapabilir misin?’ diye sorar. Sonuç olarak bizim yapacağımız şey Kur’an’ın yaptığı gibi her şeyi delilleriyle birlikte sunmak olmalıdır. Bundan sonra gelen aşamada diğer süreçler devreye girerek devam eder.”

Derste aklî delillendirmeye dayalı imanın belli eğitim seviyesinden geçmiş insanlara mahsus olmadığı, okuması-yazması olmayan insanlardan da nicelerinin kendine göre delillendirmelere sahip olduğu, mesela Anadolu’da “Rabbimin ne güzel hediyeleri” diye Yaratıcısı adına çiçeklerle konuşan insanlar olduğu paylaşıldı. Muhataba aklî temellendirmelerde bulunurken dikkat edilmesi gereken hususlara dair önemli prensiplere işaret edildi. Ayrıca insanın “bütün” halinde düşünülerek akıl-duygu dengesini sağlamaya yönelik noktalara dikkat çekildi. Ben kendi adıma hem “hicret” kavramına ilişkin çizilen çerçeve hem fikirlerimizi deliller çerçevesinde oluşturmak ve muhataplara da delilli konuşmak gerektiği, hem de aklî delillerin salt akılda kalmayıp iyice hazmedilmesi halinde kalbe yani duygulara yansıyacağı… gibi açıklama ve yorumlardan çok istifade ettim. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın