Ha-mim’de, geçen hafta sonu yapılan (24. 04. 2022) Lahikalar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=5l6WLIDiHlA), Barla Lahikası’ndan 74-81. mektuplar okunup müzakere edildi. Müellifin Barla’da ikamet ettiği dönemde kendisi ile ilişki içinde olan talebelerinin kaleme aldığı bu mektuplar, onların his dünyalarını yansıttığı gibi bizim pratik hayatımız açısından da önemli mesajlar taşıyor. Benim kayıtlardan takip ettiğim derste bu mesajlar hayatımıza bakan boyutlarıyla daha somut olarak dile getiriliyor. Kayıtların tamamını dinlediğimde, özellikle 80. Mektup vesilesiyle paylaşılan tefekkürler bana çok istifadeli geldi.
Söz konusu mektubun ilk paragrafında hitap cümlesinden sonra şu ifadelere yer veriliyor: “Bekir Ağayla gönderdiğiniz mektuptan duyduğum süruru tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor, ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor, kalbim mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım. Sizden pek büyük istirhamım budur ki, beni affediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum…” (Barla Lahikası, İstanbul 2020, s. 67)
Mektubun sahibi olan Hüsrev Abi (Altınbaşak), Üstad’ın mektubu kendisine ulaştığında büyük sevinç duyduğunu, sevincinden mektubu öptüğünü, cismen uzaklığına rağmen ruhen müellifle beraber olduğunu, ciddi duygusal havaya girip hüzünlendiğini, bu hüznünü Risaleleri yazarak ve okuyarak teskin ettiğini anlatıyor. Derste, bilhassa mektupta geçen “İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim” ifadesi üzerinde kıymetli düşünceler dile getiriliyor. Bir müzakereci şunları söylüyor: “Dünyayı sevmek ya da sevmemek genel bir ifade. Her halde dünyayı ikiye, belki daha fazla kısma ayırarak değerlendirmek gerekiyor. İlki Rabbimizi tanımaya dönük yönü. Zira biz Rabbimizi kainat üzerinden, dünya üzerinden tanıyoruz. Dolayısıyla bu yönü bakımından dünyadan kurtulmayı istemek gibi bir durum söz konusu değil, olmamalı. Bir de bizi Rabbimizden alıkoyan, çeşitli ihtiraslarımıza konu olan yönü var dünyanın. Bazen ne kadar istesek de dünyanın bu yönünden kurtulamıyoruz; bir şekilde bizi kendisine çekiyor. Biz de çırpınıp duruyoruz. Her halde mektupta şikayet edilen dünya bu. Hepimiz için gerçekten tedbir almamız gereken zor bir durum.”
Başka bir müzakereci konuyu biraz daha açıyor: “Önceki müzakerecinin işaret ettiği ve Risalelerde de dile getirildiği üzere dünyanın üç yüzü var: Allah’ın isimlerinin yani özelliklerinin tecellisine bakan yüzü, ahiret için hazırlık yapmaya yönelik yüzü ve insan nefsine bakan yüzü. Dünyayı sevmek ya da dünyayı terk etmek bu yüzlerle ilgili. Bu mektupta dünyanın üçüncü yüzünden söz ediliyor ve onu terk edememenin sıkıntısına değiniliyor. Netice itibariyle bizim açımızdan dünya ve dünya işlerine bakış ilk iki yüzü dolayısıyla olmalıdır. İlk iki yüzü itibariyle dünyayı sevmek, üçüncü yüzü itibariyle dünyayı terk etmek gerekiyor. Ben bunu şöyle ifade ediyorum: Dünyayı değil, dünyevileşmeyi terk etmek lazım. Burada dünya ilk iki yüzüne, dünyevileşme ise üçüncü yüzüne bakıyor. Eğer dünya işleriyle uğraşırken bunun gayba açılan, ahirete bakan tarafına bakmazsak maddi kısmında boğulur kalırız. İşte bu dünyevileşmedir. Ama dünyanın ve dünya işlerinin -işimiz ne olursa olsun- mânâsına, gayba açılan yönüne bakarsak bu değerlidir; imanın ve kulluğun gereğidir. Şunu da ifade etmek gerekiyor, eğer bakışımızı madde ile, fizikî alem ile sınırlandırırsak bu; ruhumuzu, kalbimizi, insaniyetimizi tatmin etmez, tatmin etmeyecektir.”
Bu müzakerenin ardından moderatör chat kutusuna yazılan şu mealde bir cümle okuyor: “Dünyanın fani, geçici yüzü olduğu herkesin malumu. Bu yönü ebedi hayata vesile yapmanın yolunun ne olduğu konusu önemli. Ben bunun yolunun kadere iman eğitiminden geçtiğini hissediyorum. Düşünülmesi için bir ip ucu olabilir.” Ardından da söz alarak vaktin daraldığını, bu konunun genişçe ele alınması gerektiğini kaydediyor. Başka bir müzakereci, “Herkes, hepimiz geçim temini için çalışıyoruz, çalışmamız gerekiyor. Halis bir niyetle ve ibadet bilinciyle bu işlerimizi ibadete dönüştürebiliriz” diyor. Bunun üzerine önceki müzakereci şunları ifade ediyor: “Evet, dünya işlerini ibadete çevirmek, dönüştürmek gerekiyor. Bu, söz olarak çok güzel bir cümle. Peki ben bunu nasıl, hangi yolla ibadete çevirebilirim, ana mesele bu! Kadere iman eğitiminden geçmek gerektiğini söyledim, sebebi şu: Kadere iman, imanın beş esasının pratik hayata dönüştürülmesinde tezahür ediyor. Söz gelimi, ‘Ben meleklere inandım, ahirete inandım’ deyince bunun pratik hayatta yeterince yansıması görülmüyor, görülmeyebiliyor. Kadere iman her bir olay, her bir hadise, her bir vakıa üzerinde ‘kasd-ı ilahî’yi görmek ve bu kasd-ı ilahî karşısında benim takındığım yahut takınmam gereken tavrın teslimiyetle karşılanması demektir. Daha açık ifadeyle, olaylardaki kasd-ı ilahîyi anlama çabası içinde olmam ve o kasta tabi olmayı içselleştirmem gerekiyor. O zaman adetlerimizi ibadetlere dönüştürmemiz mümkün oluyor. Ama bu konu, üzerinde ciddi olarak düşünmeyi ve etraflı psikolojik analizler yapmayı gerektiriyor. Hep birlikte düşünelim, inşallah.”
Müzakereci -detaya girmeden- tefekkürünü, ‘kadere iman eğitiminin dünya hayatını nasıl saadete dönüştüreceğini’ düşünmeye teşvik eden bir ödevle bitiriyor. Son olarak söz alan müzakereci de, sürenin bitmesi dolayısıyla ödevi biraz daha açarak katkısını paylaşıyor: “Kadere imanın dünyevî meşguliyetlerimizi ibadete çevirmesi meselesi, her halde kadere imanın salt çekirdekten yıldızlara kadar her şeyin bir program dahilinde yaratılmış olduğunu düşünmekle sınırlı değil. Zira böyle sınırlı bir kader anlayışı meseleyi yine ‘dışarıda’ bırakır. Her halde kast edilen şey, bunun ötesinde Kader Risalesinin sonunda yer alan ‘tarik’ yani yol olsa gerek.”
Dersin son kısımlarında gündeme gelen “dünya saadeti ve kadere iman” yahut “dünya meşguliyetlerini ibadete dönüştürmek ve kadere iman eğitimi” konusu her ne kadar ‘tadımlık’ olarak zikrolunsa da, üzerinde enine boyuna düşünmeyi gerektiriyor. Bu konuda düşünmek aslında derste verilen küçük bir ödev değil, hayatın yüklediği yahut istediği koskocaman bir ödev. Her halde bu ödev kapsamında pek çok şeyi düşünmek gerekiyor. Mesela Yaratıcının küllî iradeye sahip olması ve Onun bize müstakil bir irade, bir seçme, bir tercih etme özelliği vermiş olması. Mesela insanî duygularımız bakımından dünyanın bizi tatmin etmeyişi ve başka bir tatmin yerinin bulunması gerektiği. Mesela bu dünyada duygularımızı geliştirerek ebedi aleme hazırlanmamız gerektiği. Mesela üzerimizde ve kainatta sayısız örnekleriyle gördüğümüz üzere Yaratıcının nihayetsiz rahmet ve hikmet sahibi olması. Mesela başımıza gelen olayların Onun kendimizi geliştirmek için verdiği eğitim vesilesi olması… Sonuç olarak kader, kaza, atâ, teslim, tevekkül, rıza gibi kavramları bilgi olarak değil, hayatımıza yansıyan yahut yansıması gereken hakikatler olarak düşünmemiz gerekiyor!