Ders Notları

Resûl’ün Hakk’a ‘Ayna’ Olması

Resûl’ün Hakk’a ‘Ayna’ Olması | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz günlerde (17. 04. 2022) yapılan Lahikalar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=GZJCZpsthWU), Barla Lahikası’ndan 69-73. mektuplar okunup müzakere edildi. İlk ikisi Sabri Ağabey’e, son üçü Zekâî Ağabey’e ait olan mektuplarla ilgili olarak yine pratik hayatımıza dokunan değerli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayıtlara havale edip 69. Mektubun ilk kısımlarıyla ilgili olarak gündeme getirilen müzakerelerden birkaçına değinmekle iktifa etmek istiyorum.

Yaklaşık bir buçuk sayfalık hacme sahip olan ve Sabri Ağabey (Arseven) tarafından kaleme alınan mektubun ilk paragrafı hitap cümlesinden sonra şu ifadelerden oluşuyor: “Bilhassa dest ve dâmen-i mübareklerinizi bûs edip, her an ve zaman muhtaç bulunduğum daavât-ı Üstadânelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel Süleyman Efendi kardeşim vasıtasıyla irsal buyrulan envâ-ı iltifatı şâmil lütufname-i ekremîlerini, kemâl-i hasretle alarak müftehirâne okudum. Bir fıkrasında tevâfukât-ı gaybiye hakkındaki kanaat-ı âcizanem sual buyruluyor. “Neam, sadakte, eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem” kelimeleriyle icabet ediyorum. Zira, şu tevâfukât-ı gaybiye-i acibe, bilumum bahr-i muhit-i nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-i müstemialarını mest ve hayran ve medyun-u secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu’ciznümâ kerametlerini, ancak ve ancak mir’ât-ı Muhammediye (asm) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatin diğer bir marifeti olan; ‘Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim/ Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim’ şu iki mısra-i manidar, perişan arîzama şereflendirmek niyetiyle derc ediyorum…” (Barla Lahikası, İstanbul 2020, s. 60).

Görüldüğü üzere Risale-i Nur müellifi bir talebesi vasıtasıyla Sabri Ağabey’e “gaybî tevâfukât”tan bahseden parçalar gönderiyor ve onun kanaatini soruyor. Sabri Ağabey de bu tevâfukâtın bütün okuyucuları mest edip hayran bırakacak ölçüde açık olduğunu, bunun ancak “Mir’ât-ı Muhammediye” ile müşahede edilebildiğini kaydediyor, ardından da Aziz Mahmud Hüdâî’ye ait olduğu bilinen bir beyite yer veriyor. Derste gerek bu paragraf ve beyit gerekse devam eden paragraflarla ilgili olarak değerli paylaşımlarda bulunuldu. Bir müzakereci, -biraz açarak aktarmak gerekirse- şunu söyledi: “Bilindiği gibi müellifin Mektubat isimli eserinin Yirmi Sekizinci Mektubunun Yedinci Meselesi, Risalelerin önemine dair ‘yedi sebep’ zikrettikten sonra bu sebeplere bağlı olarak gerçekleşen ‘yedi ilâhî inayet’e dikkat çekiyor. Bu inayetlerden ilki olarak da yazım esnasında ortaya çıkan ‘tevâfukât’ı anlatıyor. Özellikle Resûlullah’ın (asm) mucizelerinin ele alındığı On Dokuzuncu Mektubun istinsahında ‘Resûl-i Ekrem aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ kelimelerinin birbirine baktığını, söz konusu kelimelerin tesadüfe imkan bırakmayacak şekilde birbiriyle irtibatlı olarak hizalandığını zikrediyor ve bunun ‘kuvvetli bir işaret-i gaybiye’ olduğunu vurguluyor. Aynı bahsin ‘Yedinci Meselenin Hâtimesidir’ başlığında konu biraz daha temellendiriliyor ve haşiyede şöyle bir örnek veriliyor: ‘On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde, bir nüshada, bir sayfada dokuz ‘Kur’an’ tevafuk suretinde bulunduğu halde, birbirine hat çektik, mecmuunda ‘Muhammed’ lafzı çıktı. O sayfanın mukabilindeki sayfada sekiz ‘Kur’an’ tevafukla beraber, mecmuunda ‘lafzullah’ (Allah lafzı) çıktı’ deniyor. Öyle anlaşılıyor ki Sabri Ağabey Üstad’ın fikrini sorması üzerine bu tevafukların insanları hayrete düşürecek açıklık ve kuvvette olduğunu beyan ediyor. Haşiye’de dile getirilen özel tevafukla ilgili olarak da söz konusu iki mısraı kaydediyor.”

Sorguladığımızda anlıyoruz ki varlığın varlığını muhafazası kendi harcı değil; Mutlak bir Kudretin bunu sağladığı muhakkak. Kayyumiyet. Bu mısraın tevâfukâtla ilgisi şu: Varlığın mevcudiyetini korumasının sebebi Allah olduğu gibi istinsahtaki tevafukun kaynağı da Allah’tır, demeye geliyor.

Başka bir müzakereci şunları dile getirdi: “Kainata baktığımızda olayların kesintisiz şekilde devamında tam bir uyum, amaca uygunluk ve düzenlilik görüyoruz. Ahengi bozan bir dengesizliğe, karışıklığa şahit olmuyoruz. Bu, nasıl ki perde arkasında Mutlak bir İradenin varlığını gösteriyorsa, bize Kur’anî hakikatleri aktaran Risale-i Nur’un da mânâsında olduğu gibi istinsahında aynı İrade’nin bulunduğunu düşünmek insana yanlış gelmiyor.”

Diğer biz müzakereci de konunun başka bir boyutuna şöyle dikkat çekti: “Risale-i Nur müellifinin tevâfukâtla ilgili olarak Sabri Ağabey’in kanaatini sormasının şöyle özel bir yönü olabilir diye aklıma geldi: Malum, o günlerde bazı çevrelerde Vehhâbîliğin etkisi var. Vehhâbîlik tasavvufu inkar ettiği için keramet, tevafuk gibi kavramlara mesafeli duruyor. Müellif aynı zamanda ehl-i ilim olduğu anlaşılan Sabri Ağabey’e kanaatini sorarak farklı algı ve anlayışların olup olmadığını öğrenmek istiyor. Öte yandan metinde yer alan beytin çok anlamlı dolduğu görülüyor. ‘Ayinedir bu alem, her şey Hak ile kâim’ mısraı kayyûmiyete işaret ediyor. Biliyoruz ki varlığın varlığını muhafazası kendi harcı değil; Mutlak bir Kudretin bunu sağladığı muhakkak. Kayyumiyet. Bu mısraın tevâfukâtla ilgisi şu: Varlığın mevcudiyetini korumasının sebebi Allah olduğu gibi istinsahtaki tevafukun kaynağı da Allah’tır, demeye geliyor. ‘Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim’ mısraına gelince, bu da çok anlamlı. Zira Hz. Muhammed’e (asm) baktığımızda sıra dışı bir portre ile karşılaşıyoruz. Eğer bu kişi Allah adına davette bulunmuyorsa, Allah adına hareket etmiyorsa koskoca bir yalancı çıkar, ortaya. Oysa o (asm) düşmanlarının dahi itirafı ile sabit olduğu üzere hiç yalan söylememiş olan, davasında son derece samimi, son derece ciddi, son derece tutarlı, onca olumsuzluğa karşı son derece metanetli bir şahsiyet olarak görünüyor. Dolayısıyla Yaratıcının görevlendirdiği bir kişi olduğu, vahiy aldığı, Resûl olduğu, Yaratıcı adına konuştuğu, Yaratıcı adına hareket ettiği gayet aşikar. Onun bu anlamda hayatında, -beyitte ifadesini bulduğu üzere- Allah görünür, diye anlıyorum. Diğer taraftan böyle bir anlayış bizi, ondan yapılan her türlü nakli Allah’ı tanıtmak için yapılan bir konuşma veya davranış olarak okumak ve anlamaya çalışmak gerektiğine de davet ediyor.”

Daha açık bir ifadeyle Resûl-i Ekrem (asm) bir taraftan kendisine indirilen vahiy ile uluhiyete aynalık yapıyor, bir taraftan da uluhiyete itaati, Onun hükümlerini hayatında adeta cismaniyete büründürmesiyle aynalık ediyor.

Başka bir müzakereci aynı beyitle ilgili olarak şu tefekkürünü paylaştı: “Bu iki mısraın tevâfukât ile bağlantısı konusunda müzakerecilerin dile getirdiği hususlar bana çok istifadeli geldi. Ben doğrudan bu beyti düşününce şairin hem alemi hem risaleti hem uluhiyeti anlaması karşısında ‘maşallah’ demekten kendimi alamadım. Zira bu veciz mısralar, -Ha-mim’de anlatılanları hesaba kattığımda-, sadece alemi yahut Hz. Muhammed’i yahut uluhiyeti değil üçünü birden çok iyi anladığını ifade ediyor diye hissettim. Şu: Ayna bir cismi, bir varlığı, bir eşyayı yansıtma aracı. Diğer bir ifadeyle aynanın parlak yüzeyinde görülen şey, aynanın kendisinden kaynaklan bir şey değil. Kayağı başka. Ayna bunu sadece yansıtıyor. Elbette kendi çapında, kendi parlaklık düzeyine ve diğer özelliklerine göre. Bu açıdan aleme baktığımda varlıklar ve varlıklarda gördüğüm özellikler varlıkların kendinden kaynaklanmadığı, -sorguladığım zaman-, gerçekliği aşikar olan bir hususu olarak görülüyor. Alemde icat var, hayat bulma var, şekle sahip olma var, renklenme var, merhamet var, yardımlaşma var, güzellik var vs. Bunların hiç birisini alemin kendisine, varlıkların kendilerine vermek mümkün gözükmüyor. Ama bu özellikleri yok saymak da mümkün değil. O halde alem bir ayna; başka bir kaynağın özelliklerini yansıtıyor. Ha-mim derslerinde temellendirilerek vurgulandığı üzere mutlak olan Yaratıcı, -beyitteki ifade ile- Hak. Hz. Muhammed’in (asm), kendisinde Hakk’ın göründüğü ayna olması meselesine gelince, önceki müzakerecilerin değindiği üzere, Resûlullah (asm) hem elindeki Kur’an ile hem Kur’an’ı açıklayan hayatı ile Allah’a yani Onun varlığına, birliğine ve öteki sıfatlarına delalet eden bir ayna oluyor. Daha açık bir ifadeyle Resûl-i Ekrem (asm) bir taraftan kendisine indirilen vahiy ile uluhiyete aynalık yapıyor, bir taraftan da uluhiyete itaati, Onun hükümlerini hayatında adeta cismaniyete büründürmesiyle aynalık ediyor. Söz gelimi kainat aynasında Mutlak’ın kudreti, ilmi, iradesi, hikmeti, keremi, mağfireti, rahmeti… yansıdığı gibi, aynı şekilde Kur’an Onu aynı isim ve sıfatlarla lafzî olarak aktardığı gibi, Resûl-i Ekrem (asm) da şefkati ile, merhameti ile, hikmeti ile, cömertliği ile, nezafeti ile… uluhiyetin özelliklerini gösteriyor, yansıtıyor, diye anlıyorum.”

Bu müzakere üzerine moderatör haklı olarak şu notu düştü: “Evet, alem uluhiyet ayna. Fakat şu ayırımı yapmak gerekiyor: Normalde ayna dediğimizde saydam bir yüzey yani cam var, bir de bu saydam yüzeye yansıyan görüntüler var. Oysa ‘alem aynadır’ derken, böyle saydam bir yüzey var, bir de onu yansıtan ilahî tecelliler var demek değildir. Alem baştan başa yalnızca tecellilerden ibarettir.”

Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın