Bundan önceki ayetler, savaş ve savaş atı gibi somut ifadeler içeriyor olsa da bunların sembolik olduğunu ve bize bir şeyler anlatma gayesiyle kullanıldığını unutmamalıyız. Bununla birlikte, ayetlerin rehberliğinden istifade etmek için bu sembolik anlatımların surenin tamamıyla da uyumlu olması gerekir.
إِنَّ ٱلْإِنسَـٰنَ لِرَبِّهِۦ لَكَنُودٌ
100:6. “İnsan, Rabbine karşı gerçekten çok nankördür.”
Ayet insanları nankör olmayı tercih etme özelliğiniz var, dikkat edin böyle bir yanlış seçimi yapmayın diye uyarmaktadır. Bu ayeti anlayabilmek için önceki ayetlerle bağlantısının nasıl kurulduğunu anlamamız gerekir. Karşılaştığımız tüm sorunların Rabbimize nankörlük etmekle bir ilgisi olmalıdır. Bütün problemlerin nedeni, insanın Rabbine nankörlük etmesidir. Peki, insanın Rabbini tanıması ve şükretmesi için ne yapması gerekir? Her şeyden önce bedenine değil insaniyetine dönüp bakmalıdır. İnsanın varlığı bedenden mi ibarettir? Bunu etraflıca sorgulamalıdır. Beden, insanın mana arayışının %1 kadarına bile cevap veremez. İnsanı şimdiye kadar bedenden ibaret gören anlayış, bedenin sırlarını bile çözememişken varlığa verdiği mana da önyargılı bir yorumdan öteye gidemez. Çünkü insanı bedenden ibaret gören yaklaşım, varlık kaynağı olarak Yaratıcı kavramına yabancıdır. Onu kabul etmez. Bu durumda varlıkların varlık kaynağı nasıl açıklanacak? Kendi kendine oluş veya tesadüfle mi? Eğer bir Yaratıcı yoksa o zaman bunu iddia edenlerin bir varlık kaynağı göstermesi gerekir. Tesadüfen var olma veya kendi kendine var oluşu kanıtlamaları gerekir? Aksi takdirde, iddiaları boşa çıkar. Bu kâinatta tesadüf eseri hiçbir şey yoktur. Bir şeyin tesadüfen var olduğunu iddia etmek kâinatın işleyiş düzenini bilmemek demektir. Eğer her şey bu kâinat düzenine uygun biçimde varlık sahnesine geliyorsa bu düzenin Varlık Kaynağı sorgulanmalıdır. Her varlık bu düzene uymak durumundadır. Öyleyse bu düzenin kaynağı nedir?
Kozmoloji, kâinatın işleyişindeki düzeni bulmak ve açıklamak gayesindedir. Bu açıklamaları bilimsel biçimde yapmaya çalışır. Fakat bilimsel açıklamalar da önyargılı bir yaklaşımın ürünüdür. Çünkü bu açıklamalar sebepleri sonuçların varlık kaynağı olarak görür. Oysa sebeplerin varlık kaynağı olamayacağı açıktır. Zira sebepler de sonuçlar gibi var edilmek zorundadır. Öyleyse varlık kaynağını kâinatın ötesinde aramak gerekir. Bilimsel olduklarını savunanlar bu noktada sadece bu kâinat türünden olan varlıkları bilimsel incelemeye tabi tutabildiklerini ve kâinatın ötesiyle ilgilenmediklerini söylerler. Fakat bu açıklama insan aklı ve vicdanını ikna edecek nitelikte değildir. Amaç, kâinatın varlık kaynağını açıklayabilmektir. Yani kâinat nasıl var oluyor sorusuna cevap bulmaktır. Örneğin, elimizde beş parmak var ve hepsi en mükemmel biçimde iş görüyor. Parmakların ellerle olan ilişkisini açıklamak insanın nasıl var olduğunu açıklamak manasına gelmez. Bilimsel çalışmalar, varlıklar ve diğer varlıklarla aralarındaki ilişkileri kısmen açıklayarak sebep sonuç ilişkisini kuruyor. Oysa bu ilişkileri kurmak kâinatın varlık kaynağını açıklamak demek değildir. Kâinatın bu hayrete düşüren yapısını olabildiğince tarafsız ve insanı ikna edecek biçimde sorgulayarak araştırmak gerekir. Örneğin, bir masanın üstü ile ayakları arasındaki ilişkiyi incelerken bunun bilinçli bir seçim ve ustalığın eseri olduğunu anlarız. Masanın parçaları onu yapmış olamaz. Çünkü hiçbir parçanın bu masayı yapabilme özelliği yoktur. Bu şuursuz parçalar belirli bir şuurun eseriyle belli bir şekilde bir araya getirilmiştir. İnsan, aklen bu sonuca ulaşır. Hür düşünen her insan bu sonucu onaylar.
Kur’an’ın tüm ayetleri insana hitap eder ve eğer insan, yaratılışına aykırı davranıp kendisiyle savaşırsa çelişkiye düşer mesajını verir. Eğer insan, hür iradesiyle yaratılışına aykırı davranmayı seçerse hem kendisi ile çelişir hem de yaratıcısı olan Rabbiyle çelişir. Rab, insanı bilinçli ve kasıtlı olarak olduğu gibi yaratandır. Kendi gerçekliğini kabul etmemek, yaratılmış olmayı reddetme sonucunu zorunlu olarak doğurur. Peşin hükümle, var edilmeye muhtaçlığını kabul etmeyen bir kişi Yaratıcı kavramını ihtimal olarak bile düşünemez. Yaratılmışlığını reddeden bir insan, nihayetinde kendini amaçsız var olan bir şey olarak görür. Bu hal, insan ruhuyla çelişir. Bu dünya şartlarında insana özgürlük verilmiştir. Yani insan kendisiyle çelişmeyi seçerek yaratılmışlığını reddedebilir. Fakat bunun sorumluluğunu da üstlenmiş olur. Böylelikle kendisini var eden Varlık Kaynağına karşı nankörlük eder. Kendisine verilmiş olan sonsuz özellikleri anlamsız ve değersiz görerek sonsuz cezayı gerektiren bir suç işlemiş olur. Örneğin, masanın bir ayağının diyelim ki iradesi var, bu ayak hür iradesini kullanarak masanın ayağı gibi davranmazsa masanın varlık amacıyla çelişir. Marangozun masayı yapmadaki sanatını görmezden gelir. Onun iradesini yok sayar. İnsan da benzer biçimde, bütün bir kâinatla olan maksatlı ilişkisini inkâr ettiğinde var ediliş amacına aykırı davranmış olur. Yaratıcının sanatını ve hikmetini görmezden gelerek yok sayar. Bu bakımdan bütün mevcudatın birbiriyle olan kasıtlı organize edilmiş ilişkisini görmez. Böylelikle mevcudatı Var Eden’in sanatına ve hikmetine kendi gözünü kapatarak onu inkâr etmiş olur. Vicdanına uygun davranmayan bir insanın varacağı sonuç, yok olup gitmeye mahkûm anlamsız bir varlık olmaktır. İnsan duyguları ise anlamsızlığı kabul edemez. Böyle tercih yapan bir kişi, duygularının çığlıklarına rağmen onları inkâr ederek, hep kendi içinde çelişkili bir hayatı sürdürmek zorunda kalır. Bu durumda olan insanın tek çıkar yolu, duygularını değişik vesilelerle devamlı meşgul ederek kendinden kaçan bir hayat yaşamaktır.
Kur’an okurken ön kabullerden uzak durmak gerekir. Varlığına mana arayan tarafsız bir insan olarak Kur’an okuyanlar ve okuduklarına bizzat muhatap olup sorgulayabilenler ondan istifade eder. Dinimin kutsal kitabını okuyorum anlayışıyla okumak peşin hükümlü bir okumadır. Böylesi bir okuma belki eğitimsiz insanlar için geçerli bir yöntem olabilir. Kur’an’ı okuyabilmek için de uzunca bir dönem hazırlık yapmak gerekir. Bu hazırlık dönemi Peygamber (SAV) örneğinde olduğu gibi vahiy gelene kadar geçen sorgulama sürecine benzer olmalıdır. Bir insan olarak varlığının manasını arayan, nasıl var olduğunu düşünen, neden yaşadığına mana bulmaya çalışan insanlar bu sorgulama sürecinin sonunda Kur’an’ı bir mana kaynağı olarak bulup iştiyakla okuyabilirler. Kur’an insana, mana arayışının sonunda ulaşacağı cevapları verir. Bu cevapların sağlamasını yapmak her insanın bizzat kendisine kalmıştır. Her insan Kur’an’ın verdiği cevapların sağlamasını kendisi, Kur’an, peygamber ve kâinat şahitliğiyle yapabilir. Kur’an’ın varlık kaynağına ilişkin vermiş olduğu kâinat türünden olmayan mutlak ve tek bir Varlık cevabının mantıklı bir sonuç olduğunu, insan kendi varlığının var ediliş biçiminden anlayabilir. Cevabın doğruluğunu Kur’an’ın ifadelerindeki özgünlükten bulabilir. Bu cevabın insan hayatına verdiği mananın derinliği ve doğruluğunu peygamber (SAV) örnekliğinde görebilir. Peygamberler insan duygularının şartlanmammış halinin en mükemmel bir şekilde değerlendirilmesinin örneklerini sunarlar. Nihayet, kâinatın var ediliş biçiminden de bu cevabın doğruluğunu tasdik edebilir. Bütün şahitlik biçimleri insanı, tek ve mutlak özellikleri olan bir Yaratıcının olması gerektiği sonucuna ulaştırır. Öte yandan Kur’an, kendisinin sağlamasını yapması için insanı yaratılışa bakmaya davet eder. Yani ben yaratılmışım çünkü Kur’an öyle diyor demek Kur’an’a terstir. Ayetin sağlamasını yine ayetle yapmak mantıklı değildir. Bu nedenle Kur’an, insana tekrar tekrar varlıkların nasıl yaratıldığına bakarak kendisinin varlığı hakkında tefekkür etmeye davet eder. Böylece insan, diğer varlıkları var eden nasıl bir Varlık olmalıdır sorusuna cevap bulduktan sonra kendi varlığının var ediliş biçimini anlayabilir. Bu yüzden, Kur’an’ı peşin hüküm vermeden, mantık kurallarına uygun düşünen bir zihinle kâinatın şahitliğiyle birlikte okumak gerekir. Çünkü Kur’an ile konuşan kâinatın Yaratıcısıdır ve kâinatı yaratarak insana Kendini tanıtmaktadır. Kur’an bu tanıtımın sözlü bir ifadesidir.

وَإِنَّهُۥ عَلَىٰ ذَٰلِكَ لَشَهِيدٌ
100:7. “Ve şüphesiz kendisi de buna şahittir.”
İnsanın bizzat kendisi iç dünyasında olup bitenlerin şahididir. Vicdanına uygun davranıp davranmadığı anları en iyi kendisi bilir. Vicdan, her insanın içindeki şahittir. İnsanın yaratılışına uygun davranıp davranmadığına şahitlik eder. İnsanın yaptığı tercihin doğru ya da yanlış olduğuna dair kendisi dışında şahit aramasına gerek yoktur. Kendisini kandırdığı an vicdan hemen bunu fark eder. İnsana ne yaptığını haber verir. Sevinme, üzülme, heyecanlanma, başarma, başaramama veya endişelenme gibi farklı duyguları tecrübe eden insanın nihayetinde varacağı sonuç şudur: Ben yaratılmışım, benim bir Rabbim var ve ihtiyaç duyduğum bütün bu duyguları yaratarak beni gözetmektedir. Beni bu şekilde yaratan Rabbim aynı zamanda bütün kâinatın da Yaratıcısıdır. Çünkü ancak bütün varlıkları var edebilen, beni bu şekilde var edebilir. Bu farkındalığı muhafaza etmek kolay değildir. O yüzden günde beş defa namaz kılarak vardığımız sonuçları gözden geçirip kendimizi yenilemeye ihtiyaç duyarız. Kur’an insana, kendisini yenilemeyi öğütler. Bu bilinç olmadığı zaman ibadetler ağır gelebilir.
Her birimiz, yaşadığımız şartlarda inancımızı deneyime tabi tutmak için çeşitli vesilelerle karşılaşırız. Farklı durumlarda hep aynı yöntemi kullanarak inancımızı deneyimleriz. Hayat şartları değiştiği için bazı ayarlamalar da yapmak gerekir. Derste öğretmenin anlattığı konuyu iyi anladığımız zaman farklı durumlarda da öğretilen yöntemi kullanabiliriz. Yalnızca tek bir alıştırma yapmakla yetinmek konuyu tamamen anlamış olmaya delalet etmez. Bütün bir hayat boyunca farklı durum ve şartlarda öğrendiğimiz metodu uygulamaya çalışmanın eğitiminden geçeriz. İman eğitimi bunun gibi bir süreçtir. Farklı durum ve şartlar altında Yaratıcıyı tanıma ve O’nun özelliklerine şahitlik etmenin uygulama biçimlerini bize peygamberler öğretir. Yaratıcı adeta dersin öğretmeni, peygamberler de dersin asistanı gibidir. Yaratıcının mesajını hayatımıza nasıl uygulayacağımızı bize öğretirler. Namaz, oruç ve hac gibi uygulamalar buna örnektir. İbadetlerin şekil ve içerikleri değişse de ulaşılan sonuç hep aynıdır. Her insanın kendisi ve kâinat kasıtlı ve bilinçli bir mutlak iradenin eseri olarak karşımızdadır. İnsan, o mutlak Varlığı tanımak için bu hayata getirilir.
İnsan, Rabbine karşı ne zaman nankörlük eder? Her insan çeşitli şartlarda sınamalardan geçer. Bazen mutlu olur, bazen de farklı nedenlerden dolayı mutsuz hisseder. Mutsuzluğunu bazı eksikliklere bağlar. Hayatımda şu veya bu yok gibisinden şikâyetler, insanın nankörlük ettiğine işaret eder. İnsan, hayatının sorumluluğunu üstlenmeli ve kendi cevaplarını aramalıdır. Kutsal kitabin kutsallığını onaylayacak bir aşamadan geçmeden, kitap böyle diyor o yüzden ben de böyle davranıyorum demek İslam’ın öğrettiği bir yaklaşım değildir. Benzer biçimde Kur’an da önerdiği sonuçları insana dayatmaz aksine bu sonuçlara insanın bizzat kendisinin varmasını ister. Varılacak sonuç veya ulaşılacak cevap hep aynıdır fakat deneyim şartları değişebilir. Temel sorun varlık kaynağıyla ilgilidir. Varlıklar her ne durumda ve çeşitte olursa olsun bunun varlık kaynağı olabilecek özellikte bir şey bu kâinatta var mıdır sorusuna verilecek cevap hep aynıdır: La ilahe. Yani ilah diğer bir ifadeyle varlık kaynağı bu kâinat cinsinden bir varlık olamaz. Kâinatın neresine gidersek gidelim ne tür varlıkla karşılaşırsak karşılaşalım durum değişmez. Varlıklar sadece görünür olanlarla da sınırlı değildir. Duygu ve düşünce türünden olan varlıklar için de aynı durum söz konusudur. Örneğin düşünmenin, sevmenin, duygulanmanın varlık kaynağı insanın bedeni veya beyni olabilir mi? Elmanın varlık kayağı ağaç olabilir mi? Türlü türlü şekil ve görünüşteki kuşların bu güzelliklerinin varlık kaynağı kendilerinin bedenlerindeki maddi hücreler olabilir mi? Bu hücrelerde güzeli tercih etme, hatta güzellik diye bir kavramı var edebilecek özellik var mı? Bunun gibi sayısız soruya verilecek cevap değişmiyor. Varlık kaynağı veya yaratıcı bu olabilir mi diye sorduğumuzda yine aynı cevabı buluruz. La ilahe. Bu kâinat türünden olan varlıklar hiçbir şeyi var edecek özelliğe sahip değiller. Bu varlıkların hiçbiri kendi kendine var olamaz veya kendisini var edemez. Çünkü kendi kendine olma veya tesadüfün bu sonsuz bilgi ve bilinci var etmesi mümkün değildir. La ilahe, varlıkların var oluş kaynağı nedir sorusuna ne kâinatın bir parçasının ne kendi kendine varoluşun ne de “tabiat” denilen kavramın cevap olamayacağının ilanıdır. İllallah ise bütün varlıkları sebepler ve sonuçlarıyla birlikte var eden, kâinat türünden olmayan ve her şeyi her an var eden mutlak bir Varlık Kaynağı, özel ismiyle Allah’tan başkası olamaz demektir. La ilahe, sürekli değişebilen varlık biçimlerinin varlık kaynağı için her defasında tekrar edilir. İllallah ise değişen her varlık durumu için hep aynı sonuca ulaşmayı ifade eder. İslam’ın tüm insanlara kâinatı okumak için önerdiği metot, “la ilahe illallah” yani kelime-i tevhiddir.
وَإِنَّهُۥ لِحُبِّ ٱلْخَيْرِ لَشَدِيدٌ
100:8. “Şüphesiz onun mal sevgisi de çok şiddetlidir.”
İnsan, özellikle iyilik ve güzellikleri sahiplenmede pek mahirdir. Bir problemi çözdüğünde aklını, güzel bir söz söylediğinde dilini, bir engeli ortadan kaldırdığında elini ayağını metheder. İnsanların hayırla yad ettiği her şeyi kendisine ait zanneder. Hoşlanmadığı durumlarda ise genellikle başka sebepleri ileri sürer. İnsanın tüm özellikleri ona geçici bir süreliğine emanet verilmiştir. İnsanı var eden kim ise insandaki bu özelliklerin de esas sahibi odur. Ayetin ifade ettiği bu hakikati ancak insanı her yönüyle bilen biri söyleyebilir. Demek ki insanı var eden Yaratıcı, onun neleri şiddetle isteyip nelerden kaçındığını da çok iyi biliyor. Kâinatın tümü ile tam bir ahenk içerisinde çalışan insana verilmiş bu özellikler ancak onu var eden Yaratıcıya ait olabilir. Özellikle iyi ve hayırlı olanı sahiplenmeye kalkışmak insanın gerçekliğine aykırıdır. Yaratıcısını tanıyarak hayatına anlam katmak isteyen her insan bu şiddetli sahiplenme özelliğinin farkında olmalıdır. Bunun için dikkatli bir eğitim sürecinden geçmelidir. Neye hakkı olduğunu yani haddini çok iyi bilmek için özellikle iman eğitimine girmelidir. Bu eğitimin öğretmenleri peygamberlerdir. Eğitimin evrensel biçimi İslam ve bu eğitimi hayatına örnek biçimde yansıtarak uygulamasını gösteren öğretmen ise Hz. Muhammed’dir (SAV).
İnsaniyetimize emaneten verilmiş özellikleri Yaratıcımızı tanımak için kullanmazsak bir şeyleri sahiplenme hırsımız şiddetli olur. Bizi yaratanın konuşarak yaptığı açıklamaları içeren Kur’an’ı, bu özellikleri nasıl kullanacağımızı öğrenmek için okumalıyız. Ayetlerin büyük çoğunluğu insanı Yaratıcısını tanımaya davet eder. Pek az bir kısmı ise belirli bir zaman ve kültürde yaşayan insanların gündelik yaşantılarındaki uygulamalara tevhid bilincinin nasıl yansıtılacağını öğretir. Yani Kur’an’ın esas gayesi insana Yaratıcısını tanıtmaktır. Ondan sonra bu tanıklık bilinciyle gündelik hayatını nasıl tanzim edeceğini yani fıkhi çıkarımlar için yol gösterir. Ana mesajı göz ardı edip fıkhi ayrıntılara odaklanırsak Kur’an’dan faydalanamayız. Önce iman esasları insanın bilincine yerleşmeli daha sonra bu esaslara dayanarak gündelik hayat düzenlenmelidir. Peygamber (SAV) bunun uygulamasını gösterdi. Aslında henüz Kur’an’ın ne olduğunun bile bilinmediği bir zamanda fıkhi ayrıntıların bir önemi yoktur. Aksi halde meselenin özünü ıskalarız. Örneğin, arabamı ve evimi seviyorum peki bunları ihtiyaç sahipleriyle paylaşmalı mıyım? Araba sevgisi, araba için değil, arabanın yapılması ve çalışması için gereken kurallar ve düzeni yaratan Yaratıcının bir hediyesi olarak algılanmalıdır. Bir şeyleri sahiplenme ise bunları Yaratıcının ikramı olarak değil de kendi kazancının karşılığı olarak görmek demektir. İnsana zarar veren bu yaklaşımdır. Çünkü sevdiği arabasından veya topladığı mülkünden bir gün gelip mutlaka ayrılacağını bilen insan bu sevginin kaybedilmesinin acısından kendini kurtarma gücüne sahip değildir. Ayrılık acısı, sahip olmanın zevkini zehirler.
Kur’an’ın edebi değeri vardır ve Arap dilindeki şaheserlere meydan okuyacak niteliktedir, fakat esas mesele bu değildir. Kur’an daha çok insana varlığının manasını bulmak için rehberlik eder. İnsanın bu manayı bulmak için kendisine verilmiş özellikleri kullanmaması nankörlük olur. Bu durumda kendisine verilen bunca özelliğe ya manasız ya da işe yaramaz bir şeymiş gibi muamele etmiş olur. Bu tavır, özelliklerin Var Edenine hakaret manasına gelir. Lüzumsuz bir iş yaptığını iddia etmek demek olur. İnsanın böyle bir korkunç duruma düşmemesi için vicdanını dinlemesi gerekir. Varlığının kendisine ne mesaj verdiğini düşünerek emaneten verilmiş özelliklerin varlık kaynağını sorgulamalıdır. Vicdan, insana bu sorgulamada rehberlik eder. Geleneksel din ve Yaratıcı anlayışının ötesinde kendisi ve kâinatın varlığı üzerinde tefekkür etmelidir. Varlıkların var ediliş biçiminden yola çıkarak bunların Varlık Kaynağının nasıl olması gerektiğini düşünmelidir. Bulduğu cevapların vicdanını rahatlatıp rahatlatmadığını incelemelidir. Vicdana uygun cevaplar bulmak insanın insaniyetiyle çelişmediğine işaret eder. İnsanı yaratanın insana yapmış olduğu rehberlik konuşmasının, yani Kur’an’ın yardımıyla her insan, Varlık Kaynağı olan Yaratıcısıyla doğrudan iletişim kurabilir.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Adiyaat– Part 4 –01/26/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.