İman esaslarını, araştırma ve sorgulama içine girmeksizin “kültürel kimliğimizin bir parçası” olarak görüp kabul etmişsek, mesela Kur’an’dan yahut onun tazeliğinden söz açıldığında, hamasî olarak çok güzel cümleler kurabiliriz: Kur’an ter ü taze bir kitaptır, Kur’an öyle bir tazeliğe sahiptir ki fırından yeni çıkmış ekmek gibi üzerinde dumanı tütüyor, Kur’an yüzyılların eskitemediği yenidir… Oysa bu ifadelerin hepsi tahkike muhtaç iddialardır. İman ise iddia değil, delillere dayalı olarak kalbin onaylamasıdır.
Kur’an, tarihi olarak, Arap yarımadasında yedinci yüzyılın ilk yarısında indiğine inanılan kitap olduğuna göre, o tarihten bugüne kadar aradan on dört yüz yılı aşkın bir zaman geçtiği anlaşılıyor. Bugün Kur’an’a bakıp da gerçekten o taze midir, mesajları güncel midir, bana ve çağın insanına hitap ediyor mu diye düşündüğümüzde nasıl bir durumla karşılaşıyoruz? Bu sorunun cevabıyla ilgili olarak söylenen birçok şey var. Hafta sonu yapılan müzakereli bir derste (https://www.youtube.com/watch?v=0o7gqs-ZnVY), konu buraya da gelince, hem Kur’an’ın mahiyeti ve anlaşılmasına hem de onun tazeliğine dair güzel müzakereler ortaya konulduğunu gördüm. Kendi adıma çok istifade ettiğim bu müzakerelerden birisini paylaşmak istiyorum:
Müzakere şöyle başladı: “Az önce söz alan bir arkadaşımız, Kur’an’da mesela, Hz. İbrahim’in ne zaman yaşadığı ve nerede yaşadığı gibi bilgilere pek ihtiyacı olmadığını dile getirdi. Bence önemli bir noktaya temas etti. Zira bunları bilmek çok da işimize yaramaz. Bir defa öğrenir, geçer giderim. Nitekim Kur’an’da da Hz. İbrahim’den bahsedilirken tarihi bilgilere yer verilmiyor. Burada soru şu: Kur’an Hz. İbrahim’den, keza diğer peygamberlerden niçin bahsediyor? Olayların ve olguların kendilerini nazara vermek için değil. Takdim edilen o olay tablosu içerisinde, insanın karşılaşacağı her türlü halet-i rûhiyenin bir parçası veya özü yansıtılarak genel mesaj verilir, veriliyor. Onun için ben, Kur’an’ı okurken, onun benim sonsuza açılan duygularıma cevap verecek, onları nasıl kullanacağımı, nasıl değerlendireceğimi öğretecek mesajı arayacağım. Genellikle, -biliyorsunuz-, kendine has teorileri olan, insanları etkilediği bilinen filozoflar ‘roman yazarak’ düşüncelerini ortaya koyarlar. Bunun bazı örnekleri Tolstoy ve Dostoyevski gibi Rus yazarlarıdır. Bu tür yazarlar kendi dünya görüşünü tutar, olaylar dizisi içine yerleştirirler. Olayların seyri içinde kavgalar olur, savaşlar olur, barış olur, ölenler olur, kalanlar olur… Burada amaç, bu olayların kendisi değil, belli bir dünya görüşünü bu olaylar üzerinden yansıtmaktır. İşte Kur’an’ı da bu espri içinde okumalıyız. Peki, hiç böyle okunmuyor mu, okuyan yok mu? Elbette var. Kitapları önümüzde olan müellif böyle bir kimsedir. Nitekim bu müellif kitaplarında, mesela Firavun şurada yaşadı, şu zamanda yaşadı vs. diye hiçbir referans vermez, vermiyor. İnsaniyetin eğitimi ile ilgisi yok çünkü bunların. Neyse…”.
“Benim insanî ihtiyaçlarım hiçbir zaman değişmiyor. Yüz sene önceki insanların da ihtiyaçları değişmiyordu. Yüz sene sonraki insanların da ihtiyaçları değişmeyecek. Her asrın insanı, her dönemin insanı aynı insanî ihtiyaçlarla var ediliyor. Nedir bunlar mesela, -çok konuşuyoruz ama konuşmaya değer- ben neyim, nereden geldim, hayatın maksadı nedir gibi çok temel sorular. Yani hayatı anlamlı kılacak şeyler. Aksi halde insan anlamsızlık içinde kalır, nitekim kalıyoruz, kalıyorlar. ‘Bu hayat çekilmez’ gibi şeyler söyleniyor, ümitsizlik içinde kıvranıyorlar. Daha doğrusu ümidi var da, ümidini tatmin edecek bir kaynağı bulamamış. Veya aramamış. Aramayan bulamaz. Sonra sıkılıyorlar, hayatı sıkıcı buluyorlar. Neden? Ruh sıkılıyor bu dünyada çünkü. İnsandaki duyguların hepsinin sonsuza açılan, sonsuzluk isteyen, mükemmellik arzu eden yönleri var. Ama dünyada gerçekleşmiyor bu. Dünya kendi yapısı içinde mükemmel. Yaratıcısının özelliklerini yansıtması açısından mükemmel. Ama insanın, insanî ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapıya sahip değil. İnsan öyle bir yapıya sahip olarak var edilmiş ki, ebediyet istiyor ama dünya ‘ben faniyim, kendime faydam yok ki, sana faydam olsun’ diyor…”.
“Nerede, ne zaman, hangi şartlarda yaşarsa yaşasın, insanın iki temel ihtiyaç çeşidi var: biri bedenî, diğer insanî yahut ruhî. Bu insan ihtiyaçları hiçbir zaman değişmiyor. Her doğan insan nefes almaya muhtaç, her doğan insan yemeğe muhtaç, her doğan insan içmeye muhtaç, her doğan insan görmeye muhtaç… Bunlar insan olarak hepimizin bedenî ihtiyaçları. Bunlar dünyada karşılanıyor. Bir de dünyada karşılanmayan, arayıp da cevabını bulamadığımız insanî ihtiyaçlarımız var. Her insan ebedi mutlu olmak istiyor, her insan sonsuza açılmak istiyor, her insan sevdikleri ile daima beraber olmak istiyor… İşte Kur’an’ın konuşma alanı bu alandır. Kur’an; a) hiçbir zaman değişmeyen, b) her zaman sonsuzluğu isteyen, c) daima mükemmelliği talep eden insanın bu insanî, ruhî, manevî ihtiyaç ve beklentilerini karşılayacak, bunlara tatminkar cevap teşkil edecek açıklamalar yapıyor. İşte bu arayış içinde olan insan, ne zaman bunların ikna edici cevaplarıyla karşılaşırsa memnun oluyor, tatlılık hissediyor. Metinde geçene ‘halâvet’i de böyle anlıyorum, ‘hah, şimdi yerine oturdu, beklediğim oldu’ diyor. Bunun zevkini yaşıyor, yaşayabiliyor…”.
“Herkes bilir kendi dünyasında, ben de şahsen sorguluyorum. Kur’an’da beni en çok rahatlatan iki nokta var: Birisi şu: Benim bir sahibim var, O beni biliyor, benim ihtiyaçlarımı biliyor. İkincisi, bu sahibim beni hiçbir zaman bırakmayacak; şimdi de, ölümden sonra da. O sahibim bende ve kainatta özelliklerini yansıtmış, yansıtıyor; mesajını göndermiş, mesajını doğru şekilde anlayıp uygulayabilmem için benim gibi bir insanı görevlendirmiş. Ben Peygamber’in ‘üsvetü’l-hasene’ yani ‘model’ veya ‘pattern’liğinde Onun maksadına göre yaşayacağım. Sünnete uygun yaşamak bu demek ya. Resulün ‘pattern’liğinde yaşamak. Yani onun (asm) Yaratıcının mesajını kendi şartlarında hayata yansıtmasına bakarak ben de ondan örnek alıp kendi şartlarımda o mesajı yaşamaya çalışacağım. Yoksa sünnet benim için çöle gidip deve sürmek ya da hurma yemek değildir. Onun deveye binerken yahut hurma yerkenki düşünce ve tavrını, benim kendi şartlarımda bindiğim şeye yahut yediğim şeye uyarlamak…”.
“İşte ben, Kur’an’ın benim insanî ihtiyaçlarıma cevap veren kitap olduğunu anladığım zaman, ‘Benim bir Yaratıcım var, beni boş bırakmayacak’ diyeceğim. Söz gelimi, yaşlanıyorsam, ‘ah gençlik!’ diye bir hayıflanma aklımdan geçmeyecektir. Eğer geçiyorsa Kur’an’ın mesajını anlamak için gayret etmedim, demektir. ‘Eyvah, öleceğim!’ diye bir kaygıya kapılmayacağım. Eğer kapılırsam veya kapılanı görürsem, ‘Sana ne kardeşim, sana hayatı veren, seni bırakacak değil ki’ diyeceğim. Belli ki, ölüm gerçeği karşısında kazanılması gereken bu kavrayış, ‘ölümden kaçınmana, hayatını korumana gerek yok’ demek anlamına çekilmeyecektir. İşte Kur’an’da insaniyetimle ilgili bu tür cevapları okuyunca veya bu tür haberleri duyunca, -tabir caizse- ‘hah, rahatladım, şimdi başımı yastığa koyup rahatça uyuyabilirim’ diyebileceğim, diyebilmeliyim…”.
“Kur’an’ın tazeliği işte burada ortaya çıkıyor. Hangi çağda, hangi coğrafyada yaşamış olursa olsun, bütün insanların insanî bakımdan ortak özellikleri bulunduğu, ortak ihtiyaç ve beklentilere sahip olduğu görülüyor. Kur’an bu aslî, insanî ihtiyaç ve beklentileri karşılayacak mesaj verdiği için her çağda ve her yerde -tanım gereği- canlı, yeni, taze olmak zorundadır. Nitekim fiilen öyle olduğu da görülüyor. Peki, bazen insanlar ‘bunun tarihi geçti’ mealinde sözler söylüyorlar, niçin? Ana neden şu: Kur’an okumalarını Kur’an’ın tanımına göre yapmıyorlar. Problem orada! İslam alemi maalesef Kur’an’ı, Kur’an’ın kendisini tarif ettiği şekilde okuma konusunda geride kaldı, zayıf kaldı, ihmal etti. Diğer taraftan her dönemin insanı aynı ihtiyaçlarla karşı karşıya olduğu için her çağda ve her dönemde bu ihtiyacı karşılayan kaynak olarak Kur’an asla eskimeyecektir. Çünkü gıdaya muhtaç olarak yaratılan insanın ihtiyacını karşılamak için gıda sunulması nasıl ki eskimezse, insanî duygularım bakımından ihtiyaç duyduklarımı bana sunan Kur’an da her zaman, her asırda, her yılda, her günde, hem benim için hem herkes için ter ü taze kalacak ve asla eskimeyecektir. Yeter ki, Kur’an’a muhatap olduğumuzda, onu tarihi olayları anlatıyor diye görüp kendi gerçeğimiz ile Kur’an’ın mesajını kendimizden uzaklaştırmayalım. Böylesi bir yaklaşımla Kur’an okuyan kişi, ondaki tüm olayları ve figürleri kendisi ile özdeşleştirerek okuyacağı için, onun tam da kendi sorularına ve beklentilerine o anda cevap veriyor olduğunu anlayacaktır”.
Derste, diğer müzakerelerle daha da pekiştirilen izahlar, Kur’an’ın her yerde ve her günde ter ü taze olduğunu gün gibi ortaya koyuyor, diye anladım. Bütün mesele, benim temel insanî sorularımla Kur’an’a muhatap olup olmadığımda düğümleniyor. Ben böyle bir muhatabiyete girdiğimde Kur’an’ın beni doyurduğunu, benim insanî talep ve beklentilerimi cevaplandırdığını görürsem, Kur’an’ın “gençliği, tazeliği, eskimezliği” söz konusu olduğunda niçin hamasi sözlere başvurayım ki?