Ders Notları

Yazarın Kalemini “Yazarken” Görmek yahut Kalemin Çıkardığı Sesi “Duymak” yahut da Risalet

Yazarın Kalemini “Yazarken” Görmek yahut Kalemin Çıkardığı Sesi “Duymak” yahut da Risalet | Ha-Mim

Yıllarca önce, “Resulullah (asm) miraca çıktığında, öyle bir yere geldi ki, orada kader kaleminin cızırtılarını işitti” şeklinde bir rivayet okumuştum. Risalet nedir, peygamber kimdir, miraç nasıl bir mucizedir gibi temel konuları zihnimde, en azından belli seviyede oturtmadan, -şimdi ne kadar oturttuğum da soru işareti olmakla beraber- gökte, yukarılarda bir yerde, kaderlerin yazıldığı mekan olduğunu, Hz. Peygamber’in bu mekana yaklaştığını ve kalem seslerini duyduğunu tasavvur etmiştim. Hadisleri orijinalinden okuyarak sökmeye çalıştığımda, söz konusu rivayette “kader” kelimesi kullanılmaksızın ifadenin “kalemlerin sesini (sarîfü’l-aklâm) işitmesi” biçiminde yer aldığını (Buharî, “Salât”, 1) görmüş, rivayetin temsilî bir anlatım olup üzerinde düşünmeyi gerektiren bir niteliğe sahip olduğunu aklımdan geçirmiştim.

Geçen hafta sonu yapılan ve benim katılamadığım müzakereli bir dersin kaydını dinlerken (https://www.youtube.com/watch?v=J5AS05nSFUQ), konunun tam da buraya geldiğini ve benim çok istifade ettiğim bir müzakerenin paylaşılmış olduğunu gördüm. Müzakere şöyle başlıyor: “Konu bizi neden ilgilendiriyor? Resul’ü tanımak için. Resul kimdir, risalet benim için neyi ifade eder? Yaratıcı bana mesajını neden doğrudan vermiyor da araya melek giriyor, insan giriyor? Resul kimdir ki ben ona tabi olayım? Resul benim tecrübe ettiğim alanın dışında tecrübesi olmayan birisi midir? Eğer öyleyse benim Resule ihtiyacım yok ki. Bu ve benzeri sorular risaletin misyonuyla ilgili temel sorulardır. Şimdi bunları anlayabilmek için ‘Zerre Risalesine’ müracaat etme ihtiyacı hissettim. Metin önümde. Burada şöyle bir cümle var: ‘Tahavvülât-ı zerrât, Nakkâş-ı Ezeli’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kainatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazâtı ve cevelânıdır’. Altınla mı yazmak lazım, -altın yetmez-, elmasla mı yazmak lazım, -elmas yetmez-, yakutla mı, en değerli şey ne ise onunla yazılacak bir cümle. Üzerinde bir ay düşün. İsraf etmiş olmazsın. ‘Tahavvülat-ı zerrât’ yani zerrelerin bir halden başka bir hale geçişi var ya, işte bu ‘ihtizazât’tır. Zerrenin kendisinde birinci halden ikinci hale dönüşmesinde, bu dönüşümü sağlayacak gerekli unsurlar yok. İkinci hal, birinci halden daha mükemmel. Bu da kainatın düzenine uyuyor, öbürü de. Dolayısıyla her ikisi de ayrı ayrı mahluklardır. O halde kainatın her bir andaki hali Yaratıcı’ya izafe edilecektir. ‘Tahavvülât’ böyle ele alınıyor, ben de şahsen getirilen deliller çerçevesinde bunu böyle anlıyorum. Gelelim ‘ihtizazât’a, bu, neyin nesidir? Düşünüyorum, bunu nasıl anlayabilirim ve risaletin zorunluluğu ile ilişkisini nasıl kurabilirim diye, Kur’an’da ve Risaleler’de kullanılan bir temsil olarak aklıma kitap örneği geliyor…”. 

Divit hokkaya batırılıp, mesela aharlı kağıda yazmaya başladığında kendine has bir ses de çıkarır. O yüzden Nursi, kainat kitabının kudret kalemiyle yazılışından bahsederken ‘çıkardığı sesleri duymak’tan da söz eder. Şimdi bir kitaba bakıp ‘bunu bir yazan olmalı’ demek var, bir de ‘ben bu kitabı yazılırken gördüm arkadaş’ demek var. İşte risalet budur, diye anlıyorum.

Müzakere kitap örneği üzerinden şöyle devam ediyor: “Şimdi diyelim ki bir kitap var. Kitaba bakıyorum. Kitabın bana görünen kısmı itibariyle kağıdı var, mürekkebi var, kapağı var, onları görüyorum. Ve elbette kitapta anlamlı cümleler görüyorum. Bakıyorum, bu kitabı şu kağıtlar, şu mürekkep, şu cilt yazmış olamaz. Bunun bir yazarı olması gerektiği gayet açık. İnsan olan herkes bunu anlar. Bunun için Resule de ihtiyaç yok. Yeter ki insan, kendisini şartlandırmamış olsun. Burada problem var mı, hayır yok. Peki, bu kitabın yazılışını, yazılırken gaybî yani benim bilmediğim birisinin görmüş olması mümkün mü? Evet. O halde kitap var, kitabının yazarı var, kitap yazılırken yazılışını gören birisi var. Şimdi kainat kitabına bakıyorum. Her şey anlamlı. Gördüklerim bu kitabı yazamaz. Mutlaka bir Yazarı var. Peki, ben bu Yazarı görebilir miyim? Hayır! Zira o Yazar’ın yazılanlar (yazılmış kitabın kendisi) yahut yaratılanlar cinsinden olmaması gerektiği yani Onun ‘mutlakiyet’i mantıkî bakımdan zorunlu bir sonuç olarak ortada. Diğer taraftan Kur’an da genel ifadelerle buna işaret ediyor. Yani insan bir ağacı görür gibi ‘mutlak’ı göremez. Kur’an bir kimsenin Onun zâtını görmesinin mümkün olamayacağını ‘kâb-ı kavseyn’ ile izah ediyor. Yani ‘yaklaştı, yaklaştı ama göremedi, göremez’, diyor. Peki, o bir kişi neden ‘kâb-ı kavseyn’e muhatap oldu? O kişinin özel görevi var, çünkü. Resul o. Kitabın Yazarını insanlara anlatacak, Onun mesajını insanlara öğretecek, kendisi de o mesaja uygun bir yaşayış ortaya koyarak örneklik teşkil edecek. Sadece Yazarın varlığını anlatmakla yetinmeyecek. Onu zaten insan muhakemesi kabul eder. Güya ‘ilkel toplumlar’ diye anılan insanlar bile çeşitli adlarla Onu tarif ettiler. Vahiy ulaşmamışsa, zaten Kur’an’a göre onlar sorumlu olmayacak. Onlar paçayı kurtardı da bizim başımız dertte…”.

“Şimdi gelelim, kitabın yazılışının görülmesine. Klasik bir örnek olsun diye divitin kitabı yazışını tasavvur edelim. Divit hokkaya batırılıp, mesela aharlı kağıda yazmaya başladığında kendine has bir ses de çıkarır. O yüzden Nursi, kainat kitabının kudret kalemiyle yazılışından bahsederken ‘çıkardığı sesleri duymak’tan da söz eder. Şimdi bir kitaba bakıp ‘bunu bir yazan olmalı’ demek var, bir de ‘ben bu kitabı yazılırken gördüm arkadaş’ demek var. İşte risalet budur, diye anlıyorum. Bu kitap yazılırken kalemin işleyişini gördüm hatta kalemin çıkardığı sesi duydum. Al sana, -bir yönüyle- cennet. Kur’an’da cennetten bahsedilirken şöyle bir ayet var: ‘…Cennetlikler, cennetin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, ‘Bu, tıpkı daha önce dünyada iken bize verilen rızık diyecekler’. Halbuki bu rızık onlara dünyadakine benzer olarak verilmiştir’ (Bakara 2/25). Diyelim ki sen bu dünyada bir kiraz yedin, orada sen bunun yaratılışını görerek yiyeceksin. Çünkü cennet, ahirette bizzat yaratılışın gerçekleştiğini gördüğün yerdir. Onun için Nursi, ‘perdesiz tecelli’den bahseder cennet için. Cenneti görmek insan için mümkündür. Neden olmasın? ‘Mutlak’ değil ki…”.

“Tekrar kitabı yazılırken ‘görme’ye döneyim. Kitaba bakıyorum, ‘bunun Yazarı olması lazım’ diyorum. Bu, benim durumum. Birisi de kitap yazılırken ‘ihtizazât’ı görüyor, daha doğrusu ona gösteriliyor, tebliğinden emin olsun, diye. Miraç budur diye anlıyorum. Yazılırken, tecelli ederken o ‘ihtizazât’ı görmek. Peki bu, bir insan için mümkün mü? Mümkün. Perdesiz yaratılış olan cenneti görmek mümkün. Çünkü cennet de mahluktur. Diğer bir ifadeyle cennet ‘mutlak’ değil ki. Onun ebedi olması ‘mutlak’ olmasını zaruri kılmaz ki. Birisi diyor ki ‘cenneti gördüm’. Bana gayet makul geliyor, ‘hay hay efendim’, inşallah ben de görmek isterim. Niye görmek istemeyeyim? Resul ‘ben cenneti gördüm’ diyor, ‘ben kitabı yazan kalemin sesini duydum’ diyor. Peki, ben onun bu halini, bu dünyada yaşayabilir miyim? Hayır, yaşayamam! Ama bu hali yaşamış birisinin getirdiği mesajı o güven, o itminan, o iman ile düşünürsem ‘mutlaka öyle olması lazım geldiğine’ iman edebilirim. Yani getirdiği mesajın gerçekliğini onaylarım…”.

Konu şöyle temellendiriliyor: “Nasıl yani? Bakarım varlık alemine, iki ayrı ve birbirine bitişik gibi görünen varlığa geliş sürecini incelediğimde, zaman diliminde yan yana gelen (düşünme sonucunda getirilen olduklarını anlıyorum) varlıkların birincisinin, ikincisini var etmeye yetecek hiçbir özelliği olmadığını kolayca anlayabilirim. Her ikisi de belli bir düzenin mahkumları. İradeleri, bilgileri, ileriye ait projeleri ile bir karar verip diğerine varlık verecek özelliğe sahip değil. Kendisinde de böyle bir özellik yok ki, kendi varlığına kendi karar verebilsin. Canlılarda gözlemlenen ‘canlı olmak’ta da böyle bir özellik görmüyoruz. Yalnızca bir bilgi kaydı görüyoruz (DNA’daki kodlar diyorlar) ki, bu bilginin de kaynağı bu kainat içinden olamaz. Çünkü kainatın ‘maddesinde’ bilgi üretecek ve onu kayda alacak hiçbir özellik yoktur, kimse gösteremez. Öyleyse, bir şey bir başka şeyin varlığına neden olamaz ise, biz bilinçli, düşünebilen insanlar olarak çok rahat bir şekilde, ‘bir varlığın bir an sonraki hali, mutlaka o varlıkların tümünde görünen özelliklerin Kaynağı olan ne veya kim ise Odur’ deriz. İşte Onun Varlıkları var etme sürecine, yani bir kitap yazıyor gibi anlamlı, maksatlı bir var etme sürecine ben de bu dünyada muhatap oluyorum…”.

Zaten ‘kalem’ metaforu, Yaratıcının yazma, yani yaratma sürecindeki yansıttığı tüm özelliklerinin yarattıklarında yansımasının (Kur’an’ın ifadesiyle ‘tecellisi’nin), bizim tarafımızdan gözlemlenmesi değil midir? İlle de ‘kalemi’ göreceğim demek, metaforu anlamamak demektir.

“Zaten ‘kalem’ metaforu, Yaratıcının yazma, yani yaratma sürecindeki yansıttığı tüm özelliklerinin yarattıklarında yansımasının (Kur’an’ın ifadesiyle ‘tecellisi’nin), bizim tarafımızdan gözlemlenmesi değil midir? İlle de ‘kalemi’ göreceğim demek, metaforu anlamamak demektir. Resulün böylesi bir eğitime tabi tutulmasının sonucunda ulaştığı ‘kesinliğin (yakînin)’ ifadesi olan ‘Kaleminin yazışındaki cızırtıları duydum’ demesi, bize ne kadar anlaşılması kolay bir tasvir ile, Risalet görevinin bizi nerelere davet ettiğinin gayet yerinde bir anlatımı değil midir?”.

“Üç husus var: Bir, yazılmış bir kitap; iki, ‘yazılıyor’ olarak gördüğüm kitap; üç, kitabın Yazarı. Yazılmış kitap kainat, ortada. Miraç, kitabı yazılıyor olarak görmenin tecrübesi, Yazar ‘mutlak’ varlık olarak bu dünya şartlarında görmeye konu olması imkansız olan zât. İşte miraçta ‘kâb-ı kavseyn’, Yazarın bizzat Kendisinin görülemez oluşunun ifadesidir. Kur’an’da, Hz. Musa’nın ‘Rabbim seni göreyim talebine karşı ‘beni göremezsin’ denilmesi, ardından da ‘şu dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin’ ifadesi (A’râf 7/143) buna işaret ediyor. Ne oldu? Dağa tecelli söz konusu olduğunda dağ toz parçaları haline geldi. Hani şimdi filmlerde hızlı çekim yapıyorlar ya, bir çiçeği birden bire büyütüyorlar. Bu dünyada bir taşın toprak oluşu için binlerce yıl geçmesi gerekiyor. Musa’nın talebi üzerine o ‘kâb-ı kavseyn’e getirildi, deyim yerindeyse. Bir anda dağın çözülüşünü görünce Musa pat diye düşüp bayıldı. Niye? Çünkü şu dünya şartlarında mümkün değil böylesi bir hızlı çekim gibi olan yaratılış düzeni. Ahiret müstesna, çünkü yepyeni bir yaratılış türünde Yaratıcının özelliklerinin yansımalarının ‘zaman’ kavramına tabi olmadan gözlemlenebileceği bir tür yaratılış, ki bu dünyada fiziki olarak görmediğimiz ve fakat mümkünlüğüne kesin kanaat getirdiğimiz bir yaratılış türü”.

Zevkle takip ettiğim bu müzakere bana, sadece girişte bahsettiğim rivayeti anlama konusunda değil, aynı zamanda risalet, miraç, ahiret, cennet, rüyetullah gibi konuları anlamaya yönelik olarak da kayda değer ufuklar verdi. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın