Ha-mim’in geçen hafta sonu (28. 05. 2022) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=_au_SnZt5kk), İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakere edilmesine devam edildi. Önceki hafta da kısmen müzakere edilen aşağıdaki paragraf ve devamındaki kainata sırr-ı vahdetle bakmak ile bunun zıttı olan şirk içine düşerek veya şirk içinde kalarak bakmanın karşılaştırılması yapılarak şirke düşenlerin açmazlarına dair çok önemli değerlendirmeler yapıldı. Ben bunları ilgili kayıtlara havale edip özellikle şu paragraf hakkındaki müzakerelere değinmek istiyorum:
“İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemâlâtına ve ulvî hukuklarına ve kudsî hakikatlerine bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır ittifak edip, kavm-i Nuh (aleyhisselâm) ve Ad ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor.”tekâdu temeyyezü mine’l-ğayz” âyetinin sırrıyla, Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet, şirk kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 14)
Bir müzakereci şunları söyledi: “Metin küfür ve şirk cinayetine karşı kainatın kızdığını, arz ve semavatın hiddet ettiğini, kainatın unsurlarının geçmişteki böyle toplulukları boğduğunu söylüyor. İnsan bunu okuyunca şunu demeden edemiyor: Zamanımızda çok inkarcı ve çok ehl-i şirk var. Bunların hiçbiri de mahvolmuyor. Ayrıca metin, ayeti gündeme getirerek böyle kimseler için cehennemin kızdığını, kızıştığını, öfkesinden parçalanmak derecesine geldiğini de ifade ediyor. Biz bunların hiçbirisini görmüyoruz. Ben şahsen görmüyorum. Gören varsa buyursun, söylesin. Bugün ne kendisini ateist diye anan inkarcı kimselerin ne inandığını söylediği halde tabiata veya sebeplere tesir vererek şirk ehli olan kimselerin boğulduğu vs. gibi bir olay görünmüyor. Ben bu durumda ayetlerin içeriğini onaylayabilir miyim, tasdik edebilir miyim ya da nasıl tasdik edebilirim? Fakat metnin devamında, “Evet, şirk kainata karşı büyük bir tahkir ve azim bir tecavüzdür. Ve kainatın kutsi vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkar etmekle şerefini kırıyor” cümlesi bize bu konuda ip ucu veriyor. Yani küfür ve şirkte kainata karşı sergilenen tutum var. Şimdi şöyle diyelim, hani insanlar laboratuara giriyorlar, büyük laboratuarlar kuruyorlar, oralarda tabiatın nasıl kendi kendine işlediğine dair çalışmalar yapıyorlar; arkasından da bir Yaratıcı olduğu yolundaki inancın hiçbir gerçekliği yok demeye gelen açıklamalar yapıyorlar; ‘Bakın biz nasıl olduğunu izah ediyoruz’ diyorlar. Tamam izah ediyorlar da neyi izah ediyorlar? Gördüklerini, gördükleri resmi izah ediyorlar. Resmin nasıl oluştuğuna, nasıl vücut bulduğuna, nasıl varlık bulduğuna hiç de bakmıyorlar. Bunlar ‘işte böyle kendi kendine oluşuyor’ peşin yargılarını masum insanlara yutturuyorlar. İspat etmek için bahanelerden başka bir delile dayalı açıklamaları görülmüyor. Peki bu insanlara baktığımızda, bunların selin vs. altında kaldıklarını falan görmüyoruz. Laboratuardaki inceledikleri neyse -her halde kainatın bir parçası sonuçta-, tutup da bunlara isyan ettiği vs. de yok. Peki ne oluyor ya? Kur’an ne demek istiyor?”
“Önce hemen Kur’an tanımımızı çabucak bir hatırlayalım. Kur’an bana insanın mahiyetini, yaratılış maksadını, kainatın yaratılış amacını, insan ile kainat arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini ifade eder, bu konuda yol göstericilik yapar. Yani bu dünyada benim nasıl yaşmam gerektiğini bana bildirir. Nasıl bir anlayışa sahip olacağım ki, bendeki insanî duygular tatmin olsun, yerini bulsun, ben bu duyguların ıstırabı altında kalmayayım. Neden? Çünkü bu duygular bana devamlı hatırlatıyor, diyor ki; ‘ne yaparsan yap, senin bu dünyada yaptıklarının hiçbirisi senin beklentilerini karşılamaz’. Kur’an ise ‘ben sana bu beklentilerini karşılayacak şekilde hayatını, kendini, her şeyi nasıl anlamlandırman gerektiğini öğreteceğim’, diyor. ‘Eğer sen Yaratıcını tanırsan, bu duygularının sana kim tarafından ve niçin verildiğini anlarsan ve bunların nasıl tatmin edileceğini kavrarsan mutlu olursun; aksi halde iç çelişkilerden kurtulamazsın’, diyor. O halde senin o tabiat dediğin, kendi kendine oluyor sandığın eşya, senin yalnızca bu işi entelektüel düzeyde geçiştirmene bahane bulmandan ibaret kalır, senin iç dünyanı hiçbir zaman tatmin etmediği gibi devamını istediğin her şey de seni reddederek seni ümitsizlik içinde boğar. Anlamsızlık içinde boğar. Bağırırsın, çağırırsın, ‘mutluyum’ diye sahte görünüşlere girersin, ama akşam eve gittiğinde, ‘bugün de geçti, elimde bir şey kalmadı’ dersin. Niye? Tatmin olmadın ki. Neden? Sevdiğim her şeyin benimle devamlı olmasını isterdim, bende kalsın isterdim, olmadı, gitti, tutamadım onu. Böylece çalıştıkları kainatın içinde insanın insanî duygularının tatminini sağlayacak durumun olmadığını fark ederler. Vurgulayalım, ‘insanî ihtiyacının’, bedeni ihtiyacının değil. Bunlar kendilerini ‘bedenden ibaretiz’ diye tanımak zorunda kalırlar. Yani insanî duygularını, bilinçlerini inkar etmek durumundadırlar. Bilinçliliği de şimdi beynin fonksiyonu diye izah etmeye çalışıyorlar. Hiçbir belgeleri yok, ama atıyorlar, her zamanki gibi. Yani temelsiz konuşuyorlar. Dikkat ederseniz temelsizliğini anlarsınız; ‘nasıl oldu da bunlar ve bunlarda görünen özellikler var oldular?’ derseniz cevapları yok. Ama hep böyle oluyor’ derler. Ben eve geldim, kapıyı açtım, her şey çalışıyor. Ne güzel, mesela pencerem de çalışıyor. Hava almak istediğim zaman açıyorum, üşüdüğümde kapatıyorum. ‘Bak çalışıyor, izah ettim işte’ diyor ama bu incelediğim şeylerin varlık kaynağı nedir, kapıyı buraya kim koydu, pencereyi oraya kim koydu? Koyan niye koydu, benden ne istiyor, bunlara hiç değinmiyorlar. Öte yandan insan olarak ‘bunların nasıl oldu da var oldular’ diye sorgulayacak özelliğe sahibim. Bu sorgulama özelliği de nereden geldiğini ve cevabının ne olduğunu araştırmaktır. İnsaniyetimizin en önemli ihtiyacıdır; ta ki bu suretle hayatımız anlam kazansın. Değilse bilinmezler aleminde anlamsız bir şekilde yaşar ve ölür gideriz. Böyle bir hayatın yaşanmaya değer olduğu söylenebilir mi?”
“Ayrıca bir de ben, mesela, pencerenin bozulmasını istemiyorum, bozuluyor. Evin eskimesini istiyorum, eskiyor, yıkılıyor. Ben de eskiyorum, ölüyorum. Elimde bir şey kalmıyor. Bu ıstırabın adına ‘boğmak’ yahut ‘boğulmak’ denir. Ve ne kadar inkar edersem, ne kadar direnirsem, en azından bir sorgulamaya bile yer vermeyecek şekilde, başkalarıyla da paylaşmak suretiyle inkar için mücadele edersem, tabiatçılık için mücadele edersem, doğacılık fikrini yaymaya çalışırsam… o kadar iç çelişkinin içindeki ıstırabı hissederim. Neden? Bilirim ki söylediklerimin hepsi bahane, insanlığın, insanlığımın ihtiyacını karşılamaz. Laf olarak söylerim fakat aklım, kalbim, duygularım hiç mi hiç tatmin olmaz, bu yüzden için için azap içinde yaşarım. Kur’an bu durumu ne kadar incelikli olarak dile getirir: ‘…O, Kur’anı, ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri de uyarmak için dosdoğru bir kitap kıldı. Bu konuda ne kendilerinin ve ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan ise pek büyük bir sözdür. Fakat söyledikleri yalandan başka bir şey değildir’ (Kehf 18/4-5). Kur’an bu ayetiyle şu alemin Allah tarafından var edildiğine inansa da, evrenin kendisinde sanki ‘babası olan Allah’tan kalıtım ile yaratıcılık özelliği verildiği’ iddiasında ısrar eden kişilerin halini dile getirir. Ağızlarıyla söylerler fakat ne akılları ve ne de kalpleri yani insanî duyguları tatmin olmuş, onaylamış değildir. Çünkü mümkün değil ki, bir insan maddede ‘yaratıcılık özelliği var’ diyebilsin. Her akıl sahibi bilir ki, maddenin zaten kainatın yaratılış kuralı olan düzenine tabi olarak var olmanın ötesinde hiçbir özelliği yoktur. Maddenin kendi kendine tesadüfen geliştiğini ima eden ‘böyle oluşuyor’, ‘doğasına var’ gibi ifadeleri konuşan, özellikle evrenin nasıl çalıştığını (aslında nasıl var edildiğini) araştıran bu kişilerin (zamanımızda bunlara ‘bilim adamı’ deniyor fakat ‘araştırmacı’ denmelidir) dilleriyle söyledikleri şeyler koskocaman bir iddiadan ibarettir. Aklı, kalbi, duyguları kesinlikle tatmin etmeyen koskocaman bir yalan!”
“Bir kişi bildiği bir şeyi, bildiğinin dışında dile getirirse buna ‘yalan’ denir. Değilse bir kişi kesin olarak bildiğini düşündüğü bir şeyi düşündüğü gibi dile getirirse buna yalancı denmez, ‘yanlış biliyor’ denir. Kur’an’da ‘Peygamberleri yalanladılar’, ‘Kur’an’ın mesajını yalanlıyorlar’ gibi ifadeleri de bu ölçüye göre anlamamız lazım. Yani biliyorlar ki bu mesaj doğrudur fakat doğru değilmiş gibi dile getiriyorlar. Yanlış zannettiği için yanlış diye itiraz edenlere ‘yalancı’ değil, ‘doğruyu bilmiyor, yanılıyor’ denir. Yani kendileriyle çelişiyorlar. Böylelerinin çektikleri, cehennem azabını, kaynağı kendi içlerinden yaşadıkları yanıp tutuşmadır bu dünyada. Ahirette ise bu halleri bedenen de yaşayacakları cehennem hayatıyla devam ettirilecektir”
“Eğer ben böyle birisi olur isem, ego işte, etrafımdaki insanlar bana, ‘işte bu konunun uzamanı bu canım, bakın uzman olarak konuşuyor’ derler, gittiğim yerde de alkışlarlar. Fakat eve geldiğim zaman, hani film starları vs. var ya, mesela onların hepsi eve gelince bir şeyler ile kendilerini teskin etmeden yaşayamazlar. Ya bağımlıdırlar, uyuşturucu bağımlısıdırlar ya kendilerini devamlı meşgul ederler. Ta ki düşünmeye imkan olmasın vs. Neden? Çünkü içi böyle kaynıyor. Yani iç dünyası, ‘ne yapıyorsun, benim isteklerimin hepsinin üstünü kapatıp geçiyorsun, ben buradayım’ diye çığlık atıyorlar. Ayrıca insanın bu halinin kaynağının insanın kendisine yalan söylediği için olduğunu işte geçen ayetler incelikli bir şekilde dile getirir.”
“İşte ben bu ayetleri böyle anlıyorum. Nasıl? Efendim ayetin gramer yapısına baktım da oradan çıkardım falan değil. Kur’an’ın bana konuşma maksadına baktığımda bunu anlıyorum. Neden böyle bir Kur’an’a ihtiyacım var ya da neden vahye ihtiyacım var? Neden Yaratıcımın bana şöyle veya böyle bir konuşma yapmasına ihtiyacım var? Bunların farkına vararak ve bunların cevabını aramak üzere Kur’an okursak böyle anlarız. Yoksa temelsiz, dayanaksız iddialara dayanan bilgi aktarımı yaparız. Yani Kur’an’dan ansiklopedik bilgi elde etmiş oluruz. ‘Kur’an böyle diyor, cehennem kaynıyor diyor’ deriz, ‘Ad kavmi, Semud kavmi, Firavun ve beraberindekiler boğuldu diyor’ deriz. Ne bileyim ben? Ama işte, öyle diyorsa öyledir diye geçiştirerek Kur’an okuruz ki, artık bu devirden sonra bunun kesinlikle kabul görecek bir tavır olmadığına inanıyorum ben. Böyle bir bilgi nakli için Kur’an okumak, bilgi edinmek için Kur’an okumak devri geçti. Eskiden öyle imiş. İnsanlar teslimiyetle devam ediyormuş. Şimdi teslimiyet de kalmadı artık yeni nesilde. Gerçekten düşünmeyen insanlar Kur’an’a inandığını söyleyip oradaki bilgileri nakletmek suretiyle kendilerini oyalayıp duruyorlar. Onları eleştiren ateistler de haklı. Bakıyorlar, ‘düşünmeden atıyorlar’ diyor. Ben de öyle diyorum. Bu bir ateistlik ise ben de bu noktada böyle diyenlerdenim. -Haşa ateist değilim- ama ben de öyle diyorum. Demek ki aynı şeyi söylüyormuşuz.”
“Başkalarını ayıplayacak bir tarafımız kalmadı. Ayıplanacak birileri varsa artık Kur’anı böyle literal olarak okumaya devam edenleri ayıplayacağız. Yoksa Kur’an bizim için bir şey ifade etmez. Hele Risaledeki bu tür açıklamaların içine girmemiz hiçbir zaman mümkün olmaz, bilgi nakli yapar dururuz.”
Bu kısmen uzun müzakereden sonra başka bir müzakereci şunları söyledi: “Benim tanıdığım ateist bir arkadaşım vardı, onunla biraz konuşunca bana, ‘bu konuları konuşunca ben rahatsız oluyorum’ diyordu. Hem ateist olduğunu söylüyor hem de bu konuları konuşunca ‘ben rahatsız oluyorum’ diyor. Yani kainata ateist bir bakış açısıyla baktığında, ulaştığı sonuç insanî duygularını tatmin etmediği için olmalı ki, bu konuları konuşmaktan rahatsızlık duyduğunu belirtiyor. Onun bu tür ifadeleri metinde anlatılan ‘boğulma’ olayının bizzat yaşandığını göstermişti bana. Yani insan kendisini ve kainatı anlamsız ve amaçsız görünce, kainatın hiddetine maruz kalıyor yani bu hislerin içinde boğuluyor. Eğer kişi insanî özelliği bakımından anlam ve amaç yahut amaçlılık arıyor onu da bulamıyorsa, insaniyeti bakımından daralıyor, zorlanıyor, boğulma raddesine geliyor. Ruhu ve vicdanı bir bakıma çözümsüzlüğün verdiği ıstırap ile karanlığa gömülüyor. Evet Nuh kavmi yahut Firavun ve beraberindekiler fiilî ve fizikî bakımdan bir boğulma yaşadılar. Bugün ise inanmayan veya şirk içinde olan kimseler de insanî duyguları bakımından kendileri ile kainat arasında büyük bir çatışma, büyük bir zıtlaşma görüyor ve adeta manevi olarak boğulma yaşıyorlar diye anlaşılıyor.”
Ardından önceki müzakereci tekrar söz alarak şunları getirdi: “Ayetleri bugüne, bize bakan boyutlarıyla anlamaya çalışmamız elbette ‘ahiret falan yok, varsa da böyle şeyler olmayacak’ anlamına gelmez ve gelmemelidir. Muhakkak ki bir şeyler olacak, olması lazım. Bu yaratılış böyle son bulacak basit bir yaratılışa benzemiyor. Devamlı yaratılıyor, devamlı tazeleniyor, böylece Yaratıcının sonsuzluğunu yani mutlakiyetini tanıtıyor. O sonsuz ise, bu yaratılış Onun sonsuzluğunu tanıtıyor ise, niye tanıtıyor bunu? Demek ki yeni yaratılış olacak, beni buna hazırlık yapmaya davet ediyor.”
“Peki orada, ikinci yaratılışta yahut yeni yaratılışta ne olacak? Bunu oraya gidince görürüz. Ben onu inkar ediyor değilim. Çünkü Kur’an bu dünyada bana, benim neyi, nasıl okuyacağımı öğretmek üzere konuşur. Yoksa görmediğim alemden haber veriyor, bana şöyle şöyle olacak diyor mesela. Olabilir. Niye olmasın? Ama bu benim için fazla bir şey ifade etmez, bana rehberlik yapmaz. Şu andaki insanî sorularıma cevap vermez. Beni ‘havale etmiş olur’. İleride olacak, burada biraz ıstırap çek, sonra orada görürsün demek çare getirmez, çözüm olmaz. Oysa bana ilaç getirmesi lazım. Kendisi ben sizin için ‘rahmet ve şifa vesilesiyim’ demiyor mu? (İsra 17/82).O halde dünyadaki benim problemlerime cevap vermesi lazım. Ben de onu bu problemlerime cevap bulmak üzere okuyacağım.”
“Ahirette cehennemin kaynaması nasıl olacak? Eğer siz böyle bir yaratılış anlayışında ısrar ederseniz; akıbetiniz, bu anlayışınızı takip etmiş olan duygularınız artık bunu fiilen de, bedenen de yaşar halde olmanızı gerektirir, anlamına gelir. Nasıl ki biz duygularımızla lezzet almak istiyoruz, maddi yaratılış sayesinde de bedenimiz lezzet alıyor ya, bunun gibi devamlı olan bedenle, o bedenin tecrübesi olarak orada da yaşatacağız diye vaat ediyor. Ben bu dünyada eğer bu sıkıntıyı, bu boğulmayı yaşar da ondan kurtulmak için tevhide ulaşırsam -yani kendimi Yaratıcıya teslim eder, inadı bırakırsam- o zaman ben bu dünyada aldığım lezzetlerden de memnun olurum. Bedenimin şifa bulmasından da memnun olurum. Böylece hem bu dünyamı hem yaratılışın devamı olan ahiretimi de mutlu şekilde yaşarım. Çünkü her iki yaratılışın da tek bir sahibi olabilir. O da sonsuz özelliklere, mutlak olan özelliklere sahip olan bir Yaratıcı olduğu için Onu onaylayıp, Ona inanıp, duygularımı Ona yöneltip -buna ‘ibadet’ veya ‘ubudiyet’ deniyor- Onun istediği şekildeki yaşama tarzını tercih ettiğim zaman, keza bedenimi de Ona ibadet ettirdiğim zaman, aynı şekilde aklımı Ona ibadet ettirdiğim zaman… bu mutluluğu hem bu dünyada hem de öbür dünyada yaşamış olurum.”
“Gelecek dünyada cehennem nasıl kaynayacak? Gelecek dünyanın nasıl yaratılacağına dair, mahiyetinin ne olacağına dair hiçbir insan bilgi sahibi olamaz. Ölür, ondan sonra olur. Çünkü bu dünyada bilgi sahibi olsak, o zaman bu dünyada o gelecek yaratılışı göreceğimiz için ‘hiç düşünmeye gerek yok, öyledir’ der, geçer gideriz. Kendimizi hazırlama işlemine girmeyiz… İşte bütün bunlar bizim hep peşin hükümle konuşmamak, peşin hükümle yapılan konuşmaları tekrar etmekten kurtulmak gerektiğinin haberleridir.”
Allah razı olsun.