Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta yapılan (17. 08. 2024) Sünuhat dersinde, önceki hafta başlanan “Nur Talebeleri” imzalı Mukaddeme’nin okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Ardından müellifin kaleme aldığı bir paragraflık “İfade-i Meram” okunup mütalaa edildi. Derste her iki parçayla ilgili olarak kıymetli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=BJfJxyrgXfg) Nur Talebelerinin yazdığı mukaddemede, müellifin başka bir eserinde yaptığı açıklamadan iktibas edilen aşağıdaki metinle ilgili müzakerelere -sonradan yapılan bazı küçük tasarruflarla- değinmek istiyorum:
“Bütün kuvvetimle derim ki: “Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcâatının modasına göre bir libas giydireceğim.”
“Şayet müstakbel tarafınmdan üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam, yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez; hakikat haktır. El-hakku ya’lû velâ yu’lâ aleyh.” (Sünühât, Eski Said Dönemi Eserleri İçinde [İstanbul 2017], s. 332).
Derste, önceki paragrafta “Risale-i Nur’un imanı kurtarma cihetindeki vazifesi”ne dikkat çekilen ifade ile ilgili olarak özetle şöyle söylendi: “Risale-i Nur’un ‘varlık’ üzerinden okuma yaparak hem Allah inancı hem diğer inanç esasları açısından muhataplarını tahkiki iman eğitimine tabi tuttuğu ortada. Dolayısıyla buradaki ‘Risale-i Nur’ tabirini öncelikle Risale-i Nur’u da kapsamakla beraber ‘Kur’an’ın usulünü takip ederek, sorgulamaya dayalı imanın gerçekliğini anlama ve anlatma hizmetinde bulunmaya çalışan bütün faaliyetler’ diye geniş bir yelpazede anlamak gerekiyor. Aksi halde insan fıtratının da hoşlanmadığı övmeye, övünmeye, aidiyet vurgusuna, klikleşmeye yönelik çağrışımlar söz konusu oluyor.” Ardından moderatör yukarıdaki parçanın ilk kısmını okuyup bunun tanıdık bir metin olduğunu, daha önce çalışılan “Divan-ı Harb-i Örfî”de geçtiğini kaydetti. Bir müzakereci söz alarak şunları paylaştı:
“Moderatörün belirttiği gibi bu metin Divan-ı Harb-i Örfî’de geçiyor. Müellif Doğu’da bir Üniversite kurulması teklifi ile ilgili olarak padişahla görüşmek üzere İstanbul’a geldiğinde, gazetelerde birtakım makaleler neşrediyor. 31 Mart Vak’ası dolayısıyla yargılandığı mahkemede savunma yaparken de, gazetelerde yazdığı fikirlerin sonuna kadar arkasında olduğunu dile getiriyor. Benim bu parçadan kendimize bakan yönü itibariyle aldığım yahut alınması gerekir dediğim ders şu oluyor: Demek ki biz de konuşurken veya yazarken eğip bükerek değil, birilerine ya da bir yerlere yaranmak için değil, konjonktürün mahkumu olarak değil, ‘hak’kı merkeze alarak hareket etmeliyiz. Çünkü hak, müellifin naklettiği rivayette de altı çizildiği üzere her şeyin üstündedir, hiçbir şey ondan daha yüce değildir. Esasında ‘hak’ yahut ‘hakikat’ evrensel olup, özü itibariyle zaman ve mekanla sınırlı değildir. Zaman ve mekanın şartları hakikatin kalıbı yahut elbisesi hükmündedir. Şartlara göre kalıp yahut elbise değiştirilebilir ama zaman üstü olan hak ve hakikat değişmez.”
Moderatör yapılan müzakereyi özetlemek üzere, “Demek ki, söylediklerimizden daha sonra utanmak istemiyorsak ayağımızı denk basmamız gerekiyor” notunu düştükten sonra başka bir müzakereci şunları ekledi: “Evet, hedefimiz hakkı söylemek olacak. Kendimizi müdafaa etmek, öne çıkmak, dikkat çekmek gibi maksatlar taşımayacağız. Hakikat için konuşacağız. Kendi çıkarlarımız için konuşmayacağız.”
Bu kısa eklemenin ardından diğer bir müzakereci de şunları ifade etti: “Metinde ve müzakerelerde ‘hak’ kelimesi telaffuz edilince aklıma bu kelimenin geçtiği Asr Suresi geldi. Hani, bu surede ziyana uğramayacak kimselerden bahsedilirken onların iman eden, salih amel işleyen kişiler olduğu belirtildikten sonra ‘onlar birbirlerine hakkı tavsiye ederler’ deniyor. Demek ki görevlerimizden biri bu! Hakkı gündeme getirmek, hakkı konuşmak, hakkı tavsiye etmek, hatta hakkı vasiyet etmek! Çünkü vasiyet ile tavsiye aynı kökten geliyor. Ancak burada ‘hak’ derken, ‘benim bildiğim hak’ yahut ‘benim hak diye bildiğim’ kaydını düşmek icap ediyor. Yoksa ‘hak budur’ gibi kendi hak bildiğimizi ‘hak’la aynılaştırmak, ‘bundan başka hak yok’ demek sağlıklı bir tavır gözükmüyor.” Bunun üzerine moderatör şu katkıyı yaptı: “Hak derken ‘hak bildiğimizi’ kaydı gerçekten önemli. Bence kilit noktalardan birisi bu! Yani ‘hak bildiğini hakkın kendisinden ibaret zannetme’ vurgusu! Aksi halde tekelci bir anlayışa kapıldığımızda, hakkı söyleyeceğim tavrı bizi başkalarının kafasına vurmaya götürebiliyor.” Aynı konuyla ilgili olarak başka bir müzakereci konuşma kutusuna yazarak düşüncesini şöyle belirtti: “Bir insan ancak ‘hak bildiği’ni tavsiye edebilir. Zira insan zihninin hakkın ve hakikatin bütününü kuşatması mümkün değildir.”
Bir müzakereci metindeki, “Şayet zaman-ı mazi cânibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla dâvet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa o zamanın ilcâatının modasına göre bir libas giydireceğim” şeklindeki ifadeyle ilgili olarak şunları söyledi: “Risale-i Nur’un telifinin üzerinden uzun bir zaman geçti. Bazı Risalelerin telifi bir asır öncesine dayanıyor. Müellif bu son cümlede, ‘şayet mazi cânibinden çağrılsam mânâya dokunmadan aynı hakikatleri ifade ederim, ancak o zamanın ilcaatının modasına uygun elbise biçerim’ diyor. Demek ki biz de şimdi Risale-i Nur’daki misalleri, üslubu, konu tanzimini ve takdim tarzını günümüze, günümüzün modasına uygun hale getirerek sunmalıyız. Metindeki ‘zamanın ilcaatı’ kaydı önemli. Bu vesile ile Hz. Ali’ye atfedilen bir ifadeyi hatırlıyorum: İmam-ı Ali (kv), ‘çocuklarınızı, kendi çağınıza göre değil, onların çağına göre yetiştiriniz’ diyor. Her insan kendi çağının çocuğudur. Bunu dikkate almayıp ‘telkinat’ yapıyoruz diye çocuklarımızı mazinin derelerine atarak yahut kendi yaşadığımız şartların girdabına sokarak eğitemeyiz. Kullandığımız dil, verdiğimiz örnekler, getirdiğimiz temsiller çocuğa yabancı gelmeyecek cinsten olmalıdır. Bu husus, ‘Risale-i Nur’un dilini değiştirelim, orijinalini bozalım’ anlamında değildir elbette. Gerçekte hiçbir eserin orijinali ile oynanmaz ama açıklanır, yorumlanır; yorumlanırken örneklerin, temsillerin güncel karşılıkları verilir. Söz gelimi Risalelerdeki askerlikle ilgili temsiller eğitim faaliyeti üzerinden anlaşılabilir ve anlatılabilir. Bu husus Kur’an’daki temsil yahut örnekler için de söz konusudur. Bu bağlamda Kur’an her asırda, o asrın ‘ilcaatları’ dikkate alınarak tefsir edildi, edilmelidir.”
Bunun üzerine başka bir müzakereci söz alarak şunları söyledi: “Hakikatin takdiminde başta dil ve üslup olmak üzere mânâya giydirilecek elbisenin -metindeki ifade ile-, ‘zamanın ilcaatının modasına uygun olması’ konusunu vahiy tarihi açısından düşününce, bunun sünnet-i ilahiyeye de uygun olduğunu fark ettim. Biliyoruz ki, -tanım gereği- bütün vahyî mesajlar aynı temel iman konularını dile getiriyor. Hz. Adem’e verilen ‘Suhuf’ta neler varsa, özü itibariyle Hz. İbrahim’e verilen ‘Suhuf’ta da aynı hakikatler var, olmalıdır. Keza Hz. Davud’a indirilen Zebur’da, Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’ta, Hz. İsa’ya verilen İncil’de, Hz. Muhammed’e inzal olunan Kur’an’da da aynı hakikatlerin altı çiziliyor olması lazım. Kur’an dışındaki semavi kitapların orijinali elimizde olmadığı için somut kıyaslamalar yapamasak bile vahyin gönderilen dönemi, gönderilen toplumu, toplumların seviye ve şartlarını dikkate almış olması muhakkaktır. Nitekim Kur’an’da bunu daha açık ve tartışmasız bir şekilde görebiliyoruz. Mesela Mekke’de inen ayetlerle, Medine inen ayetleri kıyasladığımızda konu, üslup, belağat özellikleri, vurgu vs. açısından bariz farklılıkların olduğunu görebiliyoruz. O kadar ki, biraz Kuran’la meşgul olan birisi üslup ve konulardan yola çıkarak, -basit haliyle- hangi ayetin Mekkî hangi ayetin Medenî olduğuna dair doğru tespitler yapabilir. Öte yandan bu husus Risale-i Nur’un telifinde de açıkça görülüyor.”
Bundan sonra moderatör metnin “…Şayet müstakbel tarafımdan üç yüz sene sonraki tenkidât-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnâmesiyle celb olunsam…” şeklinde devam eden ikinci kısmını okudu. Bir müzakereci şunları paylaştı: “Her ne kadar Türkçede ‘ukela’ kelimesi olumsuz anlamda kullanılmakta ise de burada sözlük anlamına uygun olarak ‘akıllılar’ anlamındadır. Belirtmek gerekir ki, müellifin bu paragrafta dile getirdiği hususun daha üç yüz sene olmadan gerçekleştiğini görüyoruz. İnsanlar artık okuduklarını, duyduklarını muhakeme ediyor, mukayese ediyor, sorguluyor. Elbette bu olumlu bir gelişmedir. Hakikati, Hak adına, hakikatli şekilde söyleyen bir kimsenin elbette çekineceği yoktur. Müellif ona işaret ediyor. Ne var ki bazı tenkitler hakkaniyetli olmayıp hissi ve önyargılı mahiyet taşıyor. Bunlara söylenecek söz yoktur, ıslah-ı hal dilemekten başka. Ama hakkaniyetli tenkit yapmak isteyenlere kapı daima açıktır, demeye getiriyor müellif. Öte yandan metinde geçen ‘…yine bu hakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamamakla beraber taze olarak orada göstereceğim’ cümlesi bize şunu ilham ediyor: Bugün bizler de Risalelerin içeriğini bulunduğumuz çağın gereğine göre takdim etme anlayış, usul ve becerisini göstermeliyiz.”
Diğer bir müzakereci ise şu tefekkürü paylaştı: “Anladığım kadarıyla metinde, üstü örtülü olarak tenkit ahlakına ilişkin de önemli bir göndermede bulunuluyor. ‘Tenkit’ kelimesi bazen sadece kusurları göstermek şeklinde anlaşılıyorsa da bu doğru değil. Zira tenkit sözlük anlamı bakımından paranın gerçeği ile sahtesini ayırma işlemi demektir. Söz açısından da sözün doğrusu ile yanlışını, sahihi ile sahtesini ayırmak için değerlendirmede bulunmaktır. Müellif burada ‘el-hakku ya’lû velâ yu’lâ aleyh (hak üstündür, hiçbir şey ondan daha üstün değildir) kaydını koyarak yazanların, konuşanların ‘hak’kı esas almaları gerektiğini ifade ederken zımnen tenkit yani değerlendirme yapanların da ‘hak’kı esas almaları gerektiğine imada bulunmaktadır. Zira kimi zaman insanlar yaptıkları kritiklere hissiyatlarını, aidiyetlerini katarak ‘yanlı’ değerlendirmelerde bulunabiliyor. Elbette bundan kaçınmak gerekiyor.”
Bunun üzerine moderatör “değerlendirmelerin hakkaniyetli yapılmasının şartları olduğunu, mesela bir eseri değerlendirirken bunlardan birisinin de, o eserin yazıldığı dönemi, siyasi, sosyal ve kültürel şartları dikkate almak gerektiğini vurguladı. Hatta bunu ifade eden özel bir terimin de (anakronizm) bulunduğunu belirtti. Ardından bir müzakereci söz alarak şunları kaydetti: “Az önce dile getirilen ‘anakronizm’ meselesi Kur’an ve hadis okumalarında düşülen en büyük hatalardan birisini teşkil ediyor; sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında. Ayet ve hadislerde 1450 sene öncesinde verilen örnekleri aynen bugünün insanların önüne koyuyorlar. Böylece çok tuhaf hatta çok komik bulunan tablolar ortaya çıkabiliyor. Yani çok önemli bir ‘kaydırma’ gözleniyor, bazı din adına konuşanların açıklamalarında. Üstelik bunların bir kısmının akademik unvanları da var. İnsan dinlemeye tahammül edemiyor. Cahillik mi, dengesizlik mi, öne çıkma arzusu mu, art niyet mi kestiremiyoruz. Mesela bir hadiste, o günün şartlarında, o bölgenin kültüründe bir örnek veriliyor. Bunun bir örnek uygulama olduğu gözden uzak tutulup aynısı ifade edilmeye çalışılınca komik bir manzara ortaya çıkıyor. Oysa mesaj bellidir, o mesajı alıp kendi kültürümüze, kendi şartlarımıza uyarlayarak yansıtmak gerekiyor. Ama bilimsel araştırmalar dediğimiz kainat çalışmalarına gelince öyle davranılmıyor. Kainat çalışmalarında mesela üç asır öncesinin, beş asır öncesinin bilgisi değil de en son bilgi ve bulgular paylaşılıyor. Halbuki kainat çalışmalarındaki bu hassasiyet Kur’an ve hadis okumalarına da yansımalı, ‘tarihselcilik’ diye anılan vartaya düşmeden ayetler ve sünnetteki uygulamalar güncel karşılıkları ile sunulmalıdır. Söz gelimi ‘Onlar devenin nasıl yaratıldığına bakmıyorlar mı?’ (88: 17) ayetini deve ile sınırlandırmayıp yaşanılan bölgede hangi hayvan varsa o örnek üzerinden tefsir etmek gerekiyor. Yine mesela, Ramazan ayında hurma ile iftar açmanın faziletine dair rivayetleri (Tirmizi, Savm, 10) yaşanılan yerde hangi meyveler varsa onlarla ilişkilendirerek takdimde bulunmak icap ediyor.”
Bundan sonra dersin son çeyreğinde müellifin Sünuhat’ın önsözü mahiyetindeki “İfade-i Meram” başlıklı şu kısa parça okunup müzakere edildi: “Bazı âyâtı düşünürken, bazı nükteler kalbime hutur ederek nota suretinde kaydettim. Elfazca zengin değilim, israfı da sevmem, teşrifatçı elfâzı beğenmem, icazımdan darılma. ‘Huz min külli şey’in’ kaidesiyle, sana hoş gelen şeyleri al; sana hoş görünmeyeni bana bırak, ilişme!” Katılımcılar bu veciz ifade ile ilgili olarak pratik hayatımız açısından çok istifadeli müzakereler paylaştılar. Allah razı olsun.