Kur'an Okumaları Müzakereler Usûle Dair

Sebe’ Halkı ve Bereketli Kentler Arasında Yolculuk

Sebe' Halkı ve Bereketli Kentler Arasında Yolculuk | Ha-Mim

K. Ali –

Sebe’, 34:18 – Sebe’ halkı ile bereketlendirdiğimiz kentler arasına (her biri diğerinden) görülen kentler oluşturduk. Oralarda gidiş-gelişi belirledik (seyahati kolaylaştırdık) ve onlara da şöyle dedik: “Oralarda gece gündüz güvenlik içinde dolaşın.”

Sebe’, 34:19 – Onlar ise, “Ey Rabbimiz! Yolculuğumuzun konakları arasını uzaklaştır” dediler ve kendilerine zulmettiler. Biz de onları ibret kıssalarına çevirdik ve kendilerini darmadağın ettik. Şüphesiz ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

Yukarıdaki ayetleri iman gözüyle nasıl anlayabiliriz?

Mehmet Ali – Öncelikle, anlama çalışmasının teorik arka fonunu yerine yerleştirelim:

Mutlak olan Yaratıcım;
alem-i şehadette;
yaratılmış olan bana;
şu anda konuşuyor;
ve amacı, “bu dünyada ubudiyyet şuuru ile nasıl yaşarım” sorusunun semavi (arzi değil) rehberliğini yapmak.

Bir başka ifade ile, arzdan benim keşfedemeyeceğim iman terbiyesine beni tabii tutuyor ve amaç, ikra’ emrine muhatap olan bana bu seyahatimde/terakki yolculuğumda yardımcı olmak.1Konu ile ilgili daha ayrıntılı bir yazı için bakınız: Vahye Yaklaşımımızda Usûlün Önemi.

Bu yukarıdaki tanımlar gereği, mesela, bu ayetlerin içindeki bahsi geçen konuların belirli bir çağa veya coğrafyaya spesifik olmaması gerekiyor; evrensel bir ibadet şuurunun nasıl elde edileceğinden bahsediyor olmalı. İşbu anlam gereği, ayetteki örneğin Sebe’ kabilesi ve ferdleri beni ve benim gibi bu gün Kur’ana muhatap olan diğer insanları temsil ediyor. Dolayısı ile bu ayetlere tarihsel bir anlam vermek ve o şekilde anlamak, tanım gereği yanlıştır.

Ve de, bu ayetler insana konuşuyor yani insanî özelliklerim ile tahkik ve tasdik edebileceğim birşey olmalı bu ayetlerdeki mesaj.

O zaman, benim yapmam gereken şu — bu ayeti okur okumaz; kapıyı açıp dışarıya çıkıyorum oturduğum odadan ve kainata bakıyorum ve kendime şu soruyu soruyorum: Benim önümdeki bu bahsi geçen “bereketli beldeler” nedir? Görmem ve bulmam lazım onları. O bereketli belgeler arasındaki yolculuğu kolaylaştıracak şey nedir? Ve ben ne yapıyorum da, bir sonraki ayette dendiği gibi, bu apaçık duran ve bereketlli olan beldelerden kendimi mahrum edip kendime zulmeder hale geliyorum?

Çerçeve bu; bunun üzerinde veya içersinde düşünmeye başlayıp bir kul olarak ihtiyacımız olan mesajı çıkartmamız gerekiyor. Kabaca aklıma gelen bir kaç kavramı sizinle paylaşayım; ince ayardan geçirilmesine muhakkak ihtiyacımızın olduğunu hiç unutmayarak.

Bereket: Vahy bereket diyorsa eğer, bunun anlamı çok para pul veya mal mülk değil ama bilakis varlığın anlam boyutu ile ele alınmasıdır. Mesela, elmaya, bu bir elmadır demek, bereketsiz bir yaklaşımdır. Yaratıcımın bana vermiş olduğu nimettir dersem, bereketlenir o; çünkü ben Mün’im’i gördüğüm için sadece burada elma yiyip kalmam, ama ahirette de nimetlendirileceğimi anlarım yani nimet benim için bire, ikiye değil sonsuza doğru katlanır. Bundan âlâ bereket mi olur?

Birinci ayette iki bereketli belde var diyor yani imanî boyut ile bakabildiğimiz iki şey var bu dünyada demek olmalı bu; iman ile bakabildiğimiz için onlar bize bereketli yerler ya da şeyler oluyor.

Apple Tree 2Bu iki şeyin ortasında, bu anlam seyahatimizi kolaylaştırsın diye “zahireten” yani açıkça görünen bir şey koyduk diyor Yaratıcı. Mesela, şöyle düşünmeye çalışsak bakalım bir yerlere gelebilecek miyiz: Sebeb ve sonuç arasında apaçık bir ilişki var — ki dikkat edince bir bereketli tanımdan diğer bereketli tanıma rahatça geçebiliyoruz yani seyahat edebiliyoruz. Örneğin, ağaç ve elma kavramları bizim için bereketlidir– manay-ı harfi ile okuyorsak eğer. Ve ayet diyor ki, bu iki şey arasında senin zihnen seyehatini kolaylaştırdık yani besbelli ki, bunlar arasında zorunlu bir ilişki yok; bu diğerini sonuç vermiyor. Sen bunu gece ve gündüz yani hayatının her safhasında içinde bulunduğun şartlar ne olursa olsun anlayabilirsin.

Ancak, bir sonraki ayette dendiği gibi, insan gelip, kendi eliyle bu iki şey arasındaki o kolay görülen ilişkiyi ortadan kaldırıyor ve kendine zulm ediyor. O iki şey arasındaki mesafeyi uzatıyor (ba’id); “belki bu bundan, bu şundan, şu diğerinden olmuş olamaz mı?” diyor. Kur’anî ifadelerde kendine zulm etmek, insanın kendini imanî anlamlardan mahrum bırakmasına işarettir. Dolayısı ile, insan kainattaki bu kolay ilişki ağını kendi iradesiyle uzatıp, uzaklaştırdığında, o bereketli imanî anlamlardan kendini mahrum edebiliyor ki bunun adına da vahy dilinde kendine zulm etti denir.

Sonuç: Bu yukarıdaki anlama (=yorum), muhakkak ve muhakkak daha derinlemesine tetkik edilip varsa hatalı benzetmeler ve örneklendirmeler ya da ifadeler ayıklanmalı. Ama, başka bir mesajda konuşulan konuya referans vermek adına, bu yaklaşım bütün bütün fasid ve tutarsız ve yanlış olabilir demek de doğru olmasa gerek.

“Bu yukarıdaki anlama şekli hakikati ihata etti, tek hakikatli anlam budur” diyemeyiz ama “belki de tamamiyle hatalı olabilir, nereden biliyorsun ki” de diyemeyiz. İçerisinde, hakikatin parçaları veya hakikata giden yolların olduğunu insan düşününce anlar; bunları da reddetmek ve yok saymak ve anlayaMAmış olma tehlikem var demek insafa sığmasa gerek.

Bu yukarıdaki açılım, bana göredir ve şu anda düşünebildiğim kadarı iledir ( = sınırlı, göreceli ve öznel).2Bu konu hakkında ayrıntılı açıklama için bakınız: İnsan Tabiatı ve İdraki Hakkında. Ancak, görecelidir dedik diye “belki de baştan aşağı yanlıştır belki de, ne biliyorsun” denilmez. Yanlışlığını isbat için benim başta yaptığım gibi, argümanın anlam arka fonu ortaya konur, bu bağlama göre bir argüman ağı geliştirilir ve “şundan ve şundan dolayı yanlıştır” denebilir; ikna edici olursa, yanlış kabul edilir. Doğrusuna geçilir.

Doğru diye kabul ettiğimiz de yine birisine ve getirdiği argüman arka fonuna göredir. Ama argümanı vardır ve o argümanın sağlamlığından dolayı doğru (= hakikat içeren ama ihata etmeyen) diye kabul edilmiştir. Bu şekilde bir tahkik sürecinden geçtikten sonra da, “ne yapalım biz insanız, belki bunu anlayaMAmış olabiliriz” denmez. Çünkü teselsul batıldır; “relativismde kesinlik ve emin olma yoktur” diye bir şey yoktur. Göreceli de olsa, argüman ağınızın turarlığı ve ikna ediciliği nisbetinde kesinlik arz eden hükümlere varabilirsiniz. (Bu nokta daha iyi anlaşılsın diye şöyle bir örnek vereceğim burada: Üstad’ın tüm söyledikleri göreceli argümanlardır; yani kendine göre, kendi anlayışına göre ve kendi usûlüne göredir. Ama onun söyledikleri görecelidir dedik diye, belki de Kur’an’ı anlaYAMAmış olabilir demiyoruz ve de dememeliyiz. O görüşleri, eğer yapabiliyorsak, daha ince ayardan geçmiş bir hale getirme çalışmasına girebiliriz ve anlamları daha da açabiliriz; ama o farklı bir konudur.)

Bu anlamda, bahsi geçen ayetleri yukarıdaki gibi anlama şeklinde hakikatli birşeyler olduğunu sezinliyorum ancak ayette geçen herşeyi çözümleyemediğimin farkındayım. Ancak, en azından bir giriş olsun ve de belki en son üzerinde konuşulan diğer konuya da bir örnek teşkil etsin diye bu kadarını yazayım dedim.

Allah-u a’lem ( = Benim bilir gibi görünme fiilimin Halıkı ben değilim; yani asıl bilen ben değilim, O’dur. )

Ali – Ayeti canlı bir şekilde kendi hayatımıza getirmemiz gerektiği vurgunuza katılmamak mümkün değil. Bizi böyle bir anlayışa davet ettiğiniz için de teşekkür etmemek mümkün değil.

1. ve 2. Lem’a’larda Nur Dede’nin yaptığı yorumların usûlüyle (Ezeli Rehber olan Kur’an’da bahsi geçen konuları tarihi bağlamından çıkarıp bizim günlük gerçeğimize uygulamasıyla) yapılan bu yaklaşım beni heyecanlandırdı. Nur Dede’ye böyle talebe olunur, Risale-i Nurlar’dan böyle faydalanılır. MaşaAllah!

Birinci ayette iki bereketli belde var diyor yani imanî boyut ile bakabildiğimiz iki şey var bu dünyada demek olmalı bu; iman ile bakabildiğimiz için onlar bize bereketli yerler ya da şeyler oluyor.

Bu iki şeyin ortasında, bu anlam seyahatimizi kolaylaştırsın diye “zahireten” yani açıkça görünen bir şey koyduk diyor Yaratıcı. Mesela, şöyle düşünmeye çalışsak bakalım bir yerlere gelebilecek miyiz: Sebeb ve sonuç arasında apaçık bir ilişki var — ki dikkat edince bir bereketli tanımdan diğer bereketli tanıma rahatça geçebiliyoruz yani seyahat edebiliyoruz. Örneğin, ağaç ve elma kavramları bizim için bereketlidir.

Burayı okurken hemen, aklıma, “elma” ile “bana verilen elmanın lezzetini, güzelliğini, faydalarını algılayabilme” özelliği arasındaki ilişki geldi. Sizin dediğiniz gibi, “mana-yı harfi” ile bakabilirsek, bu ilişki bize “tesadüfle kendi kendine gelişmenin” kesinlikle olamayacağını apaçık bir şekilde gösterdiği için, her elma yeyişimizde, aldığımız lezzet ve bedenimizin faydalanması karşısında, Yaratıcı’yı tanıyıp, hamdlerimizi Ona yöneltmemiz gerekir. Eğer bu hakikata teslim olmak istemiyorsak, bu iki “şehrin” arasını açmak, [Kur’an’daki “zevceyn” (çift çift yaratılış) ifadesine çok dikkat etmek lazım] yani bu mucizevi yaratılıştaki ilişkiyi görmemezlikten gelme yönünü seçmek isteriz, ki takip eden ayette bu gündeme getiriliyor:

” – Onlar ise, “Ey Rabbimiz! Yolculuğumuzun konakları arasını uzaklaştır” dediler ve kendilerine zulmettiler. “

Herhalde “bereketi” inkar etmek böyle bir tercihten geçiyor bizim günlük hayatımızda; kainattaki kastı, nizamı görmezden gelip, her bir varlığı, sanki birbirlerinden bağımsızlarmış gibi ayrı ayrı inceleyerek, her biri kendi kendine böyle “oluşmuş” saçmalığına ihtimal vermek. Anlamsız ve dolayısıyla kıymetsiz bir varlık haline getirilerek, “insaniyet”in kıymetini tamamen sıfırlamak… Bu kendimize yapabileceğimiz en büyük zulüm değil de nedir?

Allah razı olsun, sorandan ve tefekkürlerini paylaşanlardan.

Haşr Suresi, 59:21 “… insanlara, üzerinde düşünmeleri için, işte böyle temsil ile anlatım yolunu tercih ediyoruz.” diyor. Yani, tarihi bilgi sahibi olsunlar da masal anlatır gibi nakledip dursunlar diye değil!

Rabbimiz bize Kelamından faydalanmak nasip etsin. Amin Ya Rabb’el- alemin!

K. ALi – Bu ayetleri her okuyuşumda nefsim itiraz ederdi niye makûl bir şeyi Allahtan istedikleri için kendilerine zulmettiler diye. Şimdi nefsim tatmin oldu. Allah sizlerden ebeden razı olsun.

Mehmet Ali- 

Bereket: Mesela, elmaya, bu bir elmadır demek, bereketsiz bir yaklaşımdır. Yaratıcımın bana vermiş olduğu nimettir dersem, bereketlenir o; çünkü ben Mün’im’i gördüğüm için sadece burada elma yiyip kalmam, ama ahirette de nimetlendirileceğimi anlarım yani nimet benim için bire, ikiye değil sonsuza doğru katlanır. Bundan âlâ bereket mi olur?

İşte bu yüzdendir ki, Kadir/Berat/Bayram/Cuma günün “mübarek” olsun deriz ve demeliyiz. Yani “o zamanlarda, hakikatin farkına var ve bu manaları dünyana taşı” diye dua etme anlamındadır bu ifadeler. Yoksa, kutlu olsun veya sana seküler bir şekilde iyi dileklerimi iletiyorum anlamında değil. “Bugünü öyle bir yaşa ki, o yaşadığın boyut ile bu dünyaya gönderiliş maksadın olan manalara ulaş; ki ömrün bereket görsün…” şeklinde söylenmeli bu cümleler. Tebrik etmeli; kutlama havasına dönerse iş, “ebter” olur ve öyle olursa da, at çöpe gitsin… Bizim “kevser”e ihtiyacımız var ve kevserî söylemlere. Birbirini “kutlayan” bir çok insan var zaten etrafta; onlara ihtiyacımız yok…

Yine bu yüzdendir ki, “zikrin şe’ni, şeairden olmasıdır.”

“Mübarek olsun” şeairdendir; “kutlu ve mutlu olsun” şeairden değildir.

“Allah/İlah” şeairdendir; “Tanrı” şeairden değildir.

“Selamünaleyküm” şeairdendir; “Merhaba” şeairden değildir.

“Arapça ezan” şeairdendir; “Türkçe ezan” şeairden değildir.

“Ramazan Bayramı” şeairdendir; “Şeker Bayramı” şeairden değildir.

Zikrin zikir olabilmesi için (şe’n) şeairden olması gerekiyor. Yani anlamını aldığı arka fon önemli. Ama “ben aynı şeyi demek istiyorum” demekle olmaz bu iş. Her kelimede, tevhid eksenli tabirler kullanmamız lazım ki, neyi neden söylediğimizi bilerek söylemiş olalım ve o anlamları dünyamıza getirerek ubudiyyet şuuruna varabilelim. Seküler kelimeler kullanıp ya da seküler bir tavır içersinde olup da ama ben dini hakikatları ifade ediyorum demek paradokstur ya da ne dediğini bilmemektir ya da fazla safdilliktir. Harf inkılabı bu yüzden yapıldı ve bu şekilde yutturuldu millete.

Her kelime, içinden geldiği söylemin rengini taşır. Tevhide dayanan paradigmanın söylemi ile konuşmak istiyorsak buna dikkat etmek gerekiyor.

Abdullah Berâ – 

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil, ey nefsim, şu mübarek kelime, İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudâtın lisan-ı hâl ile vird-i zebânıdır. Bismillâh ne büyük, tükenmez bir kuvvet, ne çok, bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle.” 1. Söz

Allah adına yapılınca (bi ismi Allah) yapılan fiil ya da görülen şey bereketli hale geliyor. Ebter olmaktan çıkıyor, yüzlerce baki ismin çok farklı boyutlarda birbiri içine geçmiş bir şekilde tanınmasına vesile oluyor.

Agnostisizm (Bilinemezcilik): ''İnanç''ın ''Ümit''e Dönüşmesi“Bismillah her hayrın başıdır” ifadesinde de “hayır” tanımı yapılıyor. Eşyaya manay-ı harfiyle baktığımız zaman, o eşya ile yaratıcısının bağını kurarız ve Baki olan isimlere ulaşırız. Bir şey ile ancak Allah adına, O’nun mutlak isim ve sıfatlarını tanıyacak şekilde ilişki kurarsak o şey bizim için “hayırlı” olur. Bu şekilde bir tavır içerisinde bulunmadığımız zaman, mesela su içtiğimiz veya güzel bi çiçekten hoşlandığımız zaman bile şer bir iş yapmış ve o su ya da çiçek vasıtası ile tanıyabileceğimiz Yaratıcının Baki isim ve sıfatlarından mahrum kalmış oluruz. O çiçeği kurutmuş oluruz yani…

Cehennemde suyun insanı serinletmemesindeki hakikat bu olsa gerek. Bu dünyada sudaki serinliğin kaynağını görmeyen, görmemeyi tercih eden bir insanın bu serinlikten kendisini ebediyyen mahrum etmesi…

Ali – Ne mübarek sohbetler bunlar. Rabbimiz bereket ihsan etsin. Çok hakikatlı bir yaklaşım. Kur’an lisanı ile konuşmaya alışmak, iman eğitiminin bir parçasıdır. MaşaAllah. Tebrik ediyorum.

Yazar hakkında

Müzakereler

Çeşitli imani konular üzerine yapılan e-posta yazışmaları Müzakereler kullanıcı ismiyle yayınlanmaktadır.

Yorum yazın