Risale-i Nur Okumaları Kur'an Okumaları Yazılar

Fakirlikten Korkarak Geçilen Zekat Köprüsü

Fakirlikten Korkarak Geçilen Zekat Köprüsü | Ha-Mim

Mal ile aramızdaki yatay ilişkiyi yani elimizdeki malı sahiplenmeyi temizleyerek onu dikey ilişkiye çevirmeye yani hakiki sahibi adına kullanmaya zekat verme diyoruz.1 40’dan birini fakirlere vererek aslında hepsinin O’nun olduğunu karara bağlıyoruz. Zekat öncesi 40 olan mal zekat sonrası 39’a inince “malım azaldı” demememiz gerekiyor, çünkü o malın hakiki maliki olmadığımızı anlamıştık. Madem mal O’nun, neden 40 ile kıyasladığımız 39 bizi fakirleşmiş hissettiriyor? Herşey O’nun dediğimiz halde, hepimiz bir şeyleri kaybedince üzülüyoruz, kazanınca da seviniyoruz, öyle değil mi? “Elimdeki herşeyin hakiki maliki olmadığımı anladım, asıl malik O’dur” demekle iş bitmiyor. Bitmediğini içimizde cereyan eden duygulara dikkat ederek anlayabiliriz.

İşarat-ul İ’caz’da 2:3’ün وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ kısmı bağlamında zekat-sadaka için şöyle bir şart ortaya konmuş:

Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.”

Bu şartı fakirlik korkusunun men edildiği veya ayıplandığı veya kaale alınmadığı şeklinde değil, vakıanın kabulü olarak görmek gerekir. Dindar refleksimiz bize fakirlikten korkmayı utanılacak bir durum olarak resmedebilir. Bir ihtiyaç sahibine yardım edip etmeme hususunda tereddüt ettiğimizde, kendimize “ne o, yoksa fakirlikten mi korkuyorsun?” diye diklenebiliriz. Bunun yerine fakirlik diye bir derdimizin varlığını kabul etmek ve fakirlikten korkmanın gayet normal olduğunu teslim etmek gerektiği kanaatindeyim. Fakirlikten korkmayı bir hastalık olarak düşünürsek, ki herkes hasta olur, ona uygun bir tedavi bulmak için öncelikle hastalığı doğru teşhis etmek, bunun için de semptomlara dikkat etmek gerekir. “Sağlamsın; neyin var?” demeye gelen “fakirlikten nasıl korkarsın, Allah’a güvenmiyor musun?” tavrını benimseyen bir kimseden hekim olmaz.

Bu konunun tartışıldığı derste Yavuz Sarı zekat-sadaka verdiğimizde ortaya çıkan maldaki azalma hadisesinin nasıl değerlendirilmesi gerektiğiyle ilgili bir soru sormuş (verdiğim link sizi direk onun sorusuna götürür). Bu soru bence bir hayli önemli, çünkü sadaka ile azalan malımıza verdiğimiz akli ve duygusal tepkiler, varlıktaki sevgi, ilgi, sağlık, güzellik, vs. gibi sair azalmalara verdiğimiz tepkilerden pek de farklı değil. Diğer şeyleri kaybettiğimizde ne düşünüp hissediyorsak, zekat ve sadaka verdiğimizde de benzer şeyleri yaşıyoruz. Aradaki fark, zekat ve sadakada kendi irademiz ve rızamız ile kaybetmeyi seçerken, diğer hadiselerde Yaratıcının külli iradesi bizden bazı şeyleri alıyor (onları bize kaybettiren sebepler birer perde mahiyetinde). Her kaybediş fakirliğimizi bir kez daha bize hatırlatıyor ve dikkatimizi bu derdimize biraz daha çekiyor. Dolayısıyla, zekat ve sadaka vermeyi fakirliğimizle yüzleşmeye bir davet olarak görebiliriz. Zira fıtratımıza öyle bir fakirlik korkusu konmuş ki:

قُلْ لَوْ اَنْتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَٓائِنَ رَحْمَةِ رَبّ۪ٓي اِذًا لَاَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الْاِنْفَاقِ

“De ki: ‘Rabbimin rahmet hazinelerine malik olsaydınız, tükenir korkusuyla (onlara) yapışırdınız (kimseye vermezdiniz).’” 17:100

Ola ki Allah’ın nihayetsiz hazinelerine de sahip olsak, onların tükenmesinden korkmaktan kurtulamayacağımızı bize söylüyor bu ayet. Bu, tüm varlığın Malikinin emanetinin zalim ve cahil insana layık görülmesiyle benzer bir durum (33:72). O ayette zulmumüz ve cehaletimiz tahkir edilmediği gibi, bu ayette de fakirlikten korkmamız tahkir edilmiyor. Biz kendimizi burada bu sıfatlarla donanmış bulduk. Hiçbir sanatkar “tam kıvamda” (95:4) diye tasvir ettiği ve en kıymetli gördüğü sanatını tahkir etmez. O halde, aynen zulüm ve cehalet gibi, fakriyet derdimizin mahiyeti ve bize nasıl kıymet kattığı hakkında da düşünmemiz gerekir.

Maddi veya manevi zenginlik arttıkça, elde olanı kaybetme korkusunun da o zenginlikle beraber arttığını bu hayatta bizzat görüyoruz. Fabrika ayarlarımız varlığı kaybetmeye karşı nihayet derecede hassas olduğundan, zenginlik fakirlik korkusunu da beraberinde getiriyor ve fakat semptomlara dikkat kesilmeyenler onu gereği gibi hissetmiyor ve farketmiyor. Herkes buradaki hayatına fakirlikten korkarak başlıyor. Burada bir takım kazanma-kaybetme tecrübeleri ile hem bu özelliğimizi farkediyoruz, hem de vahyin terbiyesi ve risaletin hikmetli rehberliği (doktorluğu) ile hem kendimizi daha iyi tanıyoruz, hem de fakirlik derdimizin dermanının (tedavisinin) ne olduğunu ve bu hususta ne yapmamız gerektiğini (ilacımızı hangi şartlarda ve hangi dozda almamız gerektiğini) öğreniyoruz. Bu tedaviyi ancak kendi hastalığımızdan ve onun varlığını gösteren semptomlardan çıkartabiliriz ve ölene kadar da ne fakirlikten korkma derdimizin ne de dermanının sonunu getiremeyeceğiz – aynen yukarıdaki 17:100’de belirtildiği gibi.  “Sonunu getirdim” diyen kendi eğitimine yani tedavisine sekte vuruyor.

Bahis konus tedavi uzakdoğu fakirlerinin yaptığı gibi eşyayı ve eşyaya olan ihtiyacımızı problemin kaynağı olarak görmek ve ihtiyaçlarımızı minimum seviyeye indirmek değil. Hiçbir şeyleri olmaması onların fakir olduklarını göstermiyor, zira fakir kimse tanım gereği varlığı seven ve ona ihtiyaç duyan kimsedir. İhtiyaçlarını öldürmüş (gömmüş) ve eşyadan tamamen istiğna etmiş bir kimsenin hissettiği hiçbir ihtiyaç yok ki, ona fakir denilebilsin.

Hem onlar gibi eşyadan istiğna etmeyeceğiz, hem de aşağıdaki ayetin belirttiği gibi kaybettiğimize kederlenmeyeceğiz ve kazandığımıza sevinmeyeceğiz. Bu nasıl olacak? 

لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَٓا اٰتٰيكُمْ

“Kaybettiğiniz şeye / fırsata kederlenmeyin ve size verdiğimizle ferahlamayın diye…” 57:23

Böyle bir hal bizim için ancak bir hedef olabilir. Nasıl ki eşyaya her an manayı harfi nazar ile bakamıyoruz ve daha üst seviyedeki manayı harfi nazarı edinmek için onu yine manayı ismi nazar ile kıyas etmemiz gerekiyor, kaybettiğine üzülmeme ve kazandığına sevinmeme hali şeklinde ifade edilen hedefi de her an tecrübe edemiyoruz ve onun pek çok mertebeleri var. O yüksek mertebelere çıkmak yaşanan problemler üzerinden bir eğitim (problem-based learning) yani hastalık-tedavi istiyor ve bu eğitimin gerçekleştiği ortam da daha önceden hasbelkader kazandığımız bir takım şeyleri kaybettiğimiz tecrübeler. Buna Kur’an’dan bir örnek vermek gerekirse: 

اِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُ۫نَ عَلٰٓى اَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ ف۪ٓي اُخْرٰيكُمْ فَاَثَابَكُمْ غَمًّا بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلٰى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَٓا اَصَابَكُمْ

“Peygamber sizi arkanızdan çağırıp dururken, siz hiç kimseye dönüp bakmadan uzaklaşıyordunuz. (Allah) bu davranışınızın gereği olarak size gam üstüne gam verdi ki, ne elinizden gidene, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz.” 3:153

Kaybettiğine üzülme semptomuyla kendini gösteren fakirlik hastalığına “gam üstüne gam” tedavisini uygulamak ilk etapta bir hayli garip kaçıyor. Bunu panzehirin zehir cinsinden veya bir aşıda kullanılan mikrobun hastalığa sebep olanla aynı cinsten olması gibi görmek gerekir. Müthiş bir fırsatı kaçıranlara yaşatılan gam, “kaybettiğine üzülme” yani fakriyet yarasına vurulan ve kaçınılmaz olarak yara mahallini acıtan bir neşter mahiyetinde. Bu kadar ciddi bir ameliyata yani çok büyük bir fırsatı kaçırmalarına hakikaten gerek var mıydı? Evet vardı ve bizim için de var, zira bize herşeyi kaybettirecek olan ölüm bir daraağacı gibi karşımızda bize bakıyor – şu parçada anlatıldığı gibi: 

Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!”

Fakriyet yarası ile kaybetmenin zirvesi olan ölüm arasındaki direk ilişkiden ötürü, müellif kazandığına sevinmemenin ve kaybettiğine üzülmemenin ancak ölüm hakikatine uyanmak ve ona göre bir pozisyon almakla mümkün olabileceğini söylüyor. “Eşyanın asıl sahibi O’dur” demek doğru olsa da, bu ancak bir başlangıç veya iki aşamalı bir eğitimin birinci aşaması olabilir.2 İhtiyarlık (biyolojik yaşlılık değil) nedir bilmeyen, kainat dendiğinde aklına bu alemden başkası gelmeyen, ömr-ü bâkiye asıl hayat demeyen bir kimse kendi fakriyet yarasının layıkıyla farkında değil ki, layıkıyla kazandığına sevinmesin ve layıkıyla kaybettiğine üzülmesin. 

İşte bu sebeple zekat ve sadakamız kendi malımızdan olmalı ki (ikinci şart), verdiğimizi kaybetmenin acısını hissedelim ve yaramızı şuurlu bir tarzda farkedelim:

“Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.”

Zekat-sadaka ile yaşadığımız kontrollü ve ölçülü kaybı (aynen bir aşıdaki mikrobun kontrollü miktarda bulunması gibi) hikmetli bir doktorun yazdığı reçeteye müteakip kendi rızamızla tecrübe ettiğimizden, bu tür bir kayıp yaramızı tedavi eden bir ilaç mahiyetinde – eğer ki biz o ilacı doğru alırsak. Zekat ve sadakanın elbette Malik-ul Mülkü tanımaya bakan bir vechesi de var. Malikiyetimizin vehmi olduğunu ancak “buraya kadar benim” dediklerimizden vererek karara bağlayabiliriz. Başkalarına “şu sahiplendikleriniz sizin değildir” demenin pek bir ehemmiyeti yok. Esas eğitim kendi malikiyetimize verilenler yani enfüs sınırları dahilinde gerçekleşiyor. Fakat daha önce belirttiğim gibi, biz işin sadece bu kısmı ile aşinayız. Fakriyet diye bir eğitimin olduğunun ve kaybetme tecrübelerimizin bu eğitimde önemli bir rol oynaması gerektiğinin pek farkında değiliz.3 Bu sebepten ötürü, “zekatı verilen mal azalmaz, Allah kalan mala bereket verir ve artırır” gibi sözler dindar kimseler tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Hayır efendim, verince bal gibi azalıyor; bundan rahatsız oluyoruz ve rahatsız olmuyormuş gibi yapmaya veya halimizden utanmaya da gerek görmüyoruz. Azalmayı ve azalmadan kaynaklanan rahatsızlığımızı problematize etmediğimiz sürece, tedavinin bize layıkıyla sunulmayacağını bilmemiz gerekli.

Kimileri de “hayatımızın maddi yönünde ne olduğunun önemi yok, esas mesele manevi yönündeki nemalanma; Rabbimizi tanımanın verdiği huzur ve lezzeti hiçbir mal vermez, vs.” diyor. Bu da maddeyi küçümseyerek önemsizleştirenlerin ve bilerek veya bilmeyerek onu fonsiyonsuzlaştıranların iflah olmaz hastalığı. Uzakdoğunun sözde fakirlerinin en azından sözleriyle halleri birbiriyle çelişmiyor. Bunların ise neye inandıkları bile belli değil. Her ne kadar buradaki maksadımız mana devşirmek yani eşyaya manayı harfi nazar ile bakmak olsa da, madde olmadan ve maddedeki artma ve azalmalara dikkat etmeden buradan kim ne manası devşirebilir ve neyin fakriyetini idrak edebilir? Maddi aleme layıkıyla dikkat etmeden ve onunla layıkıyla iştigal etmeden manaya sözümona ram olduğunu düşünen bir kimse bu alemin Rabbini layıkıyla tanıyabilir mi? 

Fakriyetin nihayet derecede öneminden ötürü, bu derde düşmeyenlerin cennete giremeyeceğini Hz. İsa (asm) haber vermiş:

“Yine şunu söyleyeyim ki, devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliğine [cennete; Kingdom of God] girmesinden daha kolaydır.” Matta 19:24

Ve yine bu sebepten ötürü, zenginin malında fakirin hakkı var:

وَف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ

“Onların mallarında isteyenler ve mahrum kalmışlar (fakirler) için bir hak vardır.” 51:19

وَالَّذ۪ينَ ف۪ٓي اَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَعْلُومٌ لِلسَّٓائِلِ وَالْمَحْرُومِ

“Onlar ki, mallarında isteyenler ve mahrum kalmışlar (fakirler) için bilinen bir hak vardır.” 70:24

Bu ayetler 40’dan verilen 1’in fakirin hakkı, kalan 39’un ise zenginin hakkı olduğu şeklinde anlaşılıyor. Halbuki zenginin esas hakkı 40’dan 39’a inen maldan çıkaracağı fakriyettir. Bilinmesi yani öğrenilmesi gereken hak bu haktır. “Mala ne olduğu önemli değil, biz Rabbimize ram olalım” diyen kimse kendisinin ve başkalarının fakriyet eğitimini baltaladığının farkında bile değil… 

Bu da bizi zekatın tanımı üzerinde düşünmeye davet ediyor:

“Namaz عِمَادُ الدِّينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür.” 

Namazın dinin direği olduğunu çok duyuyoruz, fakat zekatın dinin köprüsü olmasına pek de aşina değiliz – aynen fakriyet diye bir eğitime aşina olmadığımız gibi. Zekat için yapılan köprü vasıflandırmasının arkasındaki hadis ve açıklaması bir sonraki sayfada geliyor:

اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ

“Zekât, İslam’ın köprüsüdür.” (El-Câmi’us-Sagir 4589; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:517)

“Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır.” 

Zekatın toplumda zengin ve fakir diye bilinen insanlar arasında bir köprü vazifesi gördüğünü yadsıyor değilim. Öte yandan zekat emrinin arkasında bu tür bir sosyolojik hikmetten daha fazlası olmalı. Esas hikmet insanın enfüsteki eğitimine bakmalı, ki bu da ancak zengine fakriyetini kazandırmak olabilir. Zengin sadaka ile kontrollü bir tarzda  fakirlik korkusuyla yüzleşip onun kendisi için “kötü”4 bir şey olmadığını anladıkça,  yavaş yavaş zekat köprüsünden geçmesi gerektiğini kabullenebiliyor. Bir başka deyişle, sadakadaki tasdik zekat ile temizlenmeyi önceliyor. Korkularıyla yüzleşmeyi reddeden ve zekat köprüsünden geçmeyen kimse başkalarını ihtiyaç sahibi fukara biliyor, el-Ganiyy ve el-Hamid isimlerini de sadece bu dünyadaki nimetlere bakan cihetiyle tanıyabiliyor. 

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ 

“Ey insanlar, siz Allah’a fakirsiniz. Allah ise hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (الْغَنِيّ), her türlü övgüye layık olandır (الْحَم۪يدُ).”e 35:15

Allah’a olan fakirlik maddeden bağımsız bir fakirlik değil. Fakriyetimiz maddi tecrübelerle ortaya çıktığından, Allah’a fakir olmayı, O’nun burada gösterdiği eserlerin ebedi alemdeki asıllarına ve o asıllardan faydalanmamıza imkan veren buradaki esma tecellilerini okuma eğitimimize olan fakriyet şeklinde anlamak gerekir. Bu da uzakdoğunun sözde fakirlerinin yaptığı gibi maddeyi açıktan veya gizliden fonksiyonsuz bırakarak olmaz.

Zekat ve sadakanın son iki şartına da değinerek konuyu nihayetlendireyim:

“Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.”

“Bu zamanın en harika bir Kur’an tefsiri olan risaleleri muhtaçlara ulaştırmalıyız” demek güzel de, bu eserleri yazan müellifin yazmaya “ey nefsim!” diye başladığının ve sıklıkla aşağıdaki türden sözlerin dilinden döküldüğünün farkında mıyız? 

“Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.”

“Evet, geçmiş ömrü israf ettik, zayi ettik. Çok mübarek zâtlar, ahbaplar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım.”

Bu tür cümleler bize yapmacık geliyorsa veya “talebelerine mesaj veriyor olmalı” dedirtiyorsa, kendimizi adam akıllı bir sıgaya çekmemiz gerekiyor demektir. Zengin fakirin halinden anlamaz; fakirin halini ancak fakir anlar. Kendisi bu konuları hepimizden çok daha iyi bilen bir havas olsa da5, zayi etme açısından avamla ittisal ederek (birlik olarak) onlara sıla-i rahim6 ediyor. Onun bu halinden ibret almak gerekir. Kur’an’ın veya risalelerin anahtarlarını ellerinde tuttuğunu düşünen her Karun-vari zenginin (28:76), dini veya seküler avami anlayış sahiplerini tahkir7 eden her elitist havassın8 kendi ziyanını ve kayıbını görmesi ve kendi fakriyetinin anahtarını araması gerekiyor.

Zekat ve sadakanın altıncı şartı: 

Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyesinde sarf etmesi lâzımdır.”

Sadaka verdiğimiz kimsenin onu nasıl kullanacağını kontrol edemeyeceğimiz aşikar olsa gerek. Biz olsa olsa israf etmeyeceğini düşündüğümüz bir kimseye verebiliriz, ki bu da tahminden (educated guess) öteye geçmez. Sadaka verdiğimiz kimsenin onu zaruri ihtiyacına kullanmaması sadakamızı iptal eder diyemeyeceğimize göre, bu şarttan esas kastedilen maksadın ne olduğunu anlamaya çalışmamız gerekiyor demektir. 

“Sadakayı alan adam” kim? Elbette maddi bir yardım tecrübesinde bir taraf onu verir, diğeri de onu alır. Her ne kadar maddi ihtiyacı karşılananı “alan taraf” bilmemiz bir dereceye kadar anlaşılır olsa da, bu aleme insanların maddi ihtiyaçlarını karşılamaya gelmediğimizi, esas maksadımızın bu sırlı alemin şifrelerini deşifre etmek olduğunu gayet iyi biliyoruz. O halde maddi bir yardım tecrübesinde önyargılarımıza kapılmadan iki tarafın da sadaka alıyor olabileceğini ve hâcât-ı zaruriyeden de temel biyolojik ihtiyaçların kastedilmiyor olabileceğini dikkate almamız gerekir. 

Evet, sadakamızı en başta biz alabilmeliyiz. Birisine maddeten yardım eden kimse onu alanın sefahatte kullanıp kullanmadığını kontrol edemez, fakat kendisinin o tecrübeden bir eğitim ve bir fakriyet çıkarıp çıkarmadığını kontrol edebilir. O fakriyet ki, ömr-ü bâki için bir ihtiyac-ı zaruriyedir. Maddi yardımı yapan kimse, azalan malından hasıl olan fakriyet bilincini Ganiyy-i Kerîm-i Rahîm’e yönelmeye vesile ederek baki ömrüne sarf etmezse, sadaka verme tecrübesine varlık vererek ona tasadduk eden Rabbinin sadakasını sefahatte harcamış olur. Bu da yaptığı yardımın layık olduğu yüksek sadaka mertebesine çıkmasına engeller. 

Muhtaçların en başında kendimizi bilmezsek, kendimizi iktisatlı başkalarını müsrif bilirsek, elalemin sefahatinden ve zekat verecek adam bulamamaktan dem vururuz, kendi sefahatimizi ve israfımızı göremeyiz ve verdiğimiz sadakanın bir numaralı adresinin kendimiz olması gerektiğini de düşünemeyiz. 

Velhasıl, fakirlikten ancak zenginler korkar. Dipsiz fakriyet kuyusuna düşmüş kimse fakra düşmekten niye korksun? Bu hale de ancak zekat köprüsünden geçerek ulaşılıyor. Bu köprü afaki dairede maddi açıdan zenginlerden fakirlere çıktığı gibi, enfüsi dairede de zenginlikten fakriyete çıkıyor. İnsan tabakaları arasındaki boşluklar9 ancak herkesin fakriyet zemininde buluşmasıyla ortadan kalkabilir. Zenginler vahyin ve risaletin rehberliğinde adına sadaka denen “malı kontrollü azaltma (O’na satma)” ilacını içmeselerdi ve zekat köprüsünden geçmeselerdi, fakriyetlerini hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdi, kendilerine tasadduk edilmeyecekti, sadakalarını sefahatte harcayacaklardı ve hiçbir fakirin derdini de layıkıyla anlayamayacaklardı.  

Eğer bunlar sizin de aklınıza yatıyorsa, o halde tez elden “bana ne zaman zekat düşecek?” sorusunu sormak gerektir.

  1. Zekat ve tezkiye kelimeleri Arapça’da aynı kökü paylaşıyorlar. ↩︎
  2. Bu konu dünyanın iki güzel yüzü ile alakalı. Detayı için şu yazıya bakılabilir. ↩︎
  3. Acziyeti konuşmaktan fakriyete sıra gelmiyor. Sürekli eşyanın varlık kaynağı ve sebeplerin acziyeti vurgulanırsa, eşyanın bizi burada fakir bırakarak nereye gittiğine sıra gelmez. ↩︎
  4. Hastalıklar da dahil olmak üzere şerrin insan için kötü olmadığı ve şer problemine kötülük problemi demenin yanlışlığı hakkında Şerrin Kıymeti başlıklı yazıya müracaat edilebilir. ↩︎
  5. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır.” İşarat-ul İ’caz, 2:3 tefsiri
    Müellif gayet enteresan bir tarzda zenginden fakire ve havastan avama doğru olan ittisalleri beraber zikrediyor, havası zenginle, avamı da fakirle bir tutuyor. ↩︎
  6. “Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz.” İşarat-ul İ’caz, 2:3 tefsiri
    Demek ki hakiki sıla-i rahim zekat köprüsünden geçip fakriyet bilincine ermek ve “ben” paradigmasından “biz” paradigmasına geçmek ile ediliyor. ↩︎
  7. Avam veya avami anlayış tahkir edilmeden de daha güzeli gösterilebilir. Hem belki de avam havassın idealindeki gibi olmak zorunda değildir. ↩︎
  8. “Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.” İşarat-ul İ’caz, 2:3 tefsiri ↩︎
  9. “Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır.” İşarat-ul İ’caz, 2:3 tefsiri ↩︎

Yazar hakkında

Zafer Devrim Özdemir

"Hayır; gördüklerinize yemin ederim... Ve görmediklerinize..." Hâkka 69:38-39
"Allah kuluna kâfî değil mi?" Zümer 39:36
Email: [email protected]

Yorum yazın