Mescit yahut cami dendiğinde çoğumuzun aklına küçük veya büyük, kenarda veya merkezde, sıradan veya görkemli mimarisi olan ibadet mekanları gelir. Yahut mescit-cami farkını dikkate alan kimseler için mescit denildiğinde zihinlerde minaresiz mekanlar, cami denildiğinde minareli mekanlar canlanır. Turistlik çağrışımlar söz konusu olursa cami denildiğinde Süleymaniyeler, Sultan Ahmetler, Selimiyeler düşünülür.
Kur’an’da mescit yahut cami “Allah’ın isminin zikredildiği yer” (Bakara 2/114) gibi çok geniş bir çerçevede tanımlanmasına, bir hadiste Resul-i Ekrem (asm) “Yeryüzü bana mescit kılındı” (Buhari, “Salat”, 56) demesine, Risale-i Nur’da bütün alemden “kainat mescid-i kebiri” diye (Sözler, Yedinci Söz) söz edilmesine rağmen, -itiraf edeyim ki-, ilk etapta mescit veya cami denildiğinde benim aklıma da binalar geliyor. Elbette insanların topluca ibadet etmeleri için yapılmış olan binalar mescit yahut cami olmakla beraber, şüphe yok ki mescit yahut cami birtakım yapılardan ibaret değildir. Beni bu kelimeyi ya da terimi en geniş haliyle düşünmem gerektiğine sevk eden yakınlarda izlediğim bir ders kaydı oldu (https://ifw.ha-mim.org/chapter-araf-14/). Araf suresinin 30. ve 31. ayetlerinin çalışıldığı bu videoda, belirtmek lazım ki klasik tefsir kaynaklarında bulunmayan, Kur’an’ın bütünlüğüne uygun, hayatımıza dokunan çok özgün açıklamalar, yorumlar, tefsirler yapılıyor.
Mescit kelimesinin geçtiği A’râf suresinin 31. ayeti meal olarak şöyle: “Ey Ademoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” Ayet, -görüldüğü üzere- bütün insanlara seslenerek başlıca üç noktaya dikkat çekiyor: a) Her mescitte “ziynetleri takınmak gerektiği”, b) Allah’ın bahşettiği yiyecek ve içecekleri israf etmeden yemek ve içmek icap ettiği, c) Allah’ın israf eden kimseleri sevmeyeceği hususu. Gündeme getirilen bu üç hususu anlayabilmek için ayet-i kerimede yer alan “ziynet”, “mescit”, “israf” gibi kelime ya da kavramları Kur’an’ın temel maksatlarını göz önünde bulundurarak anlamaya çalışmak gerekiyor. Yüzeysel bir bakışla buradaki ziynet “temiz elbiseler”, mescit “ibadet edilen binalar”, israf da “ihtiyaç fazlası kullanım” diye tanımlamak yanlış olmamakla beraber son derece eksiktir. Zira Kur’an kelimelerini ve Kur’an kavramlarını Kur’an’ın ruhuna yani temel mesajlarına göre anlamak lazımdır. Mescit Allah’ın isminin zikrolunduğu yer ise “Allah’ın ismi”, “Allah’ın isimleri” terkibini anlamak lazımdır. Mescit “secde edilen yer” demek olduğuna göre “secde”yi, secde edileni (mescûd) dikkate alarak anlamak lazım. Aynı şekilde “yeme-içme”ye konu olan yiyecek ve içecekler söz konusu olduğunda bunları Veren Kaynağı düşünerek faydalanmak gerektiğini hesaba katmak lazım. İsrafın bu bağlamda onları bahşeden Kaynağı düşünmeden, Onun maksadına aykırı şekilde faydalanmak demek olduğunu bilmek lazım. “Ziynet” derken bunu salt bedenimizi güzel gösteren maddi süslerle, temiz ve güzel elbiselerle sınırlamamak lazım. Bunu, insanı diğer varlıklardan ayıran temel insanî özellikler olarak anlamak lazım…
İşte söz konusu videoda bu ayetle ilgili olarak özgün yorumlar yapılıyor. Ben bunları ilgili kayda havale edip mescit kelimesi ve bu vesile ile yapılan kısmı -küçük tasarruflarla- aktarmak istiyorum. Şöyle deniyor bu derste: “Ayette ilginç noktalara işaret ediliyor. Mescit, kelime anlamı bakımından secde edilen yer; secde edilen bina demek. Ama bu demek değildir ki mescitler binalardan ibarettir. Mescit adıyla anılan binalar insanların bir araya gelmeleri, topluca ibadet etmeleri için gerekli yerlerdir. Ama kelimenin sözlük anlamıyla ilişkili olarak ‘secde mekanları’ elbette bu yapılarla sınırlı değildir. Bunun için ‘secde’ kavramına bakmak lazımdır. Secde ‘varlıkların, kendilerindeki özelliklerin kendilerine ait olmadıklarını ilan etmeleri’ demektir. Dikkatle bakıp insaniyetimizle sorguladığımızda, gerçekten varlıklarda gözlenen özelliklere, varlıkların kendilerinin kaynaklık edemeyeceğini kesin şekilde anlarız. Çünkü bir varlıkta gözlenen özellikler bütün varlıklarla ilişkili olarak düzen içinde; bir plan, bir irade ve bir kudretin eseri olarak vücuda geliyor. Gördüğümüz bir varlıkta onu hem kendisiyle hem diğer varlıklarla ilişkili olarak düzenleyecek, fonksiyonunu icra edecek, sahip olduğu niteliklere kaynaklık edecek bir boyut görünmüyor. Dolayısıyla küçüğünden büyüğüne bütün varlıklar amaçlılıkları, şekilleri, taşıdıkları harika nitelikleri ile bir Varlık Kaynağının varlığının zorunluluğunu dile getiriyor. Varlıklar bu dile getiriş ile bir nevi Varlık Kaynağına secde ediyorlar. Onun hem mükemmel sıfatlara sahip olduğunu (hamd) hem ‘mutlak’ olup her türlü eksiklikten uzak olduğunu (tesbih) ilan ediyorlar. İşte secde budur, mescit de bunun gerçekleştiği bütün varlık alemdir, bütün evrendir! Biz insanlar da namazda secdeye kapandığımızda, ‘Ben varlığımı Sana borçluyum, o bana ait değil, ben Sana teslim ediyorum bütün varlığımı’ demiyor muyuz? Zira biliyoruz ki bize verilen duygular bizim Yaratanı tanımamız için Onun bize verdiği aletlerdir. Secdede ‘Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ’ dediğimizde başta kendi varlığımız olmak üzere bütün varlıkların Onun kusursuzluğunu ilan ettiğini hatırlıyor, bunu dile getiriyoruz.”
“Eğer ben mahlukatın Yaratıcılarına bu şekilde secde ettiği, ibadet ettiği, hamd ve tesbihte bulunduğu hakikatini anlar, sonuçta bu faaliyete katılırsam ben de kelimenin tam anlamıyla mescitteyim demektir. Nerede? Varlık aleminde, her şeyde, her yerde; mesela yolda gördüğüm bir hayvanda, uçan bir kuşta, bahçedeki ağaçta, başımı kaldırdığımda fark ettiğim bulutta, gökteki güneşte… Çünkü her şey üzerinde yansıyan özelliklerin kendilerinden olmadığını dile getirerek Yaratıcıya delalet ediyor, şehadet ediyor, mesaj veriyor. Daha açık ifadeyle mesaj vermeyen varlık yok, bu evrende. Güzel bir ağacın dalından koparak yavaş yavaş yere düşen bir yaprak da bana mesaj veriyor: ‘Bu dünya ebedi olarak kalınacak bir yer değil’ diyor.”
“Şu tür yaklaşımlar da var: Hepimiz Yaratıcı ile bir sözleşme yaptık. Yaratıcı sana ‘ruh’ (spirit) verdi. ‘İstemiyorum bunu’ diyemezsim. Eğer ruhu devre dışı bırakmak istersen, insan olarak kalamazsın artık. Kur’an’da geçen ‘kâlû belâ’ (A’râf 7/172) ayetinin bir yorumuna göre sen bu özelliklerle yaratıldın, yaratılışın ile bunu kabul etmiş oldun, o kadar! Kendimi öldürebilir miyim? Hayır! Yaratıcı ile sözleşmem var. Hayatımı devam ettirmek için duygularımda şiddetli bir arzu var. Herkes bu arzuyu tatmin etmek için çabalıyor. Bütün bu şiddetli duyguya rağmen her hangi bir nedenle canıma kıyarsam Yaratıcı ile yapılan sözleşmeyi iptal etmiş olurum.”
“Kur’an İsrail Oğulları ile yapılan sözleşmeden bahseder (Maide 5/70). İsrail Oğulları tabiri kimi temsil eder? Kitap ehlini, kendilerine kitap verilen toplulukları! Müslümanlar da öyledir. O halde çok dikkatli olmalıyız. Evet onlara Tevrat verilmişti, onlar Tevrat ehli idi. Kur’an onlardan bahsederken aynı zamanda beni, bizi adres olarak gösteriyor. O halde o sözleşme aynı zamanda benimle. Kur’an şöyle demiyor: ‘Sözleşme yalnız İsrail Oğulları ile yapıldı, sizinle değil’. Onlar insan idiler, ben de insanım. Ne fark var? Onlarda beden ve ruh vardı; bende de beden ve ruh var. Onlara kitap geldi, bana da kitap geldi. Ne fark var? O halde -bu bağlamda- ben de İsrail Oğulları kapsamındayım. Öyleyse ‘söz verilen yer’i yani cenneti ben de bekleyeceğim. ‘Söz verilen yer’ elbette yer yüzünde muayyen bir toprak parçası olamaz. Her insan bir müddet sonra toprak parçasını terk edip ayrılıyor bu dünyadan. Ben ölüp gittikten sonra toprak parçasından bana ne? Ben cennete, ebedi saadet yerine muhtacım. Kur’an’da ‘söz verilen yer’, yeni bir yaratılış, bir ‘halk-ı cedid’tir (Kaf 50/15). Bu çok hoş bir Kur’an ifadesidir. Yani yepyeni bir yaratılış türü, bildiğimiz tarzda olmayan. Çok hoş sürprizlerle karşılaşacağız!”
“Kur’an ‘söz verilen yer’i şöyle açıklıyor: ‘Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: ‘Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi ebedi kalmak üzere buraya girin.’ Onlar şöyle derler: Hamd, bize olan vadini gerçekleştiren ve bizi cennetten dilediğimiz yere konmak üzere bu yurda varis kılan Allah’a mahsustur. Salih amel işleyenlerin mükafatı ne güzelmiş!” (Zümer 39/73-74)
“Çok hoş bir hadis de var, bu konunun çağrıştırdığı: ‘Allah rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi yanında tuttu. Bunlardan birini yer yüzüne indirdi. Bu ‘bir tek rahmet’ vesilesiyle mesela at, yavrusunun rahat süt alması için ayağını kaldırır.’ (Buhari, “Edeb”, 19). Evet, hadisin değişik versiyonlarında Allah’ın doksan dokuz rahmetini ahirette Kendine yakın kullarına ihsan edeceği bildiriliyor. Evet, böyle olmalı. Yaratıcı ‘mutlak’ olduğuna göre Onun rahmeti de sınırsız olmalı. Sonuç olarak Allah’ın sınırsız rahmeti bizi bekliyor, inşallah, layık olmak için çalışmak, dua etmek gerekiyor!”
Derste hem bir önceki ayet ile hem bu ayetin dikkat çektiği diğer hususlarla ilgili çok istifadeli mesajlar paylaşılıyor. Ben dersin ilgili kısmını birkaç kez dinlediğimde, -şükürle ifade edeyim ki-, mescit dendiğinde artık aklıma önce binalar, yapılar değil, kendi varlığım, dünya ve kainat gelmeli diye bende güçlü bir düşünce ve duygu oluştu. Umarım bu düşünce ve duyguyu kaybetmem. Allah razı olsun.