Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (26. 03. 2023) yapılan Risalet dersinde On Dokuzuncu Mektup’tan On Sekizinci İşaret’in Üçüncü Nüktesi’nin okunmasına ve müzakeresinde devam edildi. Önceki hafta müzakere edilmeye başlanan bu nüktede Kur’an’ın i’câzî özellikleri sayılmaya devam ediliyor. Derste, her zaman olduğu gibi konu etrafında kıymetli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunları ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=4xydkDAbLsY) aşağıdaki kısa paragrafla ilgili olarak ortaya konulan müzakerelere değinmek istiyorum:
“Hem Kur’an’ın verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise Kur’an ağacının kökü hakikattedir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delalet eder. İşte bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiş” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 186).
Görüldüğü gibi metin Kur’an’ı ağaca, ona muhatap olarak her asırda yetişen “asfiya” ve “evliya” gibi faziletli şahsiyetleri bu ağacın meyvelerine benzetiyor, sonra bu şahsiyetlerin yetişmesine vesile olan Kur’an ağacının hem hakikatli hem de canlı olduğunu söylüyor. Moderatör metnin mesajını bağlamına göre özetledikten sonra şöyle dedi: “Buradaki Kur’an ağacını, ‘Risalet ağacı’ olarak da anlayabiliriz. Çünkü risalet ile Kur’an iç içe, risalet bir anlamda Kur’an’ı tebliğ ve açıklama işlevinin adı. Bu ağaç öyle nuranî meyveler veriyor ki dikildiğinde, dikildiği yerlerde aynı yeni ağaçların oluşmasına vesile oluyor. Kur’an’dan ders alan her birey, Resulullah’tan (asm) ders alan her birey kalbinde böyle bir ağaç saklıyor. Bu ağaç o kişinin benliğinde ve duygularında türlü meyveler veriyor. Bu, geçmişte böyle olduğu gibi günümüzde böyle oluyor. Geçmişte mesela sahabiler cahiliye döneminden saadet iklimine ulaşarak kendi varlıklarında bu meyveleri devşirdikleri gibi dünyanın muhtelif bölgelerine giderek bu ağacı dikmiş, sayısız meyvelerin oluşmasına vesile olmuşlardır. Dünyanın dört bir tarafında bulunan sahabe türbeleri bunu gösteriyor.”
Başka bir müzakereci özetle şunlara işaret etti: “Kur’an ağacından beslenip her asırda ortaya çıkan meyvelere, günümüzde Risale-i Nur’u ve müellifini de koymak gerekiyor. Öte yandan metindeki bu ifadelerde her zaman konuştuğumuz ‘tahkik’ mesleğine ilişkin dikkat çekme de var gibi geliyor bana. O da şu: İman esaslarını ezbere kabul etmemek, onu bizzat kendi alemimizde yaşamak, hissetmek ve doğruluğundan emin olmak. Eğer bunu yapar, iman hakikatlerini akıl ve duygularımızda tadar, zevkine varırsak artık bunlar nazarî yaklaşımlar olmaktan çıkar, bizim deneyimleyip kendi hayatımızda doğruluğundan emin olduğumuz kesin hakikatler haline gelir. Ben -tekrar söylüyorum- tahkikî iman mesleği açısından bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum.”
Ardından moderatör Kur’anî hakikatlerin hayatın dışında gizemli şeyler değil, hayatın içinde, hayata dokunan, hayatı güzelliklere dönüştüren mesajlar olduğunu belirtti. Yakınlarda görüştüğü gayr-ı Müslim bir gencin ölüm vs. gibi acı veren olayları düşünmediğini, düşünmemeye çalıştığını, öyle olunca da rahat ettiğini söylediğini aktardı: “Toplumda böyle kimseler var. Rahatı ve huzuru acı veren şeyleri düşünmemekte buluyorlar. Bunlar samimiler. Fakat yakından temas kurup konuştuğunuzda her birerinin değişik sorunları olduğunu öğreniyorsunuz. Bunların durumu bir açıdan Nursi’nin anlattığı ‘gaflet içinde lezzet aldıklarını sanan kimseler’e benziyor. Peki ‘Kur’an ne diyor insanın önüne çıkan sıkıntılara karşı’ denildiğinde, Kur’anî mesajları içselleştiren kimseler için, söz gelimi, metinde geçen asfiya ve evliya için olumlu olaylar karşısında Yaratıcıya şükür, olumsuz olaylar için tevekkül, sabır ve teslimiyetin söz konusu olduğu bir tablo ortaya çıkıyor. Diğer taraftan insanlar huzursuz olmamak için kaybettikleri yakınlarını düşünmeseler bile yaşları belli bir sayıya ulaştıktan sonra kendilerinden kaybolan şeylere ne diyecekler? Mesela insanlar yaş aldıkça bazı organ ve duygularının hassasiyetinin azaldığını fark ediyor.”
Bir müzakereci moderatörün dediklerinden yola çıkarak şunları paylaştı: “Tanımların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hani ‘mutlu görünüyorlar’ diye ifade var ya, bununla ilgili olarak diyorum ki, bu insanlar kendilerini nasıl tanımlıyorlar? Eğer bir kimse ‘ben dünyada belli bir süre yaşadıktan sonra ölüp gideceğim, toprak altında yok olacağım’ diyor, ‘o zamana kadar günümü gün edeyim’ diye ekliyorsa, bedenen, belli oranda mutlu olmaya, mutlu görünmeye çalışabilir. Ama tanıma girmek lazım, onlara veya ona ‘Senin insaniyetindeki duyguların ne diyor bu noktada, onları dinledin mi, onlara kulak verdin mi’ diye sormak lazım. O zaman kendisi ile çelişkili yaşadığını fark etmeye başlayacaktır. Benim çok sevdiğim bir tabir şudur: Yaratıcısını tanımayan bir kimse kendisi ile çelişkili olarak yaşamak zorundadır! Bunu çok iyi gözlemlediğimi düşünüyorum. Ama burada ‘kendisi’nden maksat fizikî varlığı değil, insanî duygularıdır. O duyguları bırakıp da kendisini beden olarak tanımlayan bir kişi, o tanımlama düzeyinde mutlu yaşadığını zannedebilir.”
Aynı müzakereci şöyle devam etti: “Değinmek istediğim başka bir nokta da şu: Çok meşhur bir söz vardır, duymuşsunuzdur; ‘Ağacın gerçeği meyvesinden belli olur’ diye. Bu söz hıristiyanlıkta çok yaygındır. Bu sözü kullanarak Müslüman toplumlara bakmak suretiyle ‘İşte bu din bunu üretti’ derler; ‘bunlar sefil, cahil insanlar, biraz bilgili olanlar da zaman içinde din ile ilgisini kesiyorlar, demek tatmin olmuyorlar, halk da avunup gidiyor’ derler. Bu yorum çok yaygın. Onun için metinde, ‘İşte bak, her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat ve zînur meyveler vermiş’ ifadesi üzerinde durmak lazım. Benim kendimi kimliğim üzerinden tanımlamam benim gerçeğim midir yoksa ben kendimi içinde bulduğum kültürde tutturup gidiyor muyum? Ayrıca söylediğim şeyleri hayatıma yansıtıyor muyum yoksa sığ mı geçiyorum? Buna bakmak lazım.”
“Müellif diyor ki o devirde gerçekten İslam bilinçli bir şekilde, canlı bir şekilde yaşandığında çok güzel, çok bereketli meyveler verdi. Sadece o zamanda değil, yaşandığı her dönemde ve her coğrafyada çok güzel, çok bereketli meyveler verdi. Günümüzde de bu meyveleri görüyoruz. Risale-i Nur ve onun müellifi tam böyle bir meyve. Bu eserleri insaniyetimle okuduğumda nereden bakarsam bakayım, neresine dikkat kesilirsem kesileyim beni tatmin ediyor. Varlık aleminden hareket ederek, adım adım sorgulayarak beni Mutlak Varlığın varlığının zorunluluğuna ulaştırıyor. Duygularımın istediği ve bana sorduğu sorulara ikna edici, -tabir caizse- içimi ısıtıcı cevaplar veriyor. Nursi Kur’an’ın tefsirini yaparak bu devrin ihtiyaçlarını karşılayacak, meraklarını giderecek, sorularını cevaplayacak açıklamalar yapmış ve yapıyor. Anlattıklarını önce kendi hayatında, deneyimlemiş, yaşamış, aklının ve hislerinin tatmin olduğunu görmüş ve kitaplarında paylaşmış, paylaşıyor. Biz de okuduğumuzda bunu görüyoruz.”
Derste hem bu konu etrafında hem devam eden paragraflar hakkında başka faydalı müzakereler de dile getirildi. Moderatörün ifade ettiği gibi ister Kur’an’ı, ister risaleti, isterse her ikisinin ortak adı olarak İslam’ı mübarek bir “ağaç”a benzetelim, “ağaç-meyve” ilişkisi pek çok çağrışıma ve sorumluluğa işaret ediyor. Gerçekten İslam Hicaz coğrafyasında doğmuş olduğu halde dünyanın neredeyse bütün bölgelerine gidebilmiş, insanların ya da toplumların -kendisiyle ilişkisi oranında- onların hayatında sayısız olumluluklara vesile olmuş ve vesile olmaya devam ediyorsa, -metinde ifade edildiği gibi- bunun hakkaniyetinden ve canlılığından şüphe edilemez. Öte yandan İslam, müzakerelerde altı çizildiği üzere, başkaları tarafından Müslümanların yapıp ettikleri üzerinden tanımlanıyorsa burada çok büyük bir sorumluluğun bulunduğu da muhakkaktır. Allah razı olsun.