İnsaniyetimizi temsil eden duygularımız bu dünya yaşam koşulları içerisinde eğitilmektedir. Ciddi bir su ihtiyacımız var ama ordumuzun başındaki kişi bir nehrin yanından geçerken bize bu nehirden su içmemizin insaniyetimiz için iyi olmayacağını söylemişti. Bunun nasıl bir eğitim olduğunu anlamak güçtür çünkü hem su bizim içmemiz için yaratılmışken hem de içilmemesi yönünde tavsiye veriliyor. İlk bakışta işkence gibi görünen bu tavsiyenin bir temsil olduğu anlaşıldığında hayat kurtarıcı nitelikte olduğu görülür.
Herkesin kendi hayat şartlarına göre yaşadığı zorluklar var. Alıştırılmış olduğu ‘yapay’ düzen içerisinde huzura aç, ümit etmeye meyilli bir şekilde çoğu insan hayatına devam ediyor. İnsanın karşılaştığı bu nehirlerden hür iradesiyle su içip içmeme temsilini anlamaya çalışacağız.
Bizi şimdi ilgilendirdiği kadarıyla, Davud (as) kıssasında bir savaş var ama maddi anlamda bedenlerin öldürüleceği bir savaş olarak anlaşılmamalıdır. Savaş somut değil belki ama iç alemimizde olacağı için kurulan ordu manevi silahlar ile desteklenmelidir. Manevi savunma kalkanları çatışmadan en az zararla çıkabilmemiz için gereklidir. Bunu günlük hayatımızda zihnimizi sosyo-kültürel değerlerin gereksiz baskısına karşı dirençli hale getirmek gibi söylemesi basit ama uygulaması zor olabilen bir kuralla bağdaştırarak başlayabiliriz.
Bu dünya sonsuz yaşam için bir eğitim merkezidir. Kendimi nasıl hazırlamam gerektiğini, Rabbimin yönlendirmesini ve bu yönlendirmeyi pratik hayatında sergileyen peygamberin yaşamını dikkatli bir şekilde inceleyerek bulabilirim.
Ruhumuz bu arayışın içerisinde ve kendi geleceği konusunda kaygılı bir durumda. Çoğumuz fiziksel vatanımızdan alınmadık ama insaniyetimizin arzuladığı esas vatanı olan ve sınırsız mutluluğu temsil eden cennete tekrar kavuşabilmek için irademizi kullanmada devamlı doğruyu tercih, yanlıştan kaçınma savaşı vermemiz gerekir. Dünya, gelecek hayatımıza hazırlanmak ve özlemini çektiğimiz yaratılışa kavuşmak için eğitim aldığımız yerdir.
Rabbimizin her bireye kendi şartlarında hitap eden sözünün kendi yaşamımızla ilgili olması ve bunun pratik yaşam koşullarımızdaki yansımalarını görmemiz her zaman mümkün olmayabiliyor. Bu ihtiyacımızı karşılamak üzere Yaradanımızın bize konuşması olduğunu söyleyen Kur’an’daki bu hikâyeden nasıl bir ders çıkarabileceğimize odaklanmalı ve onu hayatımızda uygulamaya gayret etmeliyiz.
2:249 ayetini çalışmaya devam ediyoruz.
اِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِه۪ۚ
“ancak bir avuç dolusu alan/içen bağışlanır.” (2: 249)
Bir avuç su, hayatımızın olmazsa olmazlarını temsil eder. Olmazsa olmazlarımızı tanımlarken kullandığımız kriterlere de dikkat etmeliyiz.
فَشَرِبُوا مِنْهُ اِلَّا قَل۪يلًا مِنْهُمْۜ
“Ancak birkaçı dışında hepsi ondan [doya doya] içtiler.” (2: 249)
İnsanların çoğu toplumun değer yargıları içinde kendilerini kaybetmişler. “Doya doya içmek” kendimizi insaniyetimizin gereklerini yapmaktan toplumun bize dayattığı değerlere uymaya açık hale getiriyoruz, demektir. Alışkanlıklarımızın tatminini öncelemeyi adet edinmiş isek bundan vazgeçmenin hiç de kolay olmayacağını öğretir ayet.
فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُۙ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ۜ
“İman edenlerle birlikte nehri geçtiğinde, ‘Bugün Câlut ve onun savaşçılarına karşı [koymak için] gücümüz yok!’ dediler.” (2: 249)
Dünya değerleri değişti. Seküler medeniyet dünyayı maddeden ibaret kılarak Varlık Kaynağımıza erişimimizi zorlaştırıyor. Maneviyatın varlığını reddederek insani değerlerimizden uzaklaştırıyor. Bu değerlerden uzaklaşmak da insanı zihnen, manen güçsüz kılıyor.
“Varoluşun ve mükemmel bir şekilde düzenlenmiş şeylerin ne anlama geldiğini bilmiyorum. Bir şeylere güzelmiş diyorum ama neden güzel diyorum bilmiyorum,” sorgulamasını yapmak oldukça insanidir. Evrenin nasıl çalıştığını anlamalıyız ki mana dünyamıza bir şeyler ifade etsin. Yoksa evrenin çalışma aşamalarını görmek ve öğrenmek ve fakat anlamını dikkate almamak, duygularımızın faydalanabileceği bir şey değildir. Ancak anlam çıkarmaya hizmet etmesi dolayısıyla maddenin varoluşuyla ilgilenmek elbette kıymetlidir. Günümüzde ise hüküm süren temel insani kaygı; varoluş amacımızı, varlık Kaynağımızı aramaktan çok, maddenin kendisinde takılı kaldı. Yaratıcı kavramının yerini madde aldı. Bilim metafizikle ilgilenmez deyip geçiştirildi.
Duyguların varlık Kaynağı nedir? Bu duyguları nereden aldım? Nasıl kullanıyorum? İnsani beklentilerimi bedene indirgiyor muyum? Şimdi herkes beden sağlığına çok dikkat etmeye başladı. Bu da güzel fakat varlığını inkar edemediğim duygularımın sağlığı konusunda aynı hassasiyeti ve belki de daha fazlasını göstermeye dikkat etmeliyim. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur fakat “sağlam kafa” hangi ölçülere göre çalışacak? Esas sorulması gereken soru bu olmalı.
İnsan psikolojisini incelediklerinde, insanın ruhsal yönünü incelemek gerekiyordu. Bunun aksine şimdi beyin, genler, sinir sistemi, aile geçmişi ve atalardan gelen genetik mirası incelemeye indirgendi. İnsanoğlunun, çocukluktan itibaren anne- çocuk ilişkisi dahil tüm dürtülerin cinsel arzudan gelip gelmediğini yeniden adlandırmak için araştırmalar yapılıyor. Bir annenin bebeğini emzirebilmesi için annelik hormonunun artması öne sürülüyor. Yani insaniyete uymayan açıklamalarla, annedeki şefkatin ve bütün çocuk gelişimi süreçlerinin kendi kendine olup olamayacağı alternatif düşüncesi ortaya çıkarılmıyor. Doğrudan “doğal süreç” olarak adlandırıp ‘kendi kendine oluşuyor’ altenatifi sorgulanmadan kabul ediliyor.
Ölümden sonraki hayatımızın geleceğinden duyulan kaygı, bu dünya hayatımızın ölüme kadar olan “yarın” kaygısına dönüşmüştür. Bu durum çölde kalmış ordudan daha kötü bir olaydır. Anlam arayışındaki insan manevi susuzluk çekiyor. Materyalist bakış ise varoluşsal sancıları gün yüzüne çıkmamak üzere kilitliyor. Bu nedenle kendimizi seküler medeniyetin akışına bırakamayız.
كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ
“Nice küçük topluluklar, Allah’ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir!” (2: 249)
Hayatımızı öyle yorumlamalı ve anlamlandırmalıyız ki sonsuz yaşama hazır hale gelmeliyiz. Hayat, gideceğimiz kabirde bitmemeli. Duygularımız bu amaçsız sonuca isyan ediyorlar. Bu yüzden bir hedefimiz olmalı. “Nereden geldim? Hangi yol üzere gidiyor hangi amaca hizmet ediyorum?” sorularına cevap bulmuş olmalıyız. Sayılarla uğraşmak yerine, kalite ile, varlıkların anlamlı yönleri ile ilişki kurmalıyız. İnsan anlamlılıkla hayatına değer kazandırır.
Fi sebilillah (فِي سَبِيلِ اللّهِ): bizi çağıran ve varoluş Kaynağımıza götüren yol.
Peki kim kazanacak? Elbette ki sonuçtan değil süreçten sorumluyuz. Ancak kainat kitabının Yazarı bir söz veriyor:
وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ
“Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir.” (2: 249)
Kendi gerçekliğim üzerine yoğunlaşmazsam “Allah’a ve O’nun tüm evreni yarattığına inanıyorum. Hayatım dahil her şeyi O yarattığı için O’na ait” demek başlangıç için iyi olsa bile çok yardımcı olmuyor. Devamlı bir eğitim içerisinde yaşadığım gerçeğini hatırlamalıyım. Kendi duygularımı ve anlayışlarımı ikna etmek için bana gösterilen kanıtların farkında olmalıyım.
En az iki seçenekle karşı karşıya olup her an tercih yapıyorum. Doğru ile yanlış arasındaki ayrımı yapabilmek için belli kriterlere sahip olmam gerekiyor. Bu kriterlerimiz devamlı olarak tartışmaya ve temeli olan delillerle yenilenmeye açık olmalıdır. Üzerine düşünülmeden kabul edilmiş kriterler topluluğu, çok da ikna olunmadığı için aklımızın tozlu raflarında bilgi cinsinden birikmiş kurallar dizisi olarak kalacaktır. İman bilgi cinsinden değildir. Pratik hayata geçmeyen iman, bilgi cinsinden kalmış ilkeler topluluğu demektir.
Din elle tutulur gözle görülür cinsten muhakeme mantığıyla tartışılmalıdır. Hayali yorumlar yaparak varoluş anlamlı kılınamaz. Hayal dünyasında değil gerçeklikte iman olur. Kur’an eğitimi “Bizim dinimiz böyle diyor, bizde böyle inanılır” mantığıyla ilerlemez. Bu yaratılışın içerisinde bir anlamlılık var ise kainattan gelen mesajın nereye referans verdiği araştırılmalıdır.
Madde ile ilişki kurarken bu maddenin ve kendimizin Yaratıcısını o an’da hatırlamaktan geri durmamamız gerekiyor. Yoksa intihal yapmış oluruz. Yani şu kâinatin Sanatkârının hakkını çalıp bir başka kaynağa ait olduğunu iddia etmiş, sanatı Sanatkârından ayırmış, kitabın yazarına an’da referans vermemiş oluruz.
Mesela şefkat duygusunun varlığının farkına vardım. Yaratıcım, şefkat duygum neyi gerektiriyorsa, çevremle ve Kendisiyle de bu şekilde iletişim kurmamı istiyor. Benim bu duygular aracılığıyla ubudiyyet ilişkisine girmem gerekiyor. Bu vesileyle teşekkürlerim, minnet duygularım, ibadetlerim anlamlanmaya başlıyor. Yalnızca “bana şefkat duygusu verdi demek ki Yaratıcım da şefkatliymiş” düşüncesi doğru fakat eksik kalıyor. Bana bu duyguyu veren beni kâinatın yaratılmışlığı aracılığıyla ilişki kurmaya davet ediyor. Ben bu ilişki aracılığıyla Rabbimi tanımalıyım. Kâinattan bağımsız Yaratıcı ile ilişki kurmak hayali bir mefhumdan öteye gidemez. Yaratıkların anlamlılığını göre göre ilişki kurmam gerekiyor.
Bir işe başvururken veya işe alım yapılırken işe talip olan kişinin eğitim ve çalışma geçmişine bakılır. İşinin ehli mi değil mi diye. Peki Allah’tan sabır ve tahammül gücüne talip olduğumuzda Allah’ın yoluna layık olacak tercihlerde bulunuyor muyuz? Kendi gerçekliğimizi kabul ettiğimizi gösteren hayat anlayışı içerisinde olmaya gayret edip bu yolda sebat gösteriyorsak Rabbimiz bizimle olacağının müjdesini veriyor. Yani ben çevremdeki yaratılanlarla kurduğum ilişkide onların yaratılışındaki anlamlara dikkat edersem, onların anlamı anında beni onların Yaratıcısı ile başbaşa getirir. Evrenin düzeni bu şekilde kurulmuştur.
وَلَمَّا بَرَزُوا لِجَالُوتَ وَجُنُودِه۪ قَالُوا رَبَّنَٓا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ
“Onlar Câlût ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldiklerinde, “Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü bağışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkâr eden bu topluma karşı bize yardım et!” diye dua ettiler.” (2: 250)
Ben çok güçlüyüm, kendi kendime yeterim demiyorlar.
“Rabbena” Lütfen Allah’ım.
اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا Bize Senin hikmetine güvenen bir sabır ve metanet ver.
İman eden bir insan gerçek anlamda sabredebilir. “Hiçbir şey yapamam bütün güç sende Allah’ım” demek değildir. Aksine “Bütün güç, kuvvet ve kudret Sahibi Sensin. Yardımına muhtacım. Kendim hiçbir şey yaratamıyorum ancak yine senin yaratmanla irade edebiliyorum. Biliyorum ki Sen olmadan benim dayanacağım bir şey yok bu alemde. Bütün güce hükmeden Rabbim, yardımını diliyorum. Lütfen yardımını benden esirgeme…” Böylesi bir anlayış ile kendime değil, Yaratıcımın Sonsuz gücüne güvenerek benim irademe düşen görevi yapma isteğimi O’na iletiyorum.

Nasıl ki bir çiftçi hiçbir bitki üretemez, fakat üretilmesi için evrenin düzenine uyarak o düzeni Yaratanın istenilen bitkiyi yaratmasına müracaat eder. İşte düzene tam uyarak kendi iradesine düşeni yaparsa sonuç yaratılır. Toprağı işler, tohumu atar ve farkında olsun veya olmasın “sabır” ederek sonucun yaratılmasını bekler. O zaman istenilen bitki yaratılır. Eğer çiftçi “bu bitkiyi ben yaratacağım” diye tohumu açıp içini karıştırmaya başlarsa sonuç kesinlikle yaratılmaz. Zaten insan, kendisine tanınan seçeneklerden birini seçerek evrenin düzenine uymaktan başka hiçbir alternatifi olmadığını anlar. Hiçbir şeye kendisi varlık veremez. Sabır, bu bilinçlilik ile kendine düşen “düzene uyma iradesinin” ötesinde Yaratıcının yaratmasını beklemek demektir. Sonuca müdahale etmeden gerekeni yapıp Yaratıcıya sonucu teslim etmesidir.
وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا Adımlarımızı senin yolunda sabit kıl.
“Sonuçları Senin yarattığından emin olarak görevimizi yapmamıza imkan ver. Tevekkülümüzü artırıver içimizdeki ve dışımızdaki tüm alemlerin Rabbi. Karşıdaki ordunun ne kadar güçlü olduğunu gördüm. Sana teslim oluyorum. Toplumun Seni tanımaksızın oluşturduğu gerçek dışı kuralların içinde boğulmama müsaade etme.”
وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَۜ
“Hakikati inkâr eden bu topluma karşı bize yardım et!”
Kendimi, içimdeki batıl tarafıma karşı doğruyu nasıl savunacağıma hazırlamalıyım. Vahyin öğretisinin sağladığı eğitim budur.
فَهَزَمُوهُمْ بِاِذْنِ اللّٰهِۙ وَقَتَلَ دَاوُ۫دُ جَالُوتَ وَاٰتٰيهُ اللّٰهُ الْمُلْكَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَهُ مِمَّا يَشَٓاءُۜ وَلَوْلَا دَفْعُ اللّٰهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَفَسَدَتِ الْاَرْضُ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْعَالَم۪ينَ
“Bunun üzerine, onları Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar, Davud da Câlût’u öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istediği şeyin bilgisini öğretti. Ve eğer Allah, insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı: ama Allah bütün âlemlere karşı sınırsız lütuf sahibidir.” (2:251)
Eğer doğruyu savunmaz ve hayatımızda nazik, saygılı ama pes etmeyen, tutarlı bir şekilde direnerek hayatımıza uygulamazsak hakikat unutulacaktır. İnsaniyetimiz yozlaşmaya mahkum olacaktır.
Yaratıcı mutlak iyiyse bizi bu eğitim alanına azap çekelim diye göndermiş olamaz. Sanki “Azap çekmeni istemiyorum” dercesine hayata bakış eğitimi vermek için Resuller gönderiyor. Çaremizi Allah’a yönelerek O’nda ararsak O da her zaman yanımızda olacağını söylüyor. Yarattığı her bir şeyde O’nunla bağlantı kurabiliyorsak alacağımız en büyük nimet budur. Böylesi bir anlayış Yaratıcımızın cömertliğini (Fadl) görmemiz için inanılmaz bir fırsat ve huzur vesilesidir.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Part-5, I Found Myself in the Story of David-11/11/2020” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.