En temelde, varlığın tanımı. Sonrasında, bu varlığa dayalı olarak bilginin ve bilgi edinmenin tanımı ve nasıl elde edilebileceği. Sonunda da, bu varlık ve bilgi tanımlarına göre geliştirilmiş yöntem ve metodlar. (Bunları yabancı kaynaklardan okuyacaklar için: ontology, epistemology ve methodology.)
Bir önceki yazımda teknik ifadeler kullandım ancak bu konuyu anlamak için illa akademik kariyer yapmaya gerek yok. O açıdan ilgilenenler olursa diye anahtar kelime kabilinden bahsettim. Yoksa, “Alt tarafı düşüneceğiz, bunun için bir ton kitap mı okumam gerek?” şeklinde bir tablo oluşmamalı.
Risale-i Nurlar örneğinden misal vermek gerekirse eğer, bu eserlerin itminan sağlamasının sebebi bu bahsini ettiğim tarzda bir yöntem (paradigma) uyguluyor olmasından kaynaklanıyor, ki biz buna bu gurupta “usul” diyoruz.
O yüzden, benim dile getirdiğim teknik ifadeleri bilmeye hiç gerek yok; sadece RN’lardaki mantık örgüsünün nasıl işlendiğine dikkat etmek lazım. Örneğin, meleklere iman konusuna Üstad, “hakikat gerektirir ki” ifadesi ile başlıyor.
Bunun anlamı, içinde yaşadığımız varlık alemi yani gerçeklik açısından meleklerin varlığı zorunludur demektir. Devamında da, her bir argümanını bu usule göre kuruyor. Varlığı müşahede etmek için de illa doktora yapmaya gerek yok. Onu herkes yapabilir ve yapmalı da. Bu sebeple bizim burada konuştuklarımız avama bir numara büyük gelir demek doğru değil. ‘-oloji’lerle konuşursak büyük gelir; ama onlarsız da usule uygun laf etmek gayet mümkün — Risale örneğinde olduğu gibi.
Sonuç olarak, düşüncenin akademik kariyerini yapanlar bu hususta belki yüzlerce kitap okuyup bir sürü teorik ve teknik bilgiyi edinmek zorundadırlar. Ancak avam da böyle yapsın, değilse düşünemez dersek, bu haksızlık olur. Gerek de yok nitekim. Önemli olduğu için belirtmek istedim.
Varlığı müşahede etmek için de illa doktora yapmaya gerek yok. Onu herkes yapabilir ve yapmalı da. Bu sebeple bizim burada konuştuklarımız avama bir numara büyük gelir demek doğru değil. ‘-oloji’lerle konuşursak büyük gelir elbet;
Ki, bu da bizi daha önceki mesajlarda bahsi geçen köylü bilmemne teyzenin iman etmesine getiriyor. O “cahil” kadın nasıl tahkik yapsın ki? diyemeyiz — bizim burada konuştuğumuz konulardan bihaber diye. “Usulüne” gore tahkik yapmak için alim olmak gerekmiyor. Hatta çoğu “alimler”, usulsüz oldukları için o teyzenin bile gerisinde kalabiliyorlar.
Sual: Peki, alimler bile usulsüz kalabiliyorsa Ayşe teyze kendi kendine usulü nasıl bulabilir?
Cevap: Bir, bazı arkadaşların belirttiği gibi herkes kendi konumunda değerlendirilir. İki, Ayşe teyzenin kendisine “usulü” ulaştıracak birisi olmadıysa eğer, insan olma ortak paydasında kendi adına varlığa baktığında ne çıkartabilirse sadece ondan sorumludur. “Allah, şu bulutların arkasındadır” dese, bu ona yeter çünkü en azından arzda yani maddenin kendisinde var edici özelliği olmadığını anlamış demektir. Bu da usule uygundur.
Zira, insanlık bazında “rasul”den yani mesajı getiren Peygamberden yoksun olsa insan, kendisinde bulunan vicdan/akıl/kalp gibi rasullerin teklifini yine de değerlendirmek durumundadır. “Fetret”, sadece insanlık dairesindeki rasulden mahrum olma halinin adıdır; insan kendisinde bulunanlardan fetrete düşemez — aşırı örneklerdeki çeşitli akli dengesizlikler konumuz dışı. Akıl olmadan din olmayacağı için isitisnai durumdurlar.
Tashih edilmesi gerekiyor diye düşündüğüm bir nokta. “Fetret”teki bir insanın küfrünün mazur görülebileceğinden emin değilim. Başta yaptığımız varlık ve bilgi tanımına göre, mutlak aleme dair bir bilginin içinde bulunduğumuz kainat ile tahkikinin yapılması gerekmekte olduğu halde, sadece kainatın içinden Mutlakın marifeti de çıkmaz — yine tanım gereği; yarım veya eksik kalır. Öyle olmasaydı, rasüle ve kitaplara hiç gerek yoktu.
Dolayısı ile fetretteki insan, bu anlamda bütünlük arz eden bir imana sahip olamaz — bundan da sorumlu olmaz. Ancak, bu küfür olarak adlandırılamaz. Yukarıda bahsini ettiğim farklı dairelerdeki rasullerin kendisine getirmiş olduğu teklifi değerlendirir; “Ey dağ ve ovaların ruhu, bizlere bu bahar büyük bolluk ikram ettin, teşekkür ediyoruz” der; bu da ona yeter. Buna da küfür denmez; Mutlaktan gelen rehberlik kendisine ulaşmadığı için bize göre ifadelerinde görünen şirk de, kendisini müşrik yapmaz. Zira şirk, bir Allah’ı bildikten sonra o bilinen Allah’a eş koşmaktır. Allah’ı bilmiyorsa eğer, kime eş koşup müşrik olacak? Mekkeliler, örneğin müşriktiler, çünkü Kabe’nin Allah’ini biliyorlardı. Değilse, çöl ortasında Kabe’den haberi olmayandan müşrik olmaz.
Küfür ise bütünüyle farklı; insanın hangi dairede olursa olsun, rasul(ler)den aldığı mesajı anlayıp farkına varıp ona rağmen bile bile reddetmesidir küfür. Bilmediği ve anlamadığı halde insan küfre girmez.
Kısa kısa başlıklar halinde yazdım. Detaylarını sizin anlayışınıza havale ediyorum.