Ders Notları

Hurmayla mı Yoksa Elma ile mi Oruç Açmak Sünnettir?

Hurmayla mı Yoksa Elma ile mi Oruç Açmak Sünnettir? | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (02. 04. 2003) yapılan Risalet dersinde, On Dokuzuncu Mektup’tan On Dokuzuncu Nükteli İşaret okunup müzakere edildi. On Dokuzuncu Mektup Resul-i Ekrem’in (asm) mucizelerinin zikredildiği bir Risale olduğu için, -bir müzakerecinin de dile getirdiği gibi- bu risaleye ait dersler baştan beri kendine has ayrı bir tat ve güzellikler içinde gerçekleşiyor. Bu derste de yine aynı güzelliğin bir tezahürü olarak önemli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=rNGHB9WkSMg) aşağıdaki pasajın yer aldığı metinle ilgili yapılan müzakerelerden bir kısmına işaret etmek istiyorum:

“Hem o delil-i sâdık ve musaddak, madem umum enbiyanın fevkinde binler mu’cizât ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cin ve inse şamil bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın reisidir. Öyleyse, umum enbiyanın mu’cizâtlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek, bütün enbiyanın kuvvet-i icmâı ve mu’cizâtlarının şehadeti, onun sıdk ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder.” (Mektubat, İstanbul 2020, s. 188)

Görüldüğü gibi metin “sâdık ve musaddak delil” diye andığı Peygamber-i Zîşan’ın (asm) daha önce gönderilen bütün peygamberlerin “reisi” olduğunu söylüyor ve bunu üç gerekçeye bağlıyor: a) Ona verilen mucizelerin bütün peygamberlere verilen mucizelerin fevkinde bir sayı ve nitelikte olması, b) onunla gönderilen “ahkam”ın yani şeriatın nesh edilmemiş olması, c) onun peygamberliğinin bir dönemle ya da bir bölge ile sınırlı olmayıp “umum ins ve cin”ne şamil bir davet içermesidir. Gerçekten peygamberler tarihi açısından bakıldığında burada zikrolunan üç gerekçenin son derece anlamlı olduğu görülüyor. Zira her peygambere içinde yaşadığı zamanın şartları göz önüne alınarak sınırlı sayıda mucize verilmişken Resul-i Ekrem’e bin dolayında hissî mucizenin verilmiş olması bunu doğruluyor. Aynı şekilde “şeriat verilen peygamberler” bakımından her peygamberin getirdiği şeriat önceki şeriatı nesh ederken yani hükmünü devre dışı bırakırken Resul-i Ekrem (asm) ile gönderilen şeriat kıyamete kadar nesh edilmeyecektir. Keza önceki peygamberlerin risaletleri genellikle bir kabile, bir topluluk ve bir coğrafya ile sınırlı iken Resul-i Ekrem’in daveti evrensel bir nitelik taşımakta olup bütün insanlığı (ve mükellef varlıklar olduğu için cinleri) içine almaktadır. Bu hakikat aynı zamanda Resul-i Ekrem’in peygamberliğinin ve getirdiği mesajın hakkaniyetinin binlerce peygamber ve onlara verilen binlerce mucize ile tasdik edilmesi anlamına geliyor.

Şeriat kuralları iman esaslarını tesis etmiş olan insan grubuna uygulanır, ferdî ve sosyal bazda. Allah’a iman konusunda sorunu olan birisine namazın gerekliliğinden bahsedilemez. Böyle bir kimseye önce hayatı, insanın evrendeki yerini, varlığın anlamını dile getirip Var Edenin varlığına dair esaslı bir imanî alt yapı kazandırmaya çalışmak gerekir. Ondan sonra da böyle aşkın ve içkin olan Yaratıcı ile, yani kendisine sayısız armağanlar veren Yaratıcı ile ‘ilişki kurman gerekmez mi, insanî duyguların seni buraya götürmez mi’ deyip namazın anlamını ve mahiyetini anlatmak gerekir.

Moderatör nerede ve kimde ya da hangi toplulukta insanî bakımdan olumlu görünen hal ve davranışlar varsa, bakıldığında hepsinin ucunun bir şekilde nübüvvete dayandığını, nübüvvet-i Muhammediye’nin başka bir ifadeyle İslam’ın önceki nebilerle gelen mesajları kapsadığını ve evrensel olduğunu söyledi. Ardından bir müzakereci söz alarak şunları kaydetti: “Ben metinde geçen ve Resul-i Ekrem’in (asm) şeriatının nesh edilmediğini ifade eden kısımla ilgili notlarımı paylaşmak istiyorum. İfade edelim ki, toplumda “şeriat-ı Muhammediye’nin nesh edilmemişliği” yeterince biliniyor ve anlaşılıyor değil; çeşitli sebeplerle. Bunlardan birisi İslam’ın içtihada açık olduğunu kavramamak. Ne demek bu? İslam’ın her dönemde ve her yerde insanların ihtiyaçlarına adapte edilebilir nitelikte olması. Buna kapı aralayan “içtihat” asla keyfî bir uygulama olmayıp Resulullah’ın hayatında bizzat gerçekleştirdiği uygulamalardan seçilmiştir. Yani Resulullah hayatında İslam’ın böyle bir esnekliğe izin verdiğini tatbikatlarıyla göstermiştir. Resulullah’tan gelen nakillerde bunu açıkça görüyoruz. Mesela ferdi planda, o (asm) aynı soruya muhatapların şartlarını dikkate alarak ayrı ayrı cevaplar vermiştir. Öte yandan o, tek tip ordu gibi tek tip sahabe yetiştirmemiştir. Bunun tipik örneği onun Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi farklı karakterdeki insanları yetiştirmesidir. Sonra tarihe karıştı ama bu farklı uygulama örneklerini gördük. Bu dört temel karakterin nasıl zaman ve şartları dikkate alarak esnek bir şeriat uygulaması içinde oldukları yaşandı.”

“İçtihat, tekrarlayalım, keyfî uygulama olmayıp ilahî mesajın temellerini, ruhunu, maksadını esas alarak dini, o genişliği ve evrenselliği içinde anlayıp uygulamaya koymaktır. Mezhep diye anılan yapılar da böyledir. Bunların ortaya koyduğu yaklaşımlar keyfî anlayışlar olmayıp Kur’an ve sünnetin özüne dayanmaktadır. İçtihat bu yönüyle özde var olan hakikatlerin açığa çıkarılarak hükme bağlanmasıdır. Ama sonuçta Resulullah’ın hayatındaki esneklikten kaynaklanmaktadır. Bu bilinmeyince, kimilerinin bir hadis okuyup ‘ben rivayet okudum, bu böyledir’ diye keskin tavır takınması cehalet alametinden başka bir şey değildir.”

“Bu bağlamda dikkate değer başka bir nokta da şu: Biz içinde yaşadığımız kültürün ağır baskısı altında eziliyor, ön yargılara kapılıyor, seküler düşüncenin etkisinde kalıyor, ‘Bugünkü şartlarda bu hüküm uygulanabilir mi?’ diyebiliyoruz. Oysa bu tür durumlarda şuna dikkat etmem lazım: Ben şeriatın hükmünü doğru anlıyor muyum yoksa bunu kendi ön yargılarıma sarılı olarak mı değerlendiriyorum? Toptancı olmayacağız. Eğer ben şeriatın hükmünü kendi temellerine ve esnekliğine uygun olarak anlıyorsam, birilerinin buna karşı çıkmasına aldırış etmem, etmemem lazım. Tarihte hangi peygamber yahut hangi resul vardır ki, ona hem de -sözde toplumun en ileri gelenleri diye bilinen kimseler- karşı çıkmamış olsun? Önemli olan buna bazılarının karşı çıkması değil, benim bunu temelleri ve ruhuna uygun şekilde anlamam ve hayatıma yansıtmamdır.”

“Bu vesile ile değinilmesi gereken bir nokta da şudur: Şeriat kuralları iman esaslarını tesis etmiş olan insan grubuna uygulanır, ferdî ve sosyal bazda. Allah’a iman konusunda sorunu olan birisine namazın gerekliliğinden bahsedilemez. Böyle bir kimseye önce hayatı, insanın evrendeki yerini, varlığın anlamını dile getirip Var Edenin varlığına dair esaslı bir imanî alt yapı kazandırmaya çalışmak gerekir. Ondan sonra da böyle aşkın ve içkin olan Yaratıcı ile, yani kendisine sayısız armağanlar veren Yaratıcı ile ‘ilişki kurman gerekmez mi, insanî duyguların seni buraya götürmez mi’ deyip namazın anlamını ve mahiyetini anlatmak gerekir. Aynı şekilde oruç tutmayan ya da zekat vermeyen bir kimseye de kuru kuruya oruç tutması gerektiğini yahut zekat vermesi icap ettiğini söylemek yerine, önce Yaratıcı anlatılmalı, sahip olduğumuz her şeyin Onun ihsanı olduğu, Ona karşı bizim de şükürle, oruç emrini yerine getirerek mukabele etmemiz gerektiği dile getirilmelidir. Bunu yaparken orucun insan sağlığına bakan boyutuna yahut zekatın toplumdaki sosyal dayanışmayı sağlayan boyutuna da odaklanmamak gerekir. Böyle yapmaz da mesela zekat ile ilgili olarak, varlıklı bir kimse gelirinin %2.5’uğunu vererek toplumda, iktisadi bakımdan dengeyi sağlıyor’ dersek, birileri ‘devlet %15’leri geçen vergi topluyor’ deyip ilgisiz kalabilir hatta %2.5’uğu da yadırgayabilir. Oysa bu oran inanan toplum için uygulanan bir orandır; israf etmeyen, yalancılık yapmayan, istismarda bulunmayan, reklam vs, ile beyni yıkanmayan toplum içindir.”

Sahabe dediğimiz kimseler önceki bütün inançlarını, adetlerini, alışkanlıklarını bir kenara bırakarak hayatlarında çok köklü bir değişim-dönüşüm yaşamışlardır. Buna iradeleriyle fert olarak karar vermiş, sonra da mallarıyla-canlarıyla, kısacası her şeyleri ile İslam toplumun parçası olmuşlardır. O halde biz de insanî fıtratımıza aykırı, Resul’ün getirdiği mesajla örtüşmeyen her inanç ve anlayışımızı bırakıp fert olarak karar verip ve ancak ondan sonra İslam toplumunun bir parçası olacak şekilde hareket etmeliyiz. Eğer böyle bir aşamadan geçersek, işte o zaman hem şeriatın nesh edilemez olduğunu anlar, hem ferdî hayatımızda bunu en geniş şekilde yaşama imkanı buluruz.

“Sonuç olarak alt yapısı müsait böyle bir toplumda uygulanır şeriat hükümleri. Dolayısıyla şeriat-ı Muhammediyenin nesh edilmez olduğunu söylediğimiz zaman bu temel esaslara inmemiz lazım. Şeriat fıtratı bozulmamış insana, fıtratı bozulmamış insan toplumuna onaylayabilecekleri bir uygulama teklif eder. Onun için şeriat kuralları yüzde yüz inkılap yaşamış sahabilere uygulandı. Sahabe deyip geçiyoruz ama gerçekte o insanların hayatlarında tam anlamıyla bir inkılap, bir devrim yaşadıklarını bilmek lazım. Biz hayatımızda böyle bir inkılap yaşamadık, dededen atadan görüp aldıklarımızı sürdürüp geliyoruz. Oysa sahabiler tam bir dönüşüm yaşadılar. Hani biz sahabe deyince, muhayyilemizde ‘şehadet getirip Müslüman olan ve Müslüman olarak Peygamber’i gören kişi’ diyoruz ya, bunu gerçek niteliği ile anlamak lazım. Bu insanlar önceki bütün inançlarını, adetlerini, alışkanlıklarını bir kenara bırakarak hayatlarında çok köklü bir değişim-dönüşüm yaşamışlardır. Buna iradeleriyle fert olarak karar vermiş, sonra da mallarıyla-canlarıyla, kısacası her şeyleri ile İslam toplumun parçası olmuşlardır. O halde biz de insanî fıtratımıza aykırı, Resul’ün getirdiği mesajla örtüşmeyen her inanç ve anlayışımızı bırakıp fert olarak karar verip ve ancak ondan sonra İslam toplumunun bir parçası olacak şekilde hareket etmeliyiz. Eğer böyle bir aşamadan geçersek, işte o zaman hem şeriatın nesh edilemez olduğunu anlar, hem ferdî hayatımızda bunu en geniş şekilde yaşama imkanı buluruz.”

Bundan sonra moderatör küçük dokunuşlarla metni açıcı açıklamalar yaparken aynı müzakereci tekrar söz alarak şu eklemeyi yaptı: “Resulullah’ın (asm) yaşadığı bir yerleşim merkezi, yaşadığı bir iklim vardı. Mesela on yılını geçirdiği Medine. Oruç da burada farz kılındı. Burada yetişen meyve hurma idi. Her taraf adeta hurma bahçeleriyle dolu idi. Resulullah iftarda orucunu hep hurma ile açardı. İftar vakti yaklaştığında, ‘her zaman ağzıma attığım bu hurma ile tam açlığımı ve ihtiyacımı yaşadığım bir anda orucumu açayım, ta ki kıymetini daha iyi anlayayım’ demeye gelen bir tavırla. İşte Resulullah’ın sünnetinin nesh edilmeyen kısmı burası! Benim de bulunduğum yerde, her zaman elimin altında bulunan meyve elmadır. Ünsiyet içinde kıymetini takdir edemeyebiliyorum. O halde ben de orucumu elma ile açmalıyım, ta ki bu suretle bu ilahî nimetin kıymetini bileyim. İşte oruç açarken benim elma ile iftar etmem sünnettir! Yoksa Peygamber hurma ile oruç açtı diyerek benim -birtakım firmaların, -belki de İslam’a karşı art niyet besleyen- firmaların uzaklardan getirip çok pahalı şekilde pazarladıkları hurmayı almam gerekmez. İçtihat budur işte!”

Ders On Dokuzuncu İşaret’te yer alan bahisler okunup müzakere edilerek devam etti. Bu derste, öteki önemli konularla birlikte, özellikle şer’î hükümlere tabi olmanın esaslı bir imanî alt yapıya sahip olmayı gerektirdiği, böyle bir alt yapıya sahip olmayan kimselere şer’î hükümlerden bahsetmenin anlamsızlığı -bilinen bir husus olmakla beraber- bir kez daha gündeme getirilmesi bana önemli geldi. Diğer taraftan İslamî mesajları yaşadığımız zaman ve mekan şartlarını dikkate alarak anlamaya çalışmamız gerektiği de ihmal ettiğimiz bir husus diye düşündüm. Aklıma Gâşiye suresindeki “İnsanlar deveye bakmazlar mı, nasıl yaratıldı” (88: 17) ayeti geldi. Benim yaşadığım yerde deve değil de sığır varsa veya küçük baş hayvanlar varsa, elbette ben bunların yaratılışındaki hikmetlere bakıp, düşünüp Yaratıcıyı tanımaya çalışacağım. Fıkıhtaki terim anlamıyla buna içtihat denip denmeyeceği bir tarafa, gerek ayetlerdeki gerekse hadislerdeki mesajları kendi iklimimiz, kendi gerçekliğimiz, kendi şartlarımız açısından değerlendirmek gerektiği muhakkak. Ancak o zaman İslam’ın nesh edilemez evrensel mesaj olduğu anlaşılır.

Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın