Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (08. 04. 2032) yapılan Divan-ı Harb-i Örfî dersinde aşağıdaki paragraftan başlanarak ilgili parçaların okunmasına ve müzakeresine devam edildi:
“Yazık, eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrûa bir menbâ-ı hayat-ı ictimâiyemiz ve İslamiyet’e uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar meşrutiyete garaz karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubaliyâne ile, milletin rağbetine karşı maattessüf set çektiler. Bu seddi çekenler ref etmelidirler; vatan namına rica olunur.” (Divan-ı Harb-i Örfî [Eski Said Dönemi Eserleri içinde], İstanbul 2020, s. 130).
Görüldüğü gibi metin, -önceki derslerde müzakere edildiği üzere- meşrutiyetin saadet vesilesi olduğunu, toplumun yeni bir eğitime şiddetle muhtaç bulunduğunu, fakat iki aşırı uçta bulunan kesimlerin buna engel teşkil ettiğini dile getiriyor. “İfratkar” diye zikrolunan uçtaki kişilerin bu gayeye başka maksatlar karıştırdığını, “aydın” diye anılan diğer uçtakilerin de dine karşı ilgisiz kaldığını, sonuçta bu susamışlığın giderilmediğini belirtiyor. Son cümle olarak da bu engellerin kaldırılması gerektiği ifade edilip “vatan namına rica olunur” deniliyor.
Derste moderatör kısa açıklamalarla metnin üzerinden geçtikten sonra bir müzakereci şunları paylaştı: “Metinde geçen ‘maarif-i cedide’ önemli bir tabir. Müellifin sevdası bu! Eğitim sisteminin yenilenmesi. Ama bugünkü gibi seküler bir anlayışa dayalı olarak değil, İslamiyet’e uygun olan bir eğitim sistemi. Bu da özü itibariyle kainatı gerçek anlamıyla okuyarak eğitime katma ve faydalanma, bunu Resul’ün getirdiği mesaj ile uyumlu şekilde gerçekleştirme. Çünkü kainatın şahitliği olmazsa tasdiki gerçekleştirmede zayıf kalırız. Diğer taraftan kainatı vahiysiz okursak yine yanlış yapmış oluruz. Bu noktada müellifi iyi anlamak lazım. Kimileri Said Nursi fen ilimlerini kabul ederek modernizme kapı araladı ithamında bulunurken, kimileri halen ‘Kur’an bize yeter’ anlayışında ısrar ediyor. Oysa ona göre mesele Kur’an-kainat dengesini kurmaktır. Bu ikisini birbirinden ayıramayız. Birisi Yaratıcının fiilî konuşması, diğer sözlü konuşmasıdır. Maalesef medreselerde kainat -belli oranda değil-, neredeyse tamamen devre dışı bırakıldı. İnsanlar din olarak fıkıh kurallarını öğrendi, fıkha dair ciltlerce kitaplar yazıldı. Belli ki bu, pratik nedenlerden kaynaklandı: Fıkhı öğrenip kamuda görev almak ve çalışmak. Oysa din fıkıhtan ibaret olmadığı gibi dinin mesajları da kainatın şahitliğine başvurulmadan benimsendiğinde taklidî bir nitelik taşımaktan uzak kalamaz. Bugün de hâlâ Müslümanlar olarak nasıl bir eğitim sistemi içinde olmak gerektiğine dair sorunlar devam ediyor.”
Bundan sonra bir soru üzerine fıkıh kurallarının temeli ve fıkıh kurallarında “illet-hikmet” konusu gündeme getirildi, önemli bilgiler paylaşıldı. Ardından, metindeki “vatan namına rica olunur” cümleciği etrafında tefekkürler dile getirildi. Bir müzakereci metindeki “vatan” kavramının -o günkü tarihsel bağlamı içinde- özel olarak Osmanlı coğrafyası, genel olarak da İslam coğrafyası için kullanılmış olması gerektiğini ifade etti. Moderatör bu kavramın bugünkü siyasal anlamının bilindiğini, fakat genel anlamda bunu en iyi tanımlayan bir ifadenin “Vatan kendimi hür hissettiğim yerdir” cümlesi olduğunu söyledi. Arkasından bu sözün bir iktibas olduğunu, kendisinin de bunu benimsediğini kaydetti. Daha sonra bir müzakereci söz alarak o dönemlerde vatan kavramıyla ilgili farklı açılardan bakılarak çeşitli tanımlamalar yapıldığını söyledi: “Bugün vatan kavramı ulus devlet anlayışı içinde tanımlanıyor. Ben de vaktiyle bu kavram hakkında bazı şeyler yazmaya çalışmıştım. İnsanî özelliklerimizi ve Kur’anî anlatımı dikkate aldığımızda çok geniş bir vatan kavramı anlayışı çıkıyor karşımıza. Bence vatan, Yaratıcımın bana ruh üfleyerek var edip, Kendisini tanıyacak donanımla dünyaya gönderdikten sonra, kainatta Onun özelliklerini görüp Onu tanımaya çalıştığım, Onu tasdik ettiğim, bendeki duygularla Onun kainata yansıyan özelliklerini fark ettiğim, kaynaştırdığım, buluşturduğum yerdir. Neden? Vatanım benim cennetimdir çünkü. Aslî vatanım cennettir. Cennet bu dünyada neyi temsil ediyor? Bu dünyayı mükemmel özellikleri için adeta bir fuar, bir sergi yeri yapan Yaratıcımı, bana verdiği özelliklerle bu fuar ya da sergiye yansıyan sonsuz özellikleriyle tanımak ve bu bağlamda Onunla olmaktır. Peki ama ben şu anda cennette değilim. İşte vatan tanımı tam burada karşıma çıkması gerekiyor.”
“Ben, dünya şartlarında bendeki Yaratıcımı tanıma duygularımı kullanabiliyor, Yaratıcının Kendisini tanıtan kainattaki ayetlerini, işaretlerini okuyabiliyor, bunları kendime yerleştirebiliyorsam, işte yerleştirebildiğim yerdir benim için vatan. Bu yerleştirmeye bağlı olarak duygularım ‘burası benim evim, ben burada rahatım’ diyebiliyorsa gerçekten burası benim vatanımdır. Bunu gerçekleştirmek için fiziken bulunduğum mekanın çok önemi yoktur. Moskova’da da olabilirim, -eskiden Moskova olumsuz mekanı ifade eden semboldü ama bence Atina’yı olumsuzluğun sembolü kabul etmek lazım, ben vahiy ile vahiy dışı dünyayı karşılaştırırken Mekke-Atina karşılaştırması yaparım-, Atina’da olabilirim, Brüksel’de olabilirim; çok fark etmez. Ben fiziken hangi yerleşim merkezinde yaşıyor ya da bulunuyor olursam olayım, orada bir ağaca baktığımda, bir kuşu seyrettiğimde, güzel ahlak sahibi bir insanı gördüğümde onunla tefekkür ilişkisine girer; eğer bendeki duygularla gördüklerimi kaynaştırarak Yaratıcımı tanırsam ve -bu bağlamda- Ona yönelip Onunla olursam orası benim için vatanımdır. Cenneti orada görürüm ben. Cenneti orada yaşarım ben, dünyada iken. Bu, elbette ikinci yaratılış olmayacak anlamında değildir.”
“Elbette ikinci yaratılış olmalıdır ve olacak, burada kainata yansıyan özellikleri doğru şekilde okuyarak Ona veren, Onu bu özellikleriyle tanıyan, mantıken Onun bu özelliklerinin sonsuz olduğunu onaylayıp teslim olan kimselere O, fiziken de ebedi cenneti verecektir. Sanki şöyle diyecektir: ‘Sen dünyada Beni tanıyarak buna uygun bir dünya kurdun, senin dünyada iken alemin bu idi, seninle beraberliğimize dayalı bir huzur içinde idin, Ben de burada mükafat olarak cenneti fiziken yaratıp sana ihsan ediyorum.’ İşte cennet dediğimiz odur! Hayaller ile uğraşmayacağız. Kur’an’ın cennet tasvirlerinde saraylar var, köşkler var, altlarından ırmaklar akan bahçeler var… Eğer biz bu dünyada, buranın şartlarında Yaratıcıyı tanıyıp Ona yönelerek, duygularımızı Onunla kaynaştırarak yani Onu severek, Ona bağlanarak, Ona şükrederek, Ona hamd ederek, Ona sığınarak, Ona yaklaşarak cennetler kurmuyorsak, oradaki saraylarla köşklerle, bahçelerle tasvir edilen yepyeni bir yaratılışa nasıl ulaşacağız? İşte vatanımız bu! Burayı, dünya şartlarında inanarak cennete çevirdiğimiz yer! Böylece bu dünyadaki iman ile elde edilen vatan ile ahirette fiziken karşılanacak olan vatan arasında tam bir bağlantı kurmak mümkün oluyor.”
Daha sonra moderatör müellifin Küçük Sözler’de geçen “Rabbe iltica” kavramını gündeme getirerek müzakerede dile getirilen hususları pekiştirici açıklamalar yaptı. Özet olarak insanın sığınma kaynağının Yaratıcısı olduğu, Yaratıcısını tanıyarak Ona sığınan kimse için -fiziken yaşadığı coğrafya neresi olursa olsun- bunu gerçekleştiği yerin gerçek anlamda vatanı olduğu belirtildi.
Vatan, -müzakerelerde işaret edildiği üzere- ulus devlet anlayışında sınırları siyasi olarak çizilmiş bir toprak parçası, kişinin doğup büyüdüğü veya yaşadığı yurt olarak tanımlanıyor. Edebiyatta bazı aşıklar için sevgilinin yaşadığı yer diye tasvir olunuyor. Tasavvufta ise ruhun kopup geldiği alem diye açıklanıyor. Derste bu kavramın imanî bir perspektifle açıklanıp yorumlanması bana çok istifadeli geldi. Allah razı olsun (Ders linki: https://www.youtube.com/watch?v=_gXHqpQPg2Y).