Adiyat suresinin ilk ayeti, insanın bencilliği ile vicdanı arasında süregelen bir mücadeleye dikkat çekiyor. İnsanın bencil tarafı yani nefsi bir şey yapmayı önerdiğinde vicdan bunun insaniyete uygun olup olmadığını kontrol ederek cevap verir. İnsaniyete ters olan şeyler önerdiğinde vicdan nefis ile çatışır. Bu şekilde, nefis ile vicdan arasında süregelen bir savaş söz konusudur. İnsanın vicdanıyla insaniyetine ters olan düşünceler arasındaki bu savaş ömür boyu devam eder. Bu mücadele, nefes nefese koşan atların ortalığı toz dumana çevirdiği bir savaşa benzer. Hakikat ile bencil yalanlar bu savaşta çatışır. İnsanın bencil tarafı kendini haklı çıkarmak için savaşta nefes nefese kalmış atlar gibi hırsla vicdanına yani hakikate saldırır. Bu çatışmada insan ne yapmalı? Elinden geldiğince vicdanını dinlemeli ve o tarafı seçmelidir. Vicdanını susturmaya çalışmamalıdır. Bu noktada insanın vicdanı ile nefsi arasında seçim yaparken özgür olup olmadığı akla gelebilir. İnsan, vicdanı ile bencilliği arasında seçim yapmada hürdür. Fakat vicdan doğruyu hatırlatmaya devam eder. İnsan vicdanının hatırlatmalarını kulak ardı edebilir. Bu da onun iradesini istediği yönde kullanabilme hakkına sahip olduğunu gösterir. Vicdanını dinlemeyen bir insan, bencil seçimlerini haklı çıkarmak için bahaneler bulmaya çalışır. İnsan yaptığı seçimin doğru olup olmadığının her zaman farkındadır. Yani vicdanın sesi asla kesilmez. Yanlış seçimlerde vicdan acı duyar, doğru seçimlerde ise ferahlar. Bu, insana yol gösteren önemli bir yaratılış ayarıdır.
İnsan, yaptıklarının doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulama yolunu seçerse vicdanın tarafına geçmesi kolaylaşır. Fakat sorgulamadan kaçıp kendi gerçekliğiyle yüzleşmeden yaşamayı da seçebilir. Bu durumda insani yetenekleri kullanmadan heba etmiş olur. Vicdan bunu hep hatırlatır fakat insan duymazlıktan gelmeyi seçebilir. Vicdana uygun davranmak, Yaratıcıya iman etmeyi kolaylaştırır. Böyle bir iman gerçekliğine dayanan İslam, yaratılış biçimini kabul ederek kâinattaki düzene uymak ve bütün varlıklarla barış içinde yaşamak demektir. İslam’ın özü insanın vicdanının rehberliğine yani Yaratıcısının hidayetine tabi olmasıdır. Bazı alimler İslam’ı yüce ve saf insanlık biçiminde tanımlarlar. Yaratıcının rehberliği insan vicdanıyla çelişmez. İnsana ebediyet arzusu ve bunu karşılamak için kullanacağı yetenekler verilmiştir. Peygamberler insanlara bu yeteneği kullanabilmeyi öğretmek için gönderilir. Bütün varlıkların Varlık Kaynağı, mutlak merhamet ve şefkati gereği insanlara yol göstermek ve onların ebediyet beklentilerine cevap vermek için sözlü ve fiili mesajlar ile bunların uygulamasını gösterecek peygamberler gönderir.
فَٱلْمُورِيَـٰتِ قَدْحًا
100:2. “Ve koşarken kıvılcım saçanlara yemin olsun!”
Savaşta koşarken kıvılcım saçan atlar, insanın bencil tutkuları ve hırslarını temsil eder. Bu savaş, inkâr edenlerin inananlara haksız yere saldırdıkları fiziki bir savaş da olabilir. Bu durumda inananlar kendilerini savunmak zorundadır. Savunma dışında, inananların herhangi bir savaşa dahil olmaları için hiçbir neden yoktur. Zaten insan öldürmek de fıtrata aykırıdır. Kur’an’daki savaş kavramı (cihad), savunma amaçlı olmadığı sürece, fikirle yapılan mücadeleyi ifade eder. Bu savaşta esas olan, insan öldürmek değil inkâr düşüncesini asılsız kılmak yani öldürmektir. İnkâr eden birini öldürmek “inançsızlığı” yok etmez, inanmama fikri var olmaya devam eder. Hatta haksız yere açılan bir savaşta öldürülen inançsız bir kişiye karşı insanlar sempati geliştirebilir ve bu da “inançsızlığı” cazip hale getirebilir. Bu nedenle, esas savaş fikirle yapılmalıdır. Fakat fiziki varlığa yapılan bir saldırıya karşı da savunmaya geçmek şarttır (kital). Aksi halde bedenen ortadan kalkmak söz konusudur. Bu durumda da fikir savunulamaz.
Bu ayette geçen “at” ifadesi, “hakikate” saldıranların tutumunu temsil ediyor. Koşarken çıkarılan kıvılcımlar ise kâinatın işleyiş ve düzenini Yaratıcıdan başka bir kaynağa dayandırmak için ikna ediyor gibi görünen her şeydir. Bu bir fikir, varlık tasavvuru, kâinatın düzenine dair yorumlar ve hayatı açıklama iddiasında olan bilimsel veya felsefi görüşler olabilir. Örneğin, peşin hükümsüz bilimsel araştırma yapan bir araştırmacı kâinatın işleyişine dair bir keşifte bulunsa bu kuralın kendi kendine ortaya çıkamayacağını, kasıtlı ve bilinçli bir iradenin eseri olduğunu itiraf eder. Çünkü kendi kendine oluş veya tesadüf, kâinatın düzenine tabi olarak yapılan bilimsel araştırma ve keşiflere imkân vermez. Kâinatta öyle bir düzen hâkim ki, hiçbir şey bu düzene tabi olmadan varlığa gelemiyor ve bir tercih yapamıyor. İrade verilerek yaratılan insan da böyledir; ancak düzene uymak şartıyla tercih yapabilir. Fakat vicdanın onayladığı bu tutum, materyalist bilim anlayışındakiler tarafından öfkeyle karşılanır ve asla kabul edilmez. Keşfedilen kuralın arkasında mutlaka bir Yaratıcı olması gerekmediğini iddia ederler. Yaratıcıyı kabul ederlerse tarafsız olamayacaklarını söyleyerek tarafsızlık adına peşin hükümlerinin vazgeçilmez taraftarlığını yaparlar. Böylece, kendi kendine oluşun veya tesadüfün tarafını seçerler. Hem vicdanın sesini dinlemezler hem de dinleyenleri susturmak için inat ederler. Hatta bu vicdani tavrı takınan araştırmacılar, baskı altına alınır, inançlarını ifade ettikleri araştırma sonuçları yayınlanmaz ve meslekten ihraç edilebilir. İşte kıvılcımlar, bu hiddetli tavrı temsil eder. Gerek vicdanının sesini duyan gerekse duymayan bütün araştırmacılar için keşif aynıdır, kâinatın yaratılışında yerleştirilmiş düzenin çalışma sistemini ortaya koyarlar, ancak bunun yorumlanması farklıdır. Herhangi bir şeyin yapısını inceledikten sonra bu böyle yapılmış denilmesi vicdan, akıl, mantık ve özgür iradenin gereğidir. Çünkü yapılmış olduğu besbelli, ortadadır. Madde, rastlantı, kendi kendine oluş herhangi bir şeyin varlık kaynağı olamaz. Bu aklen ve mantıken de kabul edilemez. Eğer böyle bir hakikat olsaydı bugünkü Yaratıcıyı kabul etmeyen inatçı materyalistler gibi tüm inkârcılar bunun delillerini sergileyerek savunurlardı. Yapamıyorlar çünkü materyalizm veya kendi kendine oluşun insan aklını ikna edebilecek ve savunulacak bir tarafı yoktur.

فَٱلْمُغِيرَٰتِ صُبْحًا
100:3. “Sabah vakti baskın yapanlara.”
Sabah vakti, insanın uykusunun en ağır olduğu bir zamandır. Bu vakitte insan henüz yeni yeni uyanmaya ve gündüzü algılamaya başladığı için ani hareketler karşısında hazırlıksız yakalanabilir. Bundan dolayıdır ki savaşlarda, sabah baskınları yaparak düşmana ağır kayıp verdirme stratejisi hep kullanılagelmiştir. İnsanın bilinci ve hevesi arasında da bu savaş stratejisi söz konusudur. İnsan ne zaman kendini şüpheye düşürecek ve inancını sarsacak bir durumla karşılaşırsa, inkâr düşüncesi bütün gücüyle o dar ve zor vakitte ona saldırır ve inancını zaafa uğratmaya çalışır. İnsanların gaflet halleri de böylesi saldırılara en açık olduğu zamanlardır. Benzer biçimde inkâr fikrini savunanlar, ne zaman gerçek gibi gösterebilecekleri bir bahane bulsalar onu saptırır ve hakikate saldırır. Örneğin, kâinatta sebep sonuç ilişkisini keşfederek sebeplerin sonuçları meydana getirdiği iddiasında bulunurlar. Böylelikle sebeplerin de sonuçlar gibi var edilmek zorunda olduğu gerçeğini saptırırlar. Bu haliyle varlığı izah etmeye kalkarlar. Savunmasız ve yeterince düşünme eğitimi almamış insanlara bu hakikattir iddiasını sunarlar. Böylelikle hakikatin üstüne, bu insanlardaki acizliği yani sabah vakti gaflet hallerini, derin düşünmedikleri zamanları kullanarak saldırırlar. İnançlarını zedelerler. Bunu yaparken caydırıcı politikalar da izlerler. Örneğin, inkâr edenler inananlara, “hem bize inkârcı deyip cephe alıyorsunuz hem de bizim bulduğumuz ve geliştirdiğimiz teknolojik araç ve gereçleri kullanıyorsunuz” derler. Oysa bu kâinatta hiçbir şey Yaratıcıdan ve O’nun koymuş olduğu düzenden bağımsız hareket edemez. Bütün teknolojiler bu kâinat düzenine uymak ve var edilmek zorundadır. Burada esas mesele varlık kaynağıdır. Bu kâinat şartlarında ise Varlık Kaynağı, mutlak Tek ve Bir olmak zorundadır. Çünkü her varlık diğer varlıklarla ilişkilendirilerek varlık alemine gönderilir. Ta ki, bütün kâinatı yaratamayanın bir tek parçayı bile yaratamaz olduğu anlaşılsın. Aksi halde hiçbir şeyin varlık kaynağı izah edilemez.
Bilim sadece evrenin düzeninde olanı ortaya çıkarabilir. İnananlar, evrenin yaratılışının dayandığı düzenin keşfedilmesini memnuniyetle karşılarlar. Fakat insan mantığına ve aklına ters olan, bu keşiflerin yorumlanma biçimidir. İnsan aklı, tesadüfen veya kendi kendine oluşma iddiasını reddeder. Bu sonuca varmayı kolaylaştıran, kâinattaki bu düzenin yaratıcısına minnettar olmalıyız. Ünlü bir bilimci, bir konuşmasında şunları söylüyor: “Okullarda aşkın bir Yaratıcıya olan inancı, bilimsel olarak öğretemeyiz. Çünkü eğer evrenin Tanrı tarafından yaratıldığını öğretirsek, o zaman hangi Tanrı’yı kabul edeceğiz? Yahudilerin mi, Hıristiyanların mı, Müslümanların mı veya Hinduların mı? Bunlardan hangisi gerçek? O yüzden bütün bunları bir kenara bırakıp daha iyi bir seçenek olan evrim öğretilmelidir.” Bu sözler gerçeği yansıtabilir mi? Bu dinlerin Tanrı kavramını iyice araştırıp sorgulamadan hepsini reddedip evrim adı altında kendiliğinden oluşa ilahi bir güç atfederek inanmak ne derece mantıklı olabilir? Okullarda, varlıkları kendiliğinden oluş veya sürekli hep var olduğu zannedilen madde ile açıklamak insanın vicdanına uygun mudur? En azından kendiliğinden oluşa tarafgirlik etmeden gençlerin vicdan ve akıllarıyla kâinatı ve varlıkları incelemesine fırsat vermek gerekmez mi? Bilimsel olduğu ön kabulüyle insanları, varlığı evrimle açıklamaya doğru yönlendirmek ne kadar bilimsel ve tarafsız olabilir? Demek ki bu tutum aslında tarafsız değil, inkâr ve kendi gerçekliğini reddetmeden yanadır. Gerçek olan şudur ki, her insan ve her varlık var edilmeye muhtaçtır. Bu varlık biçimini var eden Kaynağı insan aklı, vicdanı ve bilincine en uygun biçimde açıklayan Tanrı tanımı neyse onu her insanın kendisi bulmalıdır. Okullarda en azından bu noktada gençlere peşin hükümlü olmadan, araştırarak bir sonuca ulaşma eğitimi verilebilir. Tanrı, tabii ki bilimin incelediği çerçeve içine sıkıştırılabilecek kadar sığ bir kavram değildir. Tanım gereği bu varlıkların ötesinde ve bunlar cinsinden olmamalıdır. Eğer Tanrı, bilimsel koşullarda incelemeye tabi tutulabilen, kâinat türünden bir varlık olsaydı o zaman var edemezdi; varlık kaynağı olamazdı.
فَأَثَرْنَ بِهِۦ نَقْعًا
100:4. “Tozu dumana katanlara.”
Gerçeğin yalanlarla karıştırılarak hakikat diye sunulması pek çok insana mantıklı gelebilir. Bunu yapanlar, savaş meydanında tozu dumana katarak görmeyi engelleyen atlar gibidir. Günümüzde bilimsellik adı altında sunulan iddialar, kısmen gerçeği içeriyor olsa da insanın ebediyet arayışına cevap vermez. Hatta cevap vermek bir yana, insanın ebedi varlık arzusunu mantıklı bulmaz ve yok sayar. Bu anlayışa göre gerçek olan, dünyada görünenden ve algılanandan başkası değildir. Varlıkların görünen yüzünün ötesindeki manaların yani maneviyatın, bilimin konusu olmadığını söyler. Böylelikle insanın anlam arayışına cevap vermediği gibi bu arayışın bilimsel anlamda kayda değer olmadığı mesajını da verir. Örneğin, cisimlerin yere düşmesini yer çekimi kuvvetine bağlar. Kuvvetin kendi zatında bir varlığı olduğu iddiasını gerçekten düşme fiiliyle karıştırarak düşmenin, varlık kaynağını yer çekimi biçiminde açıklar. Oysa hem yer çekimi kuvveti hem düşme hareketi hem de cisim var edilmek zorundadır. Kuvveti ve cismi var eden, düşmeyi de var edendir. Bu noktada, her varlığın ve kuvvetin var edilmesi hakikati sanki kuvvetin kendi varlığı varmış yalanıyla karıştırılır. Hakikat, bu kuvvetlerin ve varlıkların var edilmeye muhtaç oluşudur. Hiçbir kuvvet kendi kendine var olamaz ve hiçbir sebep kendi kendine var olarak sonuçları var edemez. Bu hakikat apaçık ortadadır. Evrenin düzeni yalnızca evrenin yaratılış biçiminden ibarettir. Biz insanlar yaratılış fiilinin gerçekleşmesini bir düzen içerisinde olduğunu algıladığımız için buna “düzen” diyoruz. Yani, evrenin varlığı ve bir de ayrıca düzenin varlığı diye bir şey yoktur. Örneğin, bir portakala baktığımızda portakal belli bir şekilde yaratılmış olarak algılarız. Bu şekil, portakalın yaratılışıyla ortaya çıkar. Fiziki bir portakal ile portakalın kendisinden ayrı bir de şekli yoktur. Şekil ve cisim birlikte var ediliyor. Maddi ve manevi sıfatları biz algılarız. Hakikati yalanla karıştıranlar, insanın bunu görmesini ve varlığını mutlak Varlık Kaynağına dayandırmasını engeller. Portakalı “çekirdeği, şekli, rengi ve diğer özellikleri var ediyor” diye iddia ederler ve bunu da “evreni, evrenin doğal kanunları var ediyor veya varlığını sürdürüyor” diye açıklarlar. Doğal kanunları gösterin denildiği zaman, evrenin kendini gösterirler. Evreni de bu kanunlar yapıyor derler. Dikkat edersek anlarız ki, evren doğal kanunların ürünüdür, doğal kanunlar da evrenin ürünüdür demeye gelen çelişkili bir açıklamadır bu. Yani kısır döngü olan bir iddiadan ibaret mantık hatasıdır. Buna, insanın kendi bencil duyguları ve davranışları da destek olur. Böylece insan, ortalığın toz duman olmasıyla kendi hakikatini görmeyebilir. Aciz ve var edilmeye muhtaç oluşunu unutup anlık zevk ve sefa peşinde koşarak hayatını geçirmeye ikna olabilir. Akıl ve vicdan ikna olmaz ama akıl ve vicdanını anlık meşguliyetler nedeniyle devre dışı bırakabilir. “Herkes böyle yapıyor, fazla düşünmeden eğlenmeye ve anın keyfini çıkarmaya çalışıyor, ben neden öyle yapmayayım ki?” diyerek hakikatin sayıca çoğunluğa bakarak değil akıl ve vicdana danışarak aranması gerektiğini unutabilir.
فَوَسَطْنَ بِهِۦ جَمْعًا
100:5. “Düşman topluluğunun tam ortasına dalanlara.”
İnsanın bencil tarafı yani nefis; vicdan, bilinç yani ruhun amansız düşmanıdır. Nefis, bulduğu her fırsatta vicdan kalesinin tam ortasına bütün gücüyle saldırır. Daha somut bir ifadeyle, vicdan insana varlık kaynağını kâinat ötesinde mutlak bir Varlığa dayandırmak gerektiğini hatırlatır. Nefis, eğer insanı ikna edecek bir kanıt bulursa bu hakikate saldırır. Örneğin, insan aklı varlıkların kendi kendine var olamayacağını mantıklı bulur. Fakat nefis, bu anlayışa karşılık gerçekmiş gibi sunulan bir örnek bulursa hemen saldırıya geçer. Eğer kendi kendine var oluşa dair bir tek örnek bulursa, vicdanın benimsediği fikri temelden sarsar. Halbuki delil olabilecek böylesi bir var oluş kâinatta yoktur. Varlığı, kâinatın ötesinde mutlak bir Varlığa dayandırmayanlar, sebepleri sanki sonuçların varlık sebebi gibi göstererek vicdana saldırırlar. Bu düşmanca tutum ömür boyu devam eder. Bu amansız savaş vicdan ile nefis, hak ile batıl, doğru ile yanlış arasında durmaksızın cereyan eder.
إِنَّ ٱلْإِنسَـٰنَ لِرَبِّهِۦ لَكَنُودٌ
100:6. “İnsan, Rabbine karşı gerçekten çok nankördür.”
Oryantalistlere göre, bu ayetin önceki ayetlerle bir alakası yoktur. Öyle ya, şu ana kadar okunan ayetler savaş ve savaş atlarından söz ediyordu. Bu ayet ise insanın Rabbine karşı cimri ve şükürsüz oluşundan söz ediyor. Esasında bütün mesele, insana kendi gerçekliğini fark ettirmektir. Vicdan ve nefis arasında sürekli bir mücadele var. İnsanın doğruyu yanlıştan ayırt etmesi için vicdanına başvurması gerekir. Vicdanına başvurmakta ağır kalan veya cimrilik eden kişi, Yaratıcısına teşekkür etmeyi ihmal eder. Vicdanı kullanmamak demek, Yaratıcıyı tanıyıp ona teşekkür etmemek demektir. İnsandan beklenen, özgür iradesini, vicdanının rehberliğinde kullanmasıdır. Oryantalistler ısrarla bu ayetleri savaş sahnelerine indirgeyerek mananın daraltılmasına çalışırlar. Onlar, insanın gerçekliğini fark etmesine yol açacak tarzdaki yorumlardan hoşlanmazlar. Kur’an’ın savaş yanlısı olduğunu göstermek için kasıtlı olarak böyle okumayı tercih ederler. Bu tür ayetlerden hareketle, Müslümanları hep fiziki savaşa hazırlık yapmaya teşvik ederler. Oysa bu tutum, Kur’an’ın ana mesajıyla çelişir. Savaş ayetleri daha çok hak ile batıl arasındaki fikir mücadelesine katılmaya ve tevhid düşüncesini kâinattan bulunan delillerle güçlendirmeye teşvik eder. Savaş, en fazla savunma için yapılır. Yoksa, insanların mallarını ve topraklarını ele geçirmek için savaşılmaz. Bu tarz anlayışlar Kur’an’ın mesajına terstir.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Adiyaat– Part 3 –01/16/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.