Ders Notları

“Mülk-Melekût” ya da “Madde-Mânâ” veya “Cismânî-Ruhânî” Kavramları

“Mülk-Melekût” ya da “Madde-Mânâ” veya “Cismânî-Ruhânî” Kavramları | Ha-Mim

Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta sonu (14. 01. 2023) yapılan Şualar dersinde, İkinci Şua’nın son kısımları okunup müzakere edildi. Özellikle aşağıdaki paragrafla ilgili olarak kıymetli müzakereler paylaşıldı:

“Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sâni-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ve envâ-ı ihsanatıyla zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnettarlıklarını ve şükürlerini rubûbiyetine mühim bir medar yapmak için, koca kâinatı, envâıyla, erkânıyla zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların çeşit çeşit, binlerce envâlarının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki, kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından her bir yaprağı bir tabur sineklere, yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mâder, hem erzaklarının mahzeni yaptığı halde; bu ziynetli semâvâtı ve bu nurânî yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melâikesiz, ruhânîsiz bıraksın? Hâşâ, melekler ve ruhânîler adedince hâşâ ve kellâ!” (Şualar, İstanbul 2020, s. 34)

Derste gerek bu paragraf gerekse sonrası ile ilgili olarak hem moderatör hem de katılımcılar tarafından önemli ve istifadeli notlar paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayda havle edip (https://www.youtube.com/watch?v=R2D7TvGqpq8) bir kısmına değinmek istiyorum.

Yukarıdaki parça ile ilgili olarak moderatörün kısa fakat dikkate değer dokunuşlarından sonra bir müzakereci şunları söyledi: “Metinde doğrudan ve dolaylı çok önemli mesajlar veriliyor diye hissediyorum. Paragrafın ilk cümlesindeki “…Sâni-i Hakîm kendini tanıttırmak ve sevdirmek…” diye başlayan ifadeler, içinde yaşadığımız aleme Sanatkârı katından bakılarak yapılan açıklamalar niteliğinde ve art arda dört anahtar kelime kullanılıyor: a) tanıttırmak, ) sevdirmek, c) medh ü sena ettirmek, d) şükrüne medâr etmek. Onun bu gayesine bağlı olarak da bu alemi; a) canlılara musahhar bir hizmetkar, b) bir mesken, c) bir meşher yani sergi yeri, d) bir ziyafetgâh olarak yarattığı, tanzim ettiği ve ihsanâtta bulunduğu ifade olunuyor. İnsanî donanımızla bakıldığında buradaki ifadelerin son derece anlaşılır ve tasdik edilebilir olduğu görülüyor. Gerçekten başta üzerinde yaşadığımız dünya olmak üzere kainat diğer canlılara ve biz insanlara ‘itaatkar bir hizmetçi’ konumunda değil mi? Aynı şekilde başka bir açıdan baktığımızda, bu alem yaşamamıza elverişli hale getirilmiş bir ‘mesken’, -deyim yerindeyse- şu kadar yıldızlı bir otel pozisyonunda değil mi? Keza bu alem, kendisini yapan Usta’nın özelliklerini yansıtan harika bir fuar, bir teşhir yeri, bir sergi alanı değil mi? Aynı şekilde, -başka bir açıdan-, özellikle biz insanlar için bütün damak tatlarımızın gözetilerek her türlü yiyecek ve içeceğin hazırlandığı muhteşem bir ‘ziyafet yeri’ niteliğinde değil mi? O halde buları yapan yani koca kainatı bize itaatkar hizmetçi, güzel konaklama yeri, sanatkârın özelliklerini yansıtan muhteşem bir sergi mekanı, eşsiz menüye sahip olan bir ziyafetgah olarak yaratan Usta’nın bunları kendisini tanıtmak, sevdirmek, hamd ve sena ettirmek ve şükrüne vesile kılmak istediği kolayca anlaşılıyor. O halde ben de, biz de Usta’nın bu yaptıkları faaliyetler üzerinden, -metindeki sıralamaya göre- a) Onu tanıma, b) Onu sevme, c) Ona hamd ve senada bulunma, d) Ona şükretme ile karşılık vermemiz gerekiyor diye anlaşılıyor. Diğer taraftan metindeki sırlamada ‘sevme’nin ‘tanıma’dan önce gelmesi çok önemli diye düşünüyorum. Çünkü gerçek anlamda ‘sevme’ ancak doğru ‘tanıma’ya bağlıdır. Tanıma olmadan ‘sevme’ sönük, iğreti ve belki hayali kalmaya mahkumdur.”

Kainatta her şeyin ‘anlamı’ olduğunu söylerken aynı zamanda melaikenin ne demek olduğuna da işaret etmiş oluyoruz. Çünkü melaike kainatın anlamını bize taşıyan boyuta işaret ediyor. Kitabın bilgiye yani ‘anlam’a işaret etmesi gibi.

Başka bir müzakereci de -derste ilk müzakereci olarak- metnin son kısımlarında dikkat çekilen “melâike” ve “ruhânîler” konusuna değinerek, melek inancına dair önceki yaklaşımları da hatırlatan, -bazı küçük tasarruflarla ifade etmek gerekirse- şöyle faydalı bir tefekkür paylaştı: “Kainatta her şeyin ‘anlamı’ olduğunu söylerken aynı zamanda melaikenin ne demek olduğuna da işaret etmiş oluyoruz. Çünkü melaike kainatın anlamını bize taşıyan boyuta işaret ediyor. Kitabın bilgiye yani ‘anlam’a işaret etmesi gibi. Zira ‘anlam’ olmazsa kitaptan söz edemeyiz, kağıt yığınından ibaret kalır, kitap dediğimiz şey. Kitap deyince biz bilgiyi kast ediyoruz. Bilgi aktarmazsa benim için kağıt tomarları bir şey ifade etmez. Bilgiyi aktardığı sürece ben ona kitap derim. Çünkü önemli olan bilgi tarafıdır.”

“Kainatın bir ‘mânâ’, bir ‘anlam’, bir ‘mesaj’ taşıdığı gayet açık. Çünkü ben kainatla sağlıklı bir ilişki kuruyorum. Kainatta bir anlam, bir mesaj, bir anlamlılık olmasa ben onunla nasıl ilişki kurabilirim? İnsanlar onunla nasıl temas kurabilir? Hemen belirtelim ki ‘melek’ diye andığımız şey kainatın bu anlam, anlamlılık, mesaj yönüne bakıyor ve onu temsil ediyor. Dolayısıyla bu noktayı göz önünde bulundurmayıp hariçte varlık aramaya kalkınca melaikenin anlaşılması zorlaşıyor. Mesela ‘rûhânîler’i anlamak için insanın kendisine bakması lazım. Kendisinde o ‘rûhânîlik’ tarafı var, çünkü. Nedir o? Mesela, şimdi kediye, kedi olarak bak, belli özellikleriyle sana bir şeyler söylüyor; yani ‘ben kediyim’ diyor. İnsan de belli özellikleriyle ‘ben insanım’ diyor. Eğer o belli özellikleri olmazsa biz ona ne deriz? ‘Ceset’ deriz, ‘beden’ deriz, ‘insan’ demeyiz. Ama cesedin ne anlamı var dersek, ancak ceset kadar anlamı var, değeri var.”

“Problemin kaynağı bizim kültürden aldığımız melek anlayışının böyle ‘uçan’ vs. gibi bir şeyler telakki edilmesidir. Zorluk oradan geliyor. Çoğu insan bu gayba imanın bir bölümü olan meleklere imanı yalnızca ‘Kur’an var diyor’ diye inanıyor olabilir. Fakat dikkat etmemiz gerekir ki, Kur’an’a iman ayrı konudur, meleklere veya ahiretin varlığına iman ayrı konulardır. Her biri ayrı ayrı alem-i şehadette delilleriyle başlayan bir süreçten geçerek tasdik edilmesi gerekir bunların. Ancak böyle bir süreçten sonradır ki, biz Kuran’ın ‘melekler ve ahiret var’ haberini onaylayıp, Kur’an’a iman edebiliriz. Eğer böyle gözlemlediğimiz kainatın şahitliğine dayanan bir ortak tabandan kaynaklanarak gaybî konulara iman edilmiş ise o takdirde bu gaybî iman dallarının (Mutlak Varlık olan Allah, melekler, vahiy ile konuşma, peygamberler, ahirete iman) hepsinin tabanda birbirlerini zorunlu kıldığını anlayabiliriz. İçinde varlıklarından haber verilen gaybî varlıkların gerçekten var olmalarının gerekliliğini tasdik edemediğimiz bir kitabın ‘hakikat’ ifade ettiğini, ‘kainatın Yaratıcısının konuşması’ olduğunu tasdik etme iddiamız delilsiz olur, taklidi kalır. Herkes kendi kapasitesinde kainatın şahitliğinde gözlemlediği bu delillerin nelere şahitlik yaptığını anlayıp tasdik etmesi gerekir ki, ondan sonra Kur’an’ın hak söyleyen Allah’ın kelâmı olduğuna iman edebilsin. Böyle bir usul takip edilmediği takdirde, inanç konularını kavramaya çalışan insanlara ‘Kur’an melekler var, ahiret var diyor, inanmamız gerekir’ dersek onların hem Kur’an’a ve hem de meleklere imanı inkar etmelerine yardımcı olmuş oluruz. Bu önemli bir sorumluluktur! Bu usulü takip ettiğimizde, Kur’an’daki gayba dair tanımlamaları ve tasvirleri (cennet, cehennem, meleklerin tavafı, cehennemi taşıyan şu kadar melek gibi ifadelerini) literal anlamlarıyla değil, yaratık alemin şahitliği altında gayba imana davet edilen insanoğlu, kendi yaratık kapasitesinin dahilinde bu temsillerin anlam, melekutiyet yönlerine bakar, bakmalıdır. Kur’an’ın kendisinin de sıklıkla insanları kainatın yaratılışını düşünmeye davet etmesi de bunun zorunluluğunu gösterir. ‘Benim haberlerimi, ancak yarattığım kainatın şahitliği ile tasdik edebilirsin’ demek ister. Kainatın gaybî olan melekutî yönüne, yani anlamlılık taşıyan yönüne bakarak Kur’an’ın varlığından haber verdiği gaybî varlıkların gerçekten var olması gerektiğini tasdik etmek çok kolaylaşır. Böylesi bir okuma prensibi ile Kur’an’ın gaybî varlıklardan verdiği haberlerin gerçekten var olmaları gerektiğine inanılabilir.”

“Kainatın şahitliğine dayanmayan bir imandan bahsetmek zordur. İman, gayba olur ve gayb ‘kainatta müşahede edilemez’ demektir. Fakat kainat gaybın şahitliğini yapar. Demek ki kainat dediğimizde, ‘kitap’ der gibi oluyoruz, hiç farkı yok. Kitap deyince içindeki bilgiyi kast ederiz biz. ‘Şu kitapta şöyle bir şey okudum’ dediğimizde, kastettiğimiz şey bilgidir. Bilgi nedir? Bilgi, bilinçli birisinin kelimeler, cümleler, paragraflar aracılığıyla bize ulaştırdığı açıklamalardır. Kitap karşımızda bulunmayan ve hatta olmuş da olsa bir insan olan yazarının bizim için gayb olan bilgisinin varlığına şahitlik yapar. Biz de o gaybî bilginin varlığını ancak kitabı okuyup yaptığı şahitliğe dikkat ettiğimiz takdirde tasdikte bulunabilir ve inanırız. Kim bir kitabı okuduktan sonra o tanımadığı yazarının bilgisini inkar edebilir ki?”

Mesela ‘rûhânîler’i anlamak için insanın kendisine bakması lazım. Kendisinde o ‘rûhânîlik’ tarafı var, çünkü. Nedir o? Mesela, şimdi kediye, kedi olarak bak, belli özellikleriyle sana bir şeyler söylüyor; yani ‘ben kediyim’ diyor. İnsan de belli özellikleriyle ‘ben insanım’ diyor. Eğer o belli özellikleri olmazsa biz ona ne deriz? ‘Ceset’ deriz, ‘beden’ deriz, ‘insan’ demeyiz.

“İnsanın ruhu, insanın Yaratıcısının insana nakşettiği, onu insan yapan özelliklere sahip olarak yarattığı yönüdür. Ayrı bir şey değil. Meleksiz yaratılış olmaz. Yaratılışsız da meleklerden bahsedemeyiz. Eğer bilgi yoksa kağıt yığınlarına kitap mı diyeceğiz? Hayır! Bilgiyi alacağız oradan. Zira soyut olarak ilişki kurulamaz. Şu kainatın varlığında da, eşyanın varlığında da, onların içine yerleştirilmiş, varlıklarına dokunmuş, işlenmiş, onları ‘şunu sevdim, şunu sevmedim’ diye anlamlı ilişki kuracağımız şekilde yaratılmış haline biz ‘kainatın melek yönü’ deriz; ‘kitabın bilgi yönü’ der gibi. Bir de kitabın cildi var, kağıtları var. İnsanı insan yapan özellikler var. İnsanı insan yapan özellikleri cesedi değil. Eğer ben bir kişi ile ilişkiye geçebiliyorsam, anlamlı bir ilişki kurabiliyorsam, o kişinin bedeninin ötesinde bir şey taşıdığını bilmem lazım. Yaratılış da böyle. Kendisi bir şeyler naklediyor bana. Bunu Kur’an’da zikrolunan ‘halk’ yani yaratma ile ‘emir’ fiili arasındaki farklılıktan anlayabiliriz. Mesela ruh ‘emir’dendir. Kainat yaratılır, kainatın ‘melek’i de ‘emir’ cinsindendir. Yani kainatın taşıdığı mânâ. Eğer bunu kitap örneğinde anlayacak olursak, kitabın kağıtları ‘halk’ yani yaratmadır, kitabın taşıdığı, bana aktardığı bilgi ‘emir’dir. Onun için bu konuyla ilgilenen alimler Allah’ın ‘halk’ yani yaratması ile ‘emr’ini birbirinden ayırır.”

“Demek ki varlığın bir ‘yaratılış’ yönü var, bir de -yaratılmamış anlamında değil-,emir cinsinden olanı yani madde cinsine bürünmemiş, soyut olan yönü var. Kur’an buna ‘sünnetullah’ der, yani kainatın yaratılırken tabi kılındığı yaratma prensipleri; ki yanlış olarak ‘tabiat kanunları’ diye isimlendirilir. Oysa ‘tabiat’ dedikleri Kur’an’ın ifadesiyle yaratma emirleridir. Kainata ilk baktığımızda biz onun somut yönünü görürüz. Ama bu somut olan yönünün bir de bana aktardığı mesaj yönü var. Bu da onun soyut yönüdür. Yaratıcı kendisi bir şey yaratmak istediği zaman onu irade eder ve ona ‘emir’ verir. Yani onun bir ‘emrî’ yönü vardır, bir de onun yaratılmış yönü vardır. Onun yaratılmış yönüne, bizim gözümüzde madde ilişkisine, yani benim cesedim cinsinden olan madde ilişkisine geçmesine ‘mülk’ deriz.”

Bir ‘emir’ olan insan ruhu, beden olmadan ne varlığına iman edilebilir ve ne de ruh kainat şartlarında faaliyet gösterebilir. Cesedin bir parçası niteliğindeki göz olmadan ruhun görme özelliği faaliyet göremez. Bu nedenledir ki biz, Kur’an’ın verdiği bir haberi alan insan ruhunun, ölümden sonra (cesedin hayat özelliğini kaybetmesinden sonra) tekrar yeni tür yaratılışın gereklerine göre bir cesede bürüneceği haberini rahatlıkla tasdik edebiliriz.

“Bir ‘emir’ olan insan ruhu, beden olmadan ne varlığına iman edilebilir ve ne de ruh kainat şartlarında faaliyet gösterebilir. Cesedin bir parçası niteliğindeki göz olmadan ruhun görme özelliği faaliyet göremez. Bu nedenledir ki biz, Kur’an’ın verdiği bir haberi alan insan ruhunun, ölümden sonra (cesedin hayat özelliğini kaybetmesinden sonra) tekrar yeni tür yaratılışın gereklerine göre bir cesede bürüneceği haberini rahatlıkla tasdik edebiliriz. Hatta bunu zorunlu görürüz. Yaratılışın özündeki o ‘mesaj taşıma yönü’ onların ‘melekût’ yönüdür diye anlıyorum ben. Ruhaniler de kainatın, yaratılanların bilinçli olan kısımlarının -mesela insan ruhu gibi- yönünü temsil eder. Dolayısıyla birbiriyle paralel gider melaike ile ruhaniler, diye anlıyorum.”

Bu müzakereden sonra dersin devam eden bölümlerinde meleklere dair ayet ve hadislerde geçen bazı örneklere değinilerek “melek” (çoğulu melâike) ve “ruhanî” (çoğulu ruhâniyât) üzerinde daha detaylı ve daha derinlikli noktalara ilişkin tefekkürler paylaşıldı. Meleklere iman diğer iman konuları gibi “gaybî” olduğu için mahiyetlerine dair izah ve yorumlarda farklı anlayışlar devreye girebiliyor diye düşündüm. Ama meleklerin ve ruhânîlerin varlığı alemin varlığı kadar kesin görünüyor. Derste ifade olunduğu üzere “melekler”, varlığın mânâ boyutunu, “ruhanîlik” -insan örneğinde- insanın insanî özelliklerini ifade ediyorsa meleklerin varlığı kainatın varlığı kadar, ruhun ya da ruhânînin varlığı da insanın varlığı kadar şeksiz ve şüphesizdir diye bir sonuç ortaya çıkıyor.

Bu dersle birlikte, -kayıtlara konulara tarih ve sayılardan anlaşıldığı kadarıyla- aralıksız 43 hafta devam eden İkinci Şua’nın okunması ve müzakeresi tamamlandı. Benim katılmam zorunlu olan başka programlarla çakışması dolayısıyla bazen canlı olarak katılamadığım, katılamadığımda en azından kayıtlardan kısmen dinlemeye çalıştığım bu dersler, ifade etmek gerekir ki, hem “ehadiyet”e dair olan bu Şua’nın anlaşılmasına hem Risaleler’le ilgili usulî prensiplere yöenlik çok faydalı tefekkürler, bakışlar, anekdotlar içeriyor. Ben bu vesile ile hem merhum müellife ebedi rahmet ve mağfiret diliyor hem bu dersleri tanzim edenlere, dersi kolaylaştıran moderatöre, derslere aktif veya pasif katılım sağlayan herkese teşekkür ve dua ediyorum.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın