Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta yapılan (05. 04. 2025) Sünuhat dersinde, eserin sonunda yer alan vecizelerden son ikisi okunup müzakere edildi. Bu vecizelerden birisi “Müsavatsız adalet, adalet değildir”, ikincisi ise “Gayr-ı meşru muhabbetin akıbeti, mükafatı, mahbubun gaddârane adavetidir” şekilde düzenlenmiş. Derste bu her iki vecize ile ilgili olarak verimli tefekkürler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayda havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=uDPxMIEs_Xo&t=2835s) bunlardan bir kısmına değinmek istiyorum.
Moderatör önceki hafta okunan vecizelerle ilgili olarak yapılan açıklamaları özetledikten sonra müellifin bu vecizede “Müsavatsız yani eşitliğin söz konusu olmadığı adaletin adalet olmadığını” belirttiğini, bunun ilk bakışta hukuka ait bir gönderme gibi olduğunu ifade ettikten sonra -özetle- şunu söyledi: “Ben hakim değilim, yargıç değilim; eğer bu sözü sadece hukuk alanıyla sınırlarsam bu söz bana hitap etmemiş olur. Oysa her zaman yaptığımız gibi ‘Bu metin bana ne diyor, bize hangi dersi veriyor’ deyince önümüze geniş bir istifade alanı açılıyor. Bunlar sanıyorum konuşulacak, ama ben mesela ilk çağrışım olarak şunu anlıyorum: Bir mesele söz konusu olduğunda ben sadece kendi yönümden bakmayacağım, ‘müsavat’ eşitlik prensibi çerçevesinde karşı tarafın penceresinden de bakmayı deneyeceğim. Yani tarafgirlik gözlüğü kullanıp da kendimi haklı görmek yerine, eşit ve hakkaniyetli bir şekilde değerlendirmede bulunacağım. Başka bir ifadeyle ben bir şeyi yapınca doğru, başkası yapınca soru işareti diye bir tutum içinde olmayacağım, diye anlıyorum buradaki müsavatı.”
Ardından bir müzakereci söz alarak -sonradan bazı tasarruflarla- şunları söyledi: “Adaletin ne kadar önemli, ne kadar merkezi bir kavram olduğu herkesin malumudur, adalet ihlal edildiğinde ne gibi sonuçlar ortaya çıktığı veya çıkacağı da. İslam’ın ilk dönemlerinde yaşanan ve sonunda Sünnilik-Şiilik ihtilafı gibi sonuçlara yol açan olayların tabanında da adalet konusu vardır. Hatta ayni kanaati paylaşmayan ulema tarafından bid’at fırkası diye anılan Mu’tezile’nin beş ana esasından birisi ‘adalet’ prensibidir. Şia da bu fırka ile etkileşime bağlı olarak adalet anlayışını imanın temel prensiplerinden biri olarak telakki etmiştir. Bediüzzaman ise konuya mezhepler ve ihtilaflar üzerinden yaklaşmaksızın “adalet”i Kur’an’ın dört ana maksadından birisi olarak zikretmiştir. Dolayısıyla adalet konusunu iyi tahlil etmek gerekiyor. Yine Bediüzzaman’ın Otuzuncu Lem’a’da ele aldığı üzere yaratılışta çok aşikar biçimde görülen bir adalet hakikati vardır. Yani her şey dengeli, düzenli ve ölçülü olarak var edilmektedir. En küçük varlıktan söz gelimi, sineğin kanadından gezegenlerin ve galaksilerin hareketine kadar her şeyin dengeli, ölçülü bir biçimde yaratılışı, yaratılmakta oluşu Yaratıcının adaletli olduğunu göstermektedir.”
“Adalet, bilindiği gibi ‘bir şeyin hakkını vermek’ olarak tanımlanır. Bu, matematiksel bir eşitliği ifade etmemekle beraber bir ayağı da müsavata yani eşitliğe uzanır. Yaratılışta, yaratılmış olmak bakımından, yaratılmaya muhtaç olmak bakımından yaratıklar arasında farklılık yoktur. Diğer bir ifadeyle ‘mahluk olmak’ bakımından bütün varlıklar müsavidir, eşittir. Kainatta en küçük bir varlığın bile yaratmada payı olması söz konusu değildir. İnsan da dahil olmak üzere hiçbir varlık ‘yaratılmışlık’tan çıkamaz. İslam da gerek Kur’an gerekse Peygamber (asm) nakilleri bakımından bu bağlamda bir eşitliğe, bir müsavata dikkat çeker. Mesela bir ayette, ‘İnsanların bir erkekle bir dişiden yaratıldığı, kimsenin kimseden üstün olmadığı, üstünlüğün ancak takvada olduğu’ (Hucurat 49/13) belirtiliyor. Resulullah (asm) da, ‘Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411) dile getiriyor. İnsanlar yaratılmışlıkları açısından eşit olduğu gibi -bu bağlamda- insanlarla hayvanlar, hayvanlarla bitkiler de eşittir. Dolayısıyla insanlara, insanların hukukuna riayet edilecek de mesela, atların hukukuna riayet edilmeyecek mi? Kuşların hukukuna riayet edilmeyecek mi? Yahut balıkların hukukuna riayet edilmeyecek mi?”
“Şu halde, Yaratıcının otoritesinden başka otorite yoktur. Kendisine itaat edilecek Allah’tan başka merci yoktur! Kur’an, ‘Peygamber’e tabi olun’ (4: 59) der. Niçin? O da Allah’a tabi olduğu için. Yine Kur’an mesela, ‘sizden olan ulü’l-emre itaat edin’ (4: 59) der. Niçin. Böyle bir ulü’l-emir Allah’a itaat ettiği için. Peki Allah’a itaat etmiyorsa ne yapacağız? Peygamber (asm)’ın Mekke’de yaptığını yapacağız. Ne yaptı? İsyan mı etti? Hayır! Ne yaptı ya? Tebliğ vazifesine devam etti. Tekrar metne dönersek, müellif kendi döneminin şartlarında bu mesajları veriyor, ‘müsavatsız adaletin adalet olmayacağını’ söylüyor. Biz de metni kendi şartlarımızla irtibatlandırarak okumaya ve anlamaya çalışacağız.”
Bundan sonra moderatör ikinci vecizeyi okuyup, “Gayrı meşru muhabbetin akıbeti, mükafatı, mahbubun gaddârane adavetidir” şu notu düştü: “Müellif ‘gayr-ı meşru muhabbetin akıbeti’ demekle yetinmeyip ‘mükafatı’ tabirini de kullanması ilginç görünüyor. Niye mükafatı? Eğer ben gayr-ı meşru muhabbet duyar da uyarı almazsam yanlışıma devam ederim. Bu noktada ‘gaddarane adavet’ ile mukabele görmem, yanlışımın farkına varmam ve yanlışımdan dönmem için gerçekten bir mükafattır, diye anlıyorum.” Diğer müzakereci de -yine bazı tasarruflarla- şunları söyledi: “Vecizedeki ‘mükafat’ tabiri bana Kur’an’da inanmayanlar için ‘onlara azabı müjdele’ şeklindeki ayetler ile müşriklerin yaptıkları yanlışlarını şirk koştukları şeylere atfettiklerinde, onların da bunu reddedeceklerine dair tasvirleri hatırlattı: ‘Allah’a ortak koşanlar ortaklarını gördüklerinde diyecekler ki: ‘Rabbimiz! Bunlar, seni bırakıp kendilerine tapmış olduğumuz ortaklarımızdır.’ Koştukları ortaklar da onlara: ‘Siz elbette yalancılarsınız’, diye laf atacaklar. Onlar o gün Allah’a teslim olurlar ve uydurdukları şeyler de onları yüzüstü bırakıp kaybolur’ (16: 86-87). Basitçe ifade etmek gerekirse, inanmayan ya da şirke düşenler şeytanı suçladıklarında o, ‘Ben görevimi yaptım, ben sizi mecbur tutmadım’ mealinde sözler söyleyecektir. Orada insanlar kurtulmak istediklerinde, onlara ‘dünyada iken taptıklarınızdan isteyin’ denilecek. Eğer dünyada, ‘Doğa yaptı, doğa veriyor’ dersen, ondan iste, o sana versin’ denilecek. Eğer her şeyi Allah’ın verdiğini, Ondan geldiğini inanmışsan, Ona tapmışsan Ondan isteyeceksin, O da verecek. İşte adalet! Adil olan bu değil mi?”
“Sen dünyada iken topraktan oluyor, bitkiyi çevre yetiştiriyor, meyveyi ağaçtan alıyorum, dersen, diyorsan öbür bedenin ölümünden sonraki yeni yaratılışında ‘onlardan iste, onlar sana versin’ denir, denilecek. Bu neye benziyor? Bir resim tablosu var. Sen diyorsun ki, ‘bu resmi, bu şekli boya yaptı’. Boya diyor ki, ‘Hayır, ben böyle bir şey demedim. Böyle bir iddiam da yoktu.’ Yahut ‘yumurtayı tavuk verdi’ diyen bir kimseye tavuğun hücreleri diyecek ki, ‘hayır, bizim bir iddiamız yoktu, aslında böyle bir görünümümüz de yoktu. Bu adam kendisi böyle iddia etti.”
“Ben, şu tür cümleleri yadırgıyorum: ‘Allah azap verecek’. Kur’an’ı taklitten kaynaklanan bir cümle bu. Hayır, Allah azap vermez. Ne yapıyoruz ya? Biz kendi azabımızı kendimiz hazırlarız. Allah zulmetmez. ‘Git, taptığın şeyler sana versin’ der. Niye? Sen öyle dedin. Kur’an ‘Allah azap verdi’ der ama bu Allah yaratma işleminin faili olmasından dolayı ifade edilen bir cümledir. Şöyle bir yaratma var mı dünyada? Söz gelimi, kayısı ekiyorsun ama topraktan şeftali çıktı. Hayır! Eğer sen kayısıyı toprak verdi, dersen, o da diyecek ki, ‘Hayır, bu senin uydurman’. Kayısı ekersen kayısı alıyorsun. Allah kayısı veriyor. İster inanan olsun ister inanmayan O, yaratılış düzeni içinde hiçbir ayırım yapmadan kayısı ekene kayısı veriyor. Zulmetmiyor, yanıltmıyor yani daima adalet tecellisi içeren bir yaratılış var. Adalet de her yaratılışta, herkese eşit bir şekilde tecelli ediyor hem bu dünyada ve hem de ahirette. Ayrıca kendisini karanlığa mahkum etmeyi tercih eden karanlıkta yaşadığı gibi kendisinin anlamsız bir varlığa sahip olduğunu düşünen de anlamsızlığın verdiği acıyı kendi duygu dünyasında yaşar. Bu da adalettir! Varlığının kainatı var edene ait olduğunun anlayan bir kişi de kainatın Yaratıcısının, yaratılışında kendisine verdiği sonsuz mutluluk ihtiyacın karşılayabileceğini bilerek ümit dolu bir hayat yaşar. Bu dünyadan ayrılacağını haber veren bedeninin ölümlü oluşunu ve fakat duygularının eskimediğini anlayınca, ölümün yalnızca bir beden değiştirmeden ibaret olduğunu anlar. Böyle birisinin bu anlayışına göre muamele görmesi de bir adalettir. Sonsuz özelliklere sahip olan Yaratıcısına itimat edip ihtiyaçlarının Onun karşılayacağını tasdik ettiği için de Yaratıcısının ona sonsuz mükafat vermesi de adalettir.”
Bunun üzerine bir katılımcı şunu söyledi: “Kayısı ekene şeftali değil kayısı veriliyor dendi, doğru ama bazen de kayısı ekildiği halde kayısı çıkmıyor, burada bir haksızlık yok mu, denirse nasıl cevap vermek gerekiyor?” Ardından aynı müzakereci şöyle devam etti: “Kayısı ekene bazen kayısı verilmemesi asla adaletsiz bir azap değildir. Hatta bu bir tür mükafattır. Kime? Herkese ama özellikle ‘toprak veriyor’ diyene. Kayısının toprağın işi olmadığı gösteriliyor bu suretle. İnsanların bunu anlaması için bazen kayısı ektiğin halde kayısı çıkmaması rahmettir. Yani sen, ‘kayısı çekirdeği kendi kendine çıkıyor’ ihtimaliyle düşünürsen, -ki insanin aklına gelmiyor değil-, bazen çıkmayarak sana ders veriyor, senin böyle bir yanılgıya düşmene engel oluyor. Rahmetin ta kendisi değil mi bu?”
“Biz bir türlü musibetin rahmet olduğunu öğrenemedik. Musibet rahmettir. İnsanın eğitiminde kendi gerçeğini görmesi, eksikliklerini fark etmesi açısından en büyük vesiledir. Allah Fatiha suresinde kendisini “rahman ve rahim” olarak tanıtır. Nerden biliyorsun denirse, kainata bakmıyor musun? Kainata bakarsan Yaratıcının rahmet sahibi olduğunu anlarsın. Hayat rahmet olduğu gibi ölüm de rahmettir. Ama ölmek istememe duygusu var bende, o da rahmettir. Ölmek istememe duygusu aracılığı ile insan bu duyguyu maddenin üretemeyeceği anlar ve Yaratıcısını bulur. Bu duyguyu yaratanın hem böyle bir duygu verdiğini ve hem de ölüm ile sonuçlanan bir beden verdiğini görünce, Yaratıcısının kendisine ebedi hayat vereceği vaadini bu duygu ile anlar ve bu duygusunu Ona yöneltir, ‘O verebilir ve verecek ki bu duyguyu vermiş’, der. Böylece hem bu hayatta ümit ile yaşar ve hem de Yaratıcısının kendisine verdiği vaadi inkar etmediği için, Onun Rahmetiyle ebedi mutluluk duygusunu tatmin edeceği bir beden ile ruhu giydirerek tekrar yaratmasına liyakat kazanır. Devam edelim, Müslümanlar doğru yolda gitmedikleri için bellerini doğrultamıyorlarsa bu da rahmettir. Azap değildir! ‘Yanlış yolda gidiyorsunuz’ denmiş oluyor. Bundan daha büyük rahmet olur mu? Öğretmen boş kağıt veren bir öğrenciye sıfır vermekle gerçekte rahmet etmiş olmuyor mu? Öğrencinin öğrenmediğini anlaması ancak bu yolla mümkün olur. İnsanda başarısız olmayı sevmeme duygusu var, bu duygunun çalışmasına ve gereğini yapmasına vesile olur. Yani öğrencinin mutlu bir hayat yaşamasına bir çağrıdır öğretmenin sıfır vermesi. Bilmeyen, öğrenmesi gerekeni öğrenmeyen öğrenciye yüz verilirse büyük bir azap, büyük bir haksızlık olmaz mı? Boş kağıt verdiği için zayıf alan kimdir? Öğrencidir. Ama öğrenci çoğu defa ‘Öğretmen zayıf not verdi’ der. Oysa zayıf notu alan kendisidir. Ama öğretmen, ‘Çalışmazsanız zayıf not veririm’ der, bu öğretmenin konuşmasıdır. Gerçekte zayıf alan öğrencinin kendisidir.”
Ardından bir müzakereci şunu sordu: “Musibetler bizim için rahmettir dendi, tamam. Bizim eğitimimize katkı yapıyor. Peki çocuk yaşta musibete uğrayanlar var, henüz mükellef olmamış, eğitim sürecinde değil. Musibetler bunlar için nasıl rahmet ve eğitim vesilesi olabilir?” Musibetlerin rahmet olduğunu söyleyen müzakereci şöyle cevap verdi: “Çocuğun musibete uğraması çocuk için değil, onu gören, gözlemleyen kimseler için rahmettir, ibret vesilesidir. Eğer çocuk imtihan sürecine girmeden vefat ettiyse, o çocuk imtihanda başarılı olmuş gibi muamele görecek. Önemli olan onun değil bizim olaya bakışımız ve değerlendirmemizdir. Biz kendimize bakacağız. Zaten kader konusu, denklemin içine ahirete iman hakikati dahil edilmezse çözülemez. Mesela depremde birçok insan öldü. Biz Peygamber’in (asm) özel açıklamalarından biliyoruz ki, onlar kurtuluşa ulaşmışlardır. Mesele geride kalan bizlerin durumudur. Biz olayı nasıl değerlendirdik? Bu musibeti nasıl okuduk, bizim için önemli olan budur.”
Dersin devam eden bölümlerinde birinci vecize ile ilgili olarak adalet eşitlik ilişkisi, ikinci vecize ile ilgili olarak bunun günümüze ve bize bakan mesajları konusunda önemli tefekkürler paylaşıldı. Allah razı olsun.