Kainat ve İnsan Müzakereler Usûle Dair

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Melekler, Yaratıcıdan gelen “kün” emrinin muhataplarıdır; bizim müşahede ettiğimiz varlığın arka yüzü yani. O yüzden, bir madde var bir de onlardan ayrı melek var diyemiyoruz.

Melek konusu ile birlikte “sürekli yaratılış” prensibini de unutmamak gerekiyor; çünkü ikisi birbirini gerektiriyor. Değilse, “Allah eşyayı bir kez yarattı; şimdi onlar kendi kendilerine şekilden şekle girerek, bizim devamlı değişiyor diye gördüğümüz kâinatı oluşturuyorlar” dersek ve bir de buna melekleri eklersek eğer, eşyaya, maddeye bir etki vermiş oluruz. O zaman melekler, devamlı “emir” alan ve de akabinde onu yansıtan mesela bilgisayar ekranı pikselleri gibi değil de kendi kendilerine iş yapan özne durumuna dönerler ki bunun varlık bazında ispatı mümkün değildir. Bu şekilde anlaşılacak melek kavramı tevhid fikrine de zıt bir duruş olurdu.

Madde ile melek birbirinden bağımsız olarak düşünülemezler o yüzden. Dini literatürde duyduğumuz Kayyumiyet meselesi de bunu söylüyor aslında bize. Bilgisayardan gelen emirler bir saniyeliğine bile kesilse, bizim ekranda müşahede ettiğimiz tüm varlık çeşitleri tamamıyla yok olur, kendi kendilerine var olamazlar.

Bazen şöyle bir soru gelebiliyor insanın aklına: varlık sadece bu haliyle var edilseydi; neden meleklere gerek var?

Aslında, bu yukarıdaki bilgisayar ekranındaki pikseller örneğini bu soruya engel olabilecek potansiyelde gördüğüm için, buna değinmeyecektim; ancak yine de bu tür soru olursa diye açıkça ifade etmek istedim.

Ekran örneğinden anlaşılabileceği gibi melekler aracılığı ile varlık var ediliyor değil; ki aracıya neden gerek olsun diye sorabilelim. Bizim varlık dediğimiz şey, Allah’a iman hakikatinin bize söylediği gibi, Mutlak’tan gelen emirlerin bir yansıması ise, bizim açımızdan müşahede edilen varlığın, üzerinde yansıdığı ekran veya piksellere melek diyoruz. Hal böyle ise eğer, “Ben neden bir ekrana ihtiyaç duyayım yansıma için?” diye bir soru mantıksız oluyor; çünkü ben ancak bu şekilde varlığı görüp anlayabiliyorum. Ekran, benim açımdan gerekli. Ekran olmasa, bilgisayarın içinden gelen emirleri o halleri ile müşahede ve tecrübe edebilecek bir kabiliyetim yok benim.

Televizyon veya radyo dalgaları üzerinden örneklendirecek olursak eğer, etrafımda şu anda bu çeşit milyonlarca sinyal olmasına rağmen benim elimde o dalgaları benim görebileceğim hale getirecek bir televizyon veya radyo olmaz ise o dalgalara ben kendim muhatap olamıyorum, onlara ulaşamıyorum.

Aynı şekilde, resim ve ressam örneği üzerinden de buna örnek verilir genelde. Ressam, resim yapma yeteneğini kullanıp benim müşahede edeceğim türden o yeteneği sergilemek istediğinde, muhakkak bir tuval ve de fırça kullanması lazım. Aksi taktirde ben onu göremem, bilemem, tecrübe edemem. Tuval ve fırça benim dünyamdaki tecrübe için gerekli. “Hadi şöyle bir resim yapayım” diye fırçayı tuvale vurduğunda ancak benim algılayabileceğim cinsden bir resim ortaya çıkıyor. Dolayısı ile, resim ile tuvali ve fırçayı ayırmak mümkün değil. “Melekler olmasa olmaz mı” demek, “Tuvalsiz resim olsa olmaz mı?” demek gibi birşey.

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Yukarıdaki paragraflarda verilen temsil ve örnekler hep bu dünyadan verildiği için, örneklerin hepsinde eksik ve yanlış bir yön olur. Bunun bilincinde olarak düşünmek gerekiyor. Mesela, tuval ve resim örneğinde, normalde biz biliyoruz ki, üzerinde resim olmayan boş bir tuval olması mümkün. Böyle bakınca, resmi ve tuvali ayrı ayrı düşünebiliyoruz; çünkü ikisi farklı varlık çeşitleri bizim dünyamızda.

Dolayısı ile, misalin bu yönünü melek konusuna tatbik ederek, varlıktan, yani yaratılıştan ayrı olarak melek diye bir varlık çeşidi var, bir de onların üzerinde yansıyan yaratık alemi var diyemeyiz. İkisi aynı anda varlar; çünkü ikisi aynı şey. Yazı ve tura diye iki yüzü olan paranın bir yüzünün diğer yüzü olmaksızın var olamaması gibi.

Veya şöyle diyelim, bizim şahit olduğumuz alemde hem tuvali hem de resmi aynı anda çizen bir ressam olmadığı için, bu şekilde örnek veremiyoruz. Ama içinde bulunduğumuz varlık alemine bakınca bu şekilde bir dualizm görünmüyor. Yani ilk önce boş bir tuval var da ondan sonra onun üzerinde bazı şeyler var ediliyor diye örneklendirilebilecek bir tecrübemiz yok. Bizim vücudumuz da dahil, herşey aynı anda varlık alemine getiriliyor.

Her zaman olduğu gibi, burada da usûl önemli. Onu sağlam bir temele oturtabilirsek eğer, üzerine birşeyler bina etmek mümkün olabilir. Bu anlamda, söylediklerimde usûl hatası olarak görülebilecek noktaların tartışılmasını yani gündeme getirilmesini gerekli görüyorum — imanın “hal”e dönüşmesi gerektiğini de unutmadan tabii ki. Çünkü bu tanım ve tarifler sonuçta bizim bu dünyada yaşadığımız tecrübeler üzerinde bir anlam ifade etsin diye yapılıyor. Yapılan tariflerin bir noktadan sonra tecrübe cinsinden bir uzantısı yoksa eğer, yemek kitabında basılı olarak kalıp da hakikatte pişirilmeyen ve de dolayısı ile yenilmeyen tariften kimseye hayır gelmez. Yemek kitabı ile övünmek marifet değil; marifet yemek yapabilmekte.

Üzerine basa basa, “içinde bulunduğumuz varlığın” hakikatini araştırıyoruz şeklinde bir iddia ile geldiğimiz için, bunların her birisinin herkes açısından tecrübe edilen bir yönü olmalı. Tecrübe edil(e)miyorsa, tarifi tekrar ele almak ve üzerinde tekrar düşünmek gerek.Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Soru: Melekler olmadan bu mânâlar yani “esma” zaten var değil mi? Melekler “esma”nın tecellilerinin “aynı”sı mı, aynısı ise esmânin ete kemiğe bürünmüş hali demek olan varlıklar somut “melekler” olmuyor mu? Aynısı değilse “varlıklar” nedir? “Melekler” nedir?

Varlıklarla melekler arasındaki fark ya da farklılıklar nedir? Melekler varlıklardaki “esma” tecellilerini taşıyan vasıta/hamele ise, esma tecellisi “hamele” söz konusu olmadan gerçekleşemez mi? Zaten tecelliye melek diyorsak tecelli ile melek arasındaki ilişki-farklılık nedir? Mânâ/esma illâ “hamele” ile gerçekleşiyorsa, bu da “melek” ise, onlar da mahluk ise, onlardaki mânâyi/esmayı taşıyacak başka “hameleler” olması gerekmez mi, böyleyse buradan teselsüle gidilmez mi?

Cevap: Buna benzer bir soru aşağıdaki şekilde sorulmuştu.

Melek ile eşyaya manayı harfiyle bakma arasında bir fark var mı? Eşyada o eşyayı yapanın özeliklerini okumak ile meleklerin o eşyanın sanatkarına dair manalar getirmesi aynı şey değil mi? Eğer bu ikisi aynı şey ise meleklere ne gerek var?

Çok yerinde bir soru. Benim melek bahsinden anladığıma göre bu ikisinin aynı şey olmaması lazım. Yani sadece “bakış açısı”nı temsil eden bir metafor değil melek. Temeline inip ayrıntıları ile çalışmak lazım melek bahsinin geçtiği yerleri; ancak kısaca şunları söylemek mümkün.

Üstad, “vücud-u haricisi” olan bir varlığı “vehmi düsturlara, yani namuslara, yani kanunlara” yükleyemeyiz diyor. Burada “vehmi düstur” dediği, kainatın içinde cari olan varlık ile ilgili tüm kanunlar. Örneğin, su iki atom birleşince “su” olur; sıcaklık şu dereceye ulaşınca su “buz” olur, atomlar şöyle döner, hücreler şöyle işler vesaire.

Biz buradan yani kendi açımızdan eşyaya/maddeye bakınca bu anlamda bir düzen görüyoruz ve onların her birisine bir isim takıyoruz. Yer çekimi kanunu, bitkilerin oksijeni ve güneş ışığını alıp kendilerine yiyecek temin etme kanunu gibi. Aslına bu bizim kanun dediğimiz şeyin bir vücudu yok; vehmi bir şey. Ekvator çizgisi gibi. Ancak bu vehmi kanunun sonucunda ortaya çıkan bir varlık çeşidi var. “Varı yoka yükleyemezsiniz; onu ona taşıtamazsınız” şeklinde açıklıyor Üstad melekleri ve diyor ki,

“Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.” 29. Söz

Dolayısı ile “var”ı taşıyan herşeyin “kün” emrini alan hayattar ve zişuur bir yönü olmalı. Buna da melek deniyor. Bilgisayar örneği üzerinden buna bir temsil getirmek mümkün görünüyor. Biz ekrana baktığımızda bize göre renkler, şekiller, harfler falan görüyoruz. Ancak ekranın her bir “pixel”inin arka tarafında, bilgisayardan gelen komutları alan ve bu tarafa bizim anlayacağımız şekilde görüntüleyen bir özellik var.

Örneğin, ekranın “refresh rate” yani yenilenme hızı var frekans olarak tabir edilen. Buna göre, kalitesine bağlı olarak saniyede 60 ila 240 kez ekranın üzerindeki her bir piksel yenileniyor; biz ise bu taraftan o yenilenmeyi hiç görmüyoruz; sabit bir şey var ekranın üzerinde zannediyoruz. Halbuki o sabit şey, bir sürü piksellerden oluşan ve her saniye kendilerine gelen emri yansıtan parçacıklardan oluşuyor.

Melekler de onun gibi. Yaratıcıdan gelen “kün” emrinin muhatabı kendileri; eşyanın arka yüzü yani. O yüzden, bir eşya var bir de onlardan ayrı melek var değil. Üstad, meleklerin kanatlı olmasını bir ağaç ve dalları üzerinden anlatırken ağacı sadece bir metafor olarak kullanmıyor. Aslında ağaç, bir varlık çeşidi olarak, yüzlerce ve binlerce “meleği” barındıran bir harici vücudu olan hakikat. Yaprak bir melek; dal bir melek; kök bir melek; hücre bir melek gibi. Bir de, bunların tümünü ihtiva eden ve ağaç denilen “küllü” temsil eden melek.

Ağacın üzerinde binlerce vehmi “kanun” var; ama bunların sonucunda ortaya çıkan ağaç diye de bir mahluk var. İşte onların herbirisi aslında “melek”. Kendilerine gelen her emre itaat ediyorlar; yani ağaç hep ağaç olarak var. Hiç bir ağacın isyan ederek ben bugün ağaç olmayacağım, balık olacağım dediği vaki değil.

Hz Cebrail, en büyük melek çünkü tüm varlık aleminin “yularını elinde” tutuyor. Ne ki var edilmiş, hepsinin Cebrail’in hakikati içersinde bir yeri var. Ağaç örneğinde, yaprak ve dalın meleklerinin dışında bunlardan oluşan ağacın da ayrı bir meleği olduğu gibi, kainatın içersindeki tüm melekleri içine alan ve onların da üstünde varlığın tümüne bakan melek yani kainatın ruhu yani Cebrail aleyhisselam. O yüzden, Hz Peygamber asm nereye baksam Cebrail’i görüyordum diyor.

Hz Cebrail, tüm varlık aleminin melekutiyyetinin temsilcisi ise, Peygamberlere vahyi neden O’nun getirdiği de anlaşılabilir. Çünkü vahiyden kasıt, eşyanın hakikatidir.

Diğer yönler de bunlara kıyas edilebilir.

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Soru: Bu yaklaşımlar ayet ve hadislerde zikredilen meleklere ilişkin anlatımlarla sizce örtüşüyor mu, mesela meleklerin Peygamber’e salât ettiği (Ahzab 33/56) ifadesiyle?

Cevap: Her zaman dediğim gibi, kısa olarak konuşmak konuya haksızlık yapmaktır; konuyu ilgili eserlere havale edip herkesin bunları uzun uzun mütalaa etmesini istemek lazım. Gelin bu ikisinin ortasını bulalım: burada konuşalım ve fikir teatisinde bulunalım ancak kaynaklara gidip bunları kendimiz uzun uzun çalışalım.

Demek istediğim şu: Sadece burada söylenilenler ile bu konuyu burada bırakmayalım. Wikipedia’dan uzmanlık öğrenilemeyeceği gibi, bu hakikatler de bu kısa yazıda ancak bu kadar aktarılabiliyor. Buna dayanarak bir kez daha kısalığından dolayı konunun kendisinden ve hakikatten özür dileyerek şunları söyleyeyim — sadece usûl vurgusu yapmak adına.

Ahzap 56 ne diyor?

اِنَّ اللّٰهَ وَمَلٰٓئِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّۜ

Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar.

O zaman şöyle sorayım müsadenizle, Allah’ın peygambere salat ettiğini nerede gördünüz? Melekleri ona salat ederken müşahede ettiniz mi? Kur’an öyle diyor diye takliden iman edilmeyip, Kur’an’ın mesajı tahkik edilecekti ya. Kur’an kâinatı bize tefsir ediyordu ya. Kâinata bakmadan Kur’an okumayacaktık ya.

Bir kez daha üzerine basa basa söylemek ihtiyacı hissediyorum: Kulağımız Kuran’da, gözümüz kâinatta. Gözü kapatarak Kur’an okunmaz. Fıkıhta neden namazda gözünü kapatırsan mekruhtur diyorlar? Hayalden iman çıkmaz da ondan.

Şimdi sizlerden ricam, eğer bunu kabul ederseniz, Kur’an’dan daha doğrusu mushaftan başınızı kaldırın ve kendiniz de dahil olmak üzere şöyle etrafınıza bir bakın. Varlığı ve yaratılışı ve kâinatı düşünün. Bunun içinde “Allah peygambere salat ediyor” hakikatini bulun ve parmağınızla işaret edin. İşaret edebilecek bir hakikati bulduğunuzda bizimle paylaşın; hepimiz faydalanalım.

Kur’andaki cümlenin karşılığını varlık aleminde bulduğumuzda iman etmiş olacağız; Kur’anı tasdik etmiş olacağız; ve de taklitten kurtulacağız — inşallah.

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Nasreddin hocaya takılmışlar, “Hocam siz çok iyi saz çalarmışsınız.” Hoca, altta kalacak değil elbet. Almış sazı eline, başlamış tıngırdatmaya. Ancak hep aynı melodi. Etraftakiler itiraz etmişler, “Aman hocam, biz başkalarını saz çalarken seyrediyoruz, onlar sazın boynunda ellerini bir aşağı bir yukarı gezdirip duruyorlar. Sen ise tuttun bir yeri hiç bırakmıyorsun.” Hoca gülmüş, “Evlat” demiş “Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar.”

Bu mesele de biraz ona benziyor. Aslında çok kalabalık laf ettiğime bakmayın. Söylediğim şeylerin hepsi en fazla üç beş prensibe dayanıyor, o kadar. Usulde bir yeri tuttum, onu bırakmıyorum.

Mesela, şu noktaları mütalaa edelim birlikte:

Soru: “Hangi iman konusu müşahedemize konu oldu ki bu da olsun, esasen müşahedeye konu olan şey iman konusu olur mu?”

Cevap: Her işe muhakkak müşahede ile başlanmalı. Eşhedu’nun başta gelmesinin espirisi bu. İman, alem-i şehadette yapılan gözlemin gayba uzanan ayağıdır.

Örnek, “Allah var” diyorlar. Usûle göre yanlış. Çünkü şahit olunan bir gerçekliğe dayanmadı. Onun yerine: Müşahede ettiğim varlığı ancak onun cinsinden olmayan Mutlak bir güç yaratmış olmalı. Varlık, kendi içinde açıklanabiliyor olsaydı, Allah diye ayrıca bir varlık olmalı demek zorunda kalmazdık.

Sorunlu ifade:

“Hz. Muhammed’in gönderilmesini (getirdiği mesajlar itibariyle) rahmet olarak müşahede ediyoruz.”

Cevap: Neden? Hz Peygamberin mesajı neydi? O mesaj olmasaydı, “varlık açısından” ne gibi bir abesiyet olacaktı? Bunun da cevabını verirken, biz kendimizden başlatacağız argüman ağının ilk halkasını. “Öyle diyorlar. Ben de müslüman olduğuma göre, buna iman ediyorum” değil. Bu mantık silsilesinin “yönü” yanlış. Onun yerine, ilk önce ben birşeye bakıp kendim için sonuç çıkartacağım; o sonuç benim imanım olacak.

Mesela, bir insan okulu bitirdiğinde ona diploma veriyorlar “şu konuların mütehassısıdır” diye. O kişinin ilmi diplomadan gelmez, ilmi olduğu için diploma verilir. Biz de müslüman olduğumuz için Kur’an’a inanıyoruz diyemeyiz. Kur’anın içindekileri kendimiz tasdik edince, onların altına Kur’andaki sonuçları imza olarak koyarız.

Açılmaya ihtiyacı olan ifade:

“O’nu gönderenin ona salatı yani rahmeti. Malum, salatın bir anlamı da bu.”

Bunun da ne demeye geldiğini düşünmemiz lazım. Bu tür ifadeler biz müslümanlara sorgulamaya gerek duymaksızın çok doğru geliyor. “Allah, Hz Peygambere rahmet edecek elbet” deyip Allah’ın rahmeti ile rahmet edilenin arasındaki organik ilişkiyi biliyormuş gibi yapıyoruz. Ancak bu mesajlardaki hedefimiz tahkik ve usul tesbiti olduğu için, bunu da mercek altına yatırmamız gerek.

Özellikle de, Allah’ın peygambere “salat” getirmesi mevzusu. Yukarıda ifade edildiği gibi, literatürde salat yani rahmet ediyor diyorlar. Bunda bir hakikat payı olsa da, olayı tam açıkladığından emin değilim.

Bir de din adına söylenilen herşeyi varlık bazında açıklamak gerek diye bir usûlü takip ettiğimizi unutmayalım. Dolayısı ile, “Allah peygambere salat ya da rahmet eder” cümlesi, bu anlamda bir açıklama getirmiyor bize. Bu sonuç cümlesi sadece. “Onun önündeki tahkik basamağı nedir?” diye düşünmemiz gerekiyor. Bunun mantık silsilesini öyle bir kurmalıyız ki, müslüman olmayan bir adam dahi, “Evet hakikaten bu sonuç doğru” diyebilsin. Zaten, Kur’an müslümana değil insana muhatap olur diye biliyoruz. İnsanî argüman getirmek durumundayız; dini (!) argümanla tahkik olmuyor.Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Soru: Peki “meleklerin” salatı ya da rahmet dilemesi nerede? Melekler burada bu hakikatin “taşıyıcısı/temsilcisi” durumunda mı sadece? Eğer bu ayette, meleklerin Peygamber’e salatından söz edilmeseydi ne eksik olacaktı? Ya da bu ayetle ilave olarak ne söyleniyor?

Cevap: Başka bir örnek geldi aklıma. Malumunuz namazda okunan tahiyyat için Hz. Peygamber ile Hz. Allah arasındaki bir mukalemedir diyorlar; şahitlik konumunda da Hz. Cebrail varmış. Gerçi, o duayı herkes okuduğu için, Peygamberin örnekliğinde, her mü’min aynı konumdadır denebilir ve denmeli. Neyse, devam edelim.

Konu şu: Diyalog, tahiyyat, tayyibat, salavat ile başlıyor ve bunlar Allah içindir diyor. Bunların ne demek olduğuna girmesi uzun sürer; konumuz ile alakalı olan kısmına atlıyorum. Bunu diyen, mü’min kul Allah’a hitaben söylüyor bunları. Anlamı nedir bunun? Ben Seni şu şekilde tanıyorum diye girizgah yapıyor(uz). Mesela, birisi ile karşılaştığımızda, ona hitaben şöyle desek, “Ey amcamın oğlu Hasan.” Bu bir tanım ve tariftir.

Bu da onun gibi. Diyaloğa başlayan kişi, Allah’ı nasıl tanıdığını söylüyor “Sen şöyle şöylesin” diyerek. Cevaben, sana “selam” olsun hitabı geliyor. Selam, barış ve esenlik demekti ya. Yani, senin Beni öyle tarif etmene karşın ben de sana diyorum ki “Evet, Beni doğru tanımladın ve anladın. Senin bu tavrın ve tanımın doğru” anlamında buradaki selam.

Ve devam ediyor: Rahmet ve bereket senin üzerine olsun. Bunun anlamı nedir  bu mukaleme bağlamında? İşte burası kritik: Eğer sen Beni, bu başta dediğin şekilde tanıyorsan, bu tanıman doğru olduğu için sonuç olarak sen rahmete ve berekete kavuşursun yani doğru bir iş yapmış olursun.

Bilmem kritik noktayı yeterince vurgulayabildim mi? Şöyle diyeyim, baştaki tahiyyatlar olmasaydı, Peygambere veya bu duayı okuyana rahmet ve bereket gelmezdi. Yani rahmet ve bereket ile tahiyyatların doğrudan ve zorunlu bir ilişkisi var. Devamına girmeyelim şimdilik, usûl adına bu kadarını desek yeter.

Yerimiz ve zamanımız dar olduğu için, usûlün sadece bir yönünü açıklayabildim; ifadeler arasında olması gereken organik ilişkiyi söyledim sadece. Siz bir de buna, bütün bunların varlık üzerinden açıklanması gerektiğini ekleyin.

İnşallah, böyle bir örneklemeden sonra yukarıdaki melek mevzusuna da bir ışık tutmuş olabiliriz.

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Meleklerle ilgili müzakeremizde aşağıdaki şekilde yorum ve sorular ortaya çıktı.

Soru/yorum 1: Müzakerelerde şöyle bir vurgu yapıldı: Orkide çiçeğinin bana ulaştırdığı, şuuruma hitap eden bir mana vardır; bir sonraki basamakta bunun bir tecelli olduğunu anlarım; bir sonraki aşamada ise konuşma olduğunı idrak ederim. Güzel, fakat, çiçeğin kendisinin şuuru hakkında direk bir yorum içermiyor yazılanlar. Muğlak olan ve izaha muhtaç olan nokta burası.

Soru/yorum 2: Melek bahsindeki “varlık”, “tecelli”, “esma”, “mana”, “melek”, “uluhiyet”, “Kur’an” gibi kavramlara ışık tutan yaklaşımlarından çok faydalanmış olmakla birlikte, o yaklaşımın “melekleri” şuur sahibi nuranî varlıklar olarak görmediğini, dolayısıyla benim zihnimde bu noktada biraz kapalılık kaldığını düşünüyorum.

Soru/yorum 3: Mana/tecelli ile şuur arasındaki ilişki çözümlendiğinde var oluş bazında meleklerin varlığını tahkik ederek tasdik edebileceğimi düşünüyorum. Ancak mana/tecelli ile şuur arasındaki ilişkinin ne olduğu ve nasıl olduğu noktasının benim için taklitten uzak tahkikî bir izahı henüz yok.

Cevap: Bunların hepsi, anladığım kadarı ile, meleklerin neden ve nasıl hayattar ve şuurlu olmaları gerektiğinin izahını istiyorlar. Ki bence de gayet hakikatlı sorular bunlar ve de cevapları yine varlık bazında verilebiliyor olmalı.

Benim temsil yoluyla bunlara verebileceğim cevap şu şekilde. Daha önceki müzakerelerde geçen bilgisayar ve ekran örneğine geri dönelim. Hatırlarsanız, ekranın piksel denilen parçacıklardan oluştuğunu ve bunların bir vecheden bilgisayarın CPUsundan gelen emirlerini aldığını, diğer yüzleri ile de bize o emirleri yansıttığını söylemiştik.

Yani, biz bilgisayar ekranına baktığımızda diyelim sabit ve camit, cansız bir cisim görüyoruz. Ekranda bir taş parçası gördüğümüzü varsayalım. Bu taş parçasına bakıp da şu sonuca ulaşsak: Bu taş parçası, bu ekranda kendi kendine var oluyor olamaz. Bunun muhakkak burada var olmasını sağlayacak arka planda yani gaybda bir emir sahibinin olması gerekiyor. Bu cisim benim müşahedem çerçevesinde her an var olmaya devam ettiği için, bunu her an devam ettirecek bir kaynağa ihtiyaç var. Dolayısı ile o kaynak, her an kendisi hayattardır ve ekrandaki cisim onun hayattar olması ile kaimdir. Yani var etme faaliyeti her an daimidir.

Ekrandaki pikseller de, ondan gelen emirlerin yansıma yeri olduğu için, emirlerin geldiği yönün adı olan “arka veche” devamlı hayattar ve zişuurdur — biz her ne kadar bu taraftan şuursuz ve hayatsız bir cisim görsek bile.

Hakikaten, bu örneğin dilini kullanacak olursak, bilgisayarın CPU dediğimiz emir merkezi, her an “hayattardır” ve “şuurludur” ve “yaratma” faaliyetindedir. Sıfır ve birler ile ifade edilen emirleri, saniyede binlerce kez piksellere göndermeye devam eder. Bu açıdan, pikselin arka yüzü devamlı bu emir dili olan 1 ve 0’lar ile faaliyet içindedir; yani hayattardır. Hayattar olması zorunludur. Hayat yoksa eğer, faaliyet yok demektir. Faaliyet yoksa, bu tarafta bizim herhangi bir varlık müşahede edemiyor olmamız lazım. Varlık müşahede ediliyorsa, arka vechede, devamlı kaynağın hayattar ve zişuur özelliği ile yansıyan yönü olmalı.

Daha önceden hatırlarsınız, meleklerin hayattar ve zişuur olması gerektiğini ancak bunun mahiyetini bilemeyeceğimizi söylemiştik. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, hayattar ve zişuur olan mutlak Var Edici ile yine hayattar ve şuurlu tecellileri olan melekler arasındaki ilişkinin mahiyetini bilemeyiz. Yani, dünyadan verdiğimiz örnekler her zaman bir temsildir. Hakikatin kendisinin ne olduğunu mahiyet olarak bilmeye erişimimiz olmadığı için ancak temsil diliyle konuşmak mümkün bizim için.

Dolayısı ile, “Mutlaktan gelen emri alan hayattar melek” dediğimizde, böyle kanatlı asker gibi birisi bekliyor da sonra emir gelince ona selam duruyor da emredileni yapıyor diye anlayamayız. Halbuki, yukarıda verdiğimiz temsil dilini akıl düşünmeye çalışsa, en fazla bu şekilde bir resim çıkıyor karşımıza.

O yüzden biz, hayattardır ve şuurludur ama mahiyetini bilemeyiz diyoruz. “Melek emri nasıl alır? Nasıl o emir varlığa döner?” gibi konuları bilmemiz hem mümkün değil; hem de gerekli değil. Emin olduğumuz sadece şudur: hayattar olan Mutlak Kaynağın her türlü tecellisi, kendisi gibi hayat özelliğini taşıyor olmalı.

Bu açıklamalardan belki bir nebze anlaşılmıştır ama bir kez daha tekrar etmiş olayım. Melek dediğimiz kavram, sadece linguistik bir metafor değildir. Melek, eşyanın hayattar ve şuurlu vechesidir; çünkü hayattar ve şuurlu olan emirlerin yansıdığı yerdir. Yani vardır. Onun hayattar ve şuurlu olmasının mahiyetini bilemediğimizin farkında olarak bunu deriz. Aynen, Allah’ın hayattar olmasının mahiyetini bilemediğimiz gibi.

Özet olarak: Melekler, tecellinin parmak uçlarıdır denebilir herhalde. Bu temsil ve örneğin üzerinde düzeltilmesi gereken yerler olabilir; anlamaya çalıştığımız hakikati daha iyi yansıtsın diye bazı yerlerine ekleme yapılabilir veya değiştirilebilir, bunlar önemli değil. Mühim olan, varlığın arkasındaki hayat sahibi Kaynağın tecellilerinin de hayattar olması gerektiği fikrinin anlaşılmasıdır.

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Soru: Benim burada sorum şu: “Esma tecellisi, mana, madde/mülk” sıralaması bana makul görünüyor, bunların her biri Ali Mermer’in Melek bahsindeki ifadesiyle farklı tefekkür aşamalarında anılan “aynı şeyler”. Peki esma nerede? Arş nerede? Esma tecelli etmişse bu ne demek, esma nerede ve nasıl tecelli etti? Vücud-i harici giydirmeden tecelli olur mu?

Cevap: Esma, tecelli, mana, arş, vücud… Bu dünyadan temsilî bir örnek üzerinde düşünsek: Önümüzde bir sinema perdesi var. Bu farazî ve mahlûk alemden örnek olduğu için yetersiz kaldığı yerler olacak. Bu anlamda, anlamaya çalıştığımız konuya biraz daha uysun diye, mesela perdenin üzerinde yansıyan filmin kaynağının perdenin önünde değil de arkasında olduğunu farzedelim. Çünkü normalde biz biliyoruz ki, sinemalarda projeksiyon aleti perdenin arkasında değil de önündedir, yani bizim bulunduğumuz taraftadır. İşte bu verdiğimiz örnekte izlediğimiz filmin kaynağı, perdenin arkasında yani bize göre gaybda; yani bizimle aynı platformda veya alemde değil.

Şimdi biz perde üzerinde bazı renk ve şekilleri ve bunlardan oluşan hareketleri müşahede ediyoruz. Gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bunların kaynağı kendileri ve de perde olamaz. Çünkü ilim, irade ve kudret kullanılarak bilinçli yani şuurlu bir biçimde sergilendiklerini görüyoruz. Bu şuurlu var edilme ve hareket, kendilerinde ve perdede değilse eğer nerede? Bunu vurgu için bir kez daha tekrar edeyim, müşahedemiz içerisinde bir şuurlu olma hali varsa eğer ve bu perdenin kendisinde değilse (diye sonuca ulaşmışsak), bir yerde olması lazım. Bu örneği burada bırakıp bir başkasına geçmek istiyorum. Tekrar döneceğim.

Tuhaf bir örnek olacak belki ama farazî temsil lisanı ile konuştuğumuz için konuyu açıkladığı noktasına yoğunlaşacağız; örneğin kendisine değil. Şimdi farzedelim benim önümde para atıp içinden içecek falan alınan bir otomatik satış makinesi olsun. Ben bu makinanın önünde duruyorum ve içerisine para atıyorum. Ekranda bir seçim yaptıktan sonra alet bana istediğim içeceği veriyor minik kapısından. Melek konusunu anlamaya çalıştığımız için bunun şöyle çalıştığını farz edelim. Ben parayı attıktan sonra makinanın arka tarafında bir insan var diyelim. Bu kişi benim ne istediğime göre bir seçim yapıp bana içeceğimi veriyor diye düşünüyoruz.

Şimdi makinenin bu tarafından olayı seyreden kişi olarak ben, şuurlu bir seçim yapıldığını görüyorum. Sorumuz şu: Bu şuur nerede? Makinenin benim görebildiğim parçalarında böyle bir şuur yok. Fakat tam istediğim içeceğin bana verilmesinden anlıyorum ki, bu hareket muhakkak bir şuurun eseri. Benim bu gözlemimden çıkardığım sonuç şu: Bu şuursuz makinanın arkasında muhakkak şuurlu birisi olması lazım. İşte bu şuurlu birisinden kasıt, melek dediğimiz mahlukat.

Dediğim gibi, bu farazi örneğin tuhaflığına takılıp da, gerçek dünyada böyle bir şey olmuyor, bu olayı nasıl açıklıyor diye örneğin teker teker her bir öğesini literal olarak anlamaya çalışmayalım. Örnekler, sadece “bir yönü” ile örneklik teşkil ederler. Örneğin içindeki herşeyi konuya tatbik edersek işler karışır. Bu makine örneğini sadece “şuuru” nerede bulabiliriz  sorusuna örnek olsun diye verdim. Yoksa, makine ayrı, adam ayrı, kaynak kimbilir neresi diye diğer detayları düşününce olay anlamsızlaşır. Sadece, önümüzdeki şuurlu seçimin/hareketin madde arkasında nereye konması ile ilgili bir örnek bu.

Bu örneği diğerinin arasına sıkıştırdım, çünkü benim görebildiğim kadarı ile sinema perdesi örneğinde meselenin diğer yönleri biraz anlaşılsa da, bu kısım eksik kalıyor gibiydi. Çünkü sinema perdesinin arkasında şuuru koyabileceğimiz yer meselesi çok bariz anlaşılmıyor. Neyse. Bu detayı aklımızda tutup şimdi diğer örneğe devam edelim.

Perdenin kendisinde ve üzerindekilerde “şuur eseri” şeyler gördüğümüz halde, ve bu şuurlu seçimlerin kaynağı perde ve üzerindekiler değil diyorsak… Evet şimdi meleklere geliyoruz: Bu şuur “şuradadır” dediğimiz, gaybda bir yer / bir şey olmalı. Gerçi, “şuur” dediğimize göre ona “şey” denmez, çünkü şuurlu olanın muhakkak hayattar olması lazım. İşte ne “şey”, ne de “insan” diyemeyeceğimize göre ona “melek” diyoruz.

Perde örneği içerisinde belki, perdenin arkasında ışığın yansıdığı “nurani” tarafa bu şuuru koyabiliriz; bunun ne kadar uyup uymadığına siz karar verin. Zaten çok uymazsa eğer diye diğer örneği vermiştim. Mühim olan, perdede gözlemlediğimiz her bir şeyin kendisine has “şuurlu” bir yansıtıcısı olması gereği. Anlamaya çalıştığımız nokta burası.

Melekler Ek 3: Melek Kavramı Üzerine Düşünceler | Ha-Mim

Ali Mermer – 8 Asır önce bir Kur’an talebesi şöyle dedi: “Bir sineğin kanadın, kırk kağnıya yükledim, kırkı da çekemedi”; “Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere; Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu”. Sineğin yaratılışındaki sonsuz hikmete dikkati çeken ve “Sinek Risalesi” diye bilinen eser, yanlış anlaşılabilir diye 1956’da Latin harfleriyle basılan Risale-i Nur nüshalarına konulmamıştı. Çünkü dikkatsiz insanlar sineği “pislik” kaynağı olarak görüyorlardı. Adam olan 800 yıl önce anlamış, şimdi de atom araştırmacıları, biyologlar çoktan anlamışlar ki, Bir sineğin kanadında (tezgahında) çalışan meleklerin yaptığı ‘fe yekün’ bilinçli ubudiyetini, bin cild kitapta izah etseler yine yetmez, sonu gelmez. Kağnı değil, trene koysalar da kaldırmaz onlardaki yüklü tesbihat tecellilerini anlatan kitapları.

Mehmet Ali – Hazret-i Yunus’un belki en sevdiğim “şiirinden” en sevdiğim mısraları almışsınız; ve de belki ilk defa bu ifadelerin hakiki manasını birileri yazmış oldu. Değilse, “edebiyatçıların” bu cümleleri açıkladığı yerleri görseniz içiniz kan ağlar… Benim ağlamıştı açıkçası. Divanları ve tahlillerini çok karıştırdım, bu ifadeleri doğru anlayan birisi çıkmış mıdır diye; rastlayamadım.

Bölümler: Önsöz | 1 | 2 | 3 | 4 | 5 | 6 | 7 | 8 | 9 | 10 | 11 | 12

Ekler:  1 | 2 | 3

Yazar hakkında

Mehmet Ali Akgün

Dini, insanın kendi gerçeği olarak tanımlamayı doğru buluyorum; dolayısıyla din ve getirmiş olduğu her türlü tanım, hayatın üzerine ekstradan konulan aksesuarlar değil, aksine, olmazsa olmaz kavramlardır demek çok insani bir tavır ve bana çok tatmin edici geliyor. Hal böyle iken, İslamiyet'i de insanın kendi gerçeğini teslim etmesi olarak tarif etmek mümkün. Böylece dinin neden fıtrat dini olduğu ortaya çıkıyor. Bu bağlamda yapılan "dini" sohbetlerden hoşlanan birisi olarak katıldığım ortamlarda dikkatimi çeken bazı noktaları bu sitede ilgilenenlerin dikkatine sunmaya çalışacağım. İnşallah yararlı olur.

Yorum yazın