Geçen hafta sonu yapılan müzakereli bir derste, Resûlün getirdiği mesajın “başlangıç” ile “sonuç”u, diğer bir ifadeyle “mebde ile meâd”ı yahut “iptida ile intihayı” anlamlı bir zemine oturttuğuna ilişkin kıymetli bir tefekkür paylaşıldı. Benim şahsen çok istifade ettiğim, aynı zamanda “din”, “Kur’an”, “Peygamber” tanımlarıma eklemelere yapmama vesile olan bu tefekkürde vahiy, Peygamber’in rolü, ubudiyet, haşir, dua konularında da önemli, dolaylı açılımlar ortaya çıktı.
Müzakerede dile getirildiği üzere, “başlangıç/mebde” ve “son nokta/münteha” kavramlarını, -Yaratıcı tarif gereği mutlak olduğu, zorunlu olarak zaman kayıtlarından uzak olduğu, olması gerektiği için-, Onun açısından değil, yaratılış şartlarımızın bize sunduğu kendi varlığımız ve evrenin varlığı açısından konuşabiliriz. Kendi varlığıma baktığımda, benim bir tarihten itibaren var edildiğim belli. Bir tarihten sonra bu hayattan gideceğim de belli. O zaman benim başlangıç ve sonucumu sorgulamak üzere, “ben nereden geldim, nereye gidiyorum” sorusu ve ilaveten “burada bulunuş gayem nedir” sorusu, son derece insanî bir sorudur. Müzakerede konu kainat üzerinden şöyle ifadelendirildi: “Şartlanmalara kapılmadan incelediğimde Yaratılmış olduğunu gördüğüm, yaratılmaya muhtaç olduğunu anladığım evren için de başlangıcı ve sonucunu sorgulamak üzere ‘bu varlık alemi nereden geliyor, nereye gidiyor’ sorusu yine gayet insanî bir sorudur. Yaratılış özelliğim bana bu soruyu sorduruyor. Basit bir örnek vermem gerekirse, diyelim ki evime geliyorum, mutfakta güzel bir paketin bırakılmış olduğunu görüyorum. Hemen nereden geldi bu paket, kim koydu bunu diyorum. Ben koymadım. Koyabilecek başka birisi de yok benim bildiğim kadarıyla. Peki nereden gelmiş olabilir, kim getirmiş olabilir, bu pakette ne var, bu paketi bırakan niçin bırakmış olmalı, bana iyilik mi yapmak istiyor, kötülük mü yapmak istiyor… gibi peş peşe sorular üşüşüyor kafamda. Bu, benim insanî ilgi alanımdır. Merak ediyorum, daha doğrusu meraktan çatlıyorum… İşte, mutfağıma bırakılan küçücük paketi bu kadar merak eden ben, kendimin ve koca kainatın nereden geldiğini, kaynağının ne yahut kim olduğunu elbette merak ederim, sorgularım. Sonra kendimin ve kainatın akıbetinin ne olduğunu ya da ne olacağını yine merak ederim, sorgularım…”.
Müzakere, sözü ana konuyla bağlantılı olarak ‘peygamber’ mevzusuna getirerek şöyle devam etti: “Kendisini ‘ben, kainatı Yaratanın elçisiyim’ diyen kişiye şunları sorarım: Sen, ‘ben bütün varlığı Var Edenin gönderdiği Resûlüm, O bana mesaj gönderdi’, diyorsun. Onun gönderdiği mesajda varlığı başlangıcı ve sonucu ile anlamlı bir şekilde bildiren bir açıklama olması lazım. Söyle bakalım, bu varlığın başlangıcı nedir, kaynağı kimdir, kainatta sürekli var oluş ve yok oluşlar görüyorum, bunun açıklaması nedir? Kendimin de bir gün bu alemden gideceğim anlaşılıyor. Kainatın akıbeti nedir, benim sonum ne olacaktır, bedenim toprakta kaybolup gidecek midir? Beni buraya niçin gönderdi, burada işim nedir?…’ Bu sorularım karşısında eğer Resûl olduğunu iddia eden kişi, varlığın kaynağını ve hedefini, başlangıcı ve sonucu yani iki uç noktayı anlamlı şekilde birleştirip önüme koyarsa, onu bu iddiasında tasdik ederim…”.
Müzakerecinin Resûle ilk yönelteceğini söylediği soruların, benim de sorularım olmayı hak eden bir mahiyet taşıdığını anladım. Müzakere şöyle devam etti: “Genel olarak bakıldığında, din diye bir şey var. Özelde İslam. Peki ne diyor, ‘başlangıç’ ile ilgili olarak? Şu kainatın var olmasını tercih eden, yaratan, varlıklarda Kendi özelliklerini gösteren bir Yaratıcı var. Kainat Ondan geliyor, Onun irade ve kudretinden geliyor. Burada durup soruyorum, ‘Peki bunu niçin yapmış, ne istiyor? Kainata bakıyorum, varlıklar bir şekilde yok oluyor. Keza insanlar belirli bir ömür sürdükten sonra ölüp toprağın altına konuluyor. İnsan zorunlu olarak soruyor, ‘Bu Yaratıcının amacı nedir, günün birinde ben de toprak olup gideceksem niye yarattı beni? Benimle oyun mu oynuyor? Hem bana nice duygular verdi, hem de onlar tatmin olmadan yok edip toprağa gömecek beni?’ Bu, ‘asla olmaz, olamaz’ derim. Zira kainat çok anlamlı, dolayısıyla şuurlu bir Yaratıcısı olduğu belli. Öyleyse elbette bu yaratılışın anlamlı bir ‘sonucu’ olmalı, derim. Yani ikinci yaratılışın haberini getirmeseydi, ben bu dine inanmazdım; açıkça söylüyorum bunu. Niye? Çünkü anlamlı bir yaratılış var karşımda. Yaratıcının sonsuz bir gücü olduğu da yarattığı şeylerden anlaşılıyor. Bana da daima var olmayı isteme ve hatta en tatmin edici şartlarda var olmayı isteme duygusu vermiş. Eğer ikinci yaratılışı gerçekleştirmeyecek olsa büyük bir çelişki olurdu. İşte bu bağlamda İslam’a ve onu getiren Resûle baktığımda tam da bu haberin verildiğini, mebde ile müntehanın en güzel, en anlamlı, en makul şekilde ortaya konulduğunu görüyorum. Başka bir ifadeyle Resûlün getirdiği mesaj anlamlı şekilde birbirini tamamlıyor ve tam bir daire teşkil ediyor: Şöyle bir Kudret, şu şekilde kainatı yarattı, şu maksatla sizi halk etti, size şöyle hürriyet verdi, hürriyetinizi Onun sizi yaratmadaki maksadına uygun bir şekilde kullanırsanız sizi mükafatlandıracak, ebedi bir saadet verecektir, eğer yanlış şekilde kullanırsanız bir daha size bu imkanları vermeyecektir…”.
Müzakere, son hükmün temellendirilmesine dair şu açıklamalarla devam etti. “Elbette böyle olması lazım. Eğer ben, bir kişinin ihtiyacını karşılarım da, o kişi bunun karşılığında nankörlük yaparsa, diyelim verdiğim yararlı bir aleti çöpe atarsa bir daha verir miyim? İşte bu duygu bana, eğer Yaratıcımın verdiklerini takdir edersem, onları bana veriliş maksadına uygun bir şekilde değerlendirirsem, Ona memnuniyetimi ifade eder, teşekkürde bulunursam, Onun bana ebedi bir saadetin olacağı yaratılışı gerçekleştireceğini, yok eğer nankörlük edersem bu imkanlardan mahrum kalacağımı ifade ediyor. Böylece, tekrarlamak gerekirse, Resûlün getirdiği mesaj, başlangıcı ve sonucu ile sağlıklı bir zemine oturmuş oluyor”.
Müzakere şu notlarla tamamlandı: “Bunu aramak lazım. Kur’an’da ve Resûlün (asm) söz ve davranışlarında pek çok dua örnekleri var, tam da bunu ifade ediyor. Bütün bunlar ebedi saadetin bulunduğunun delilleri aynı zamanda. Ahirete yahut haşre inancın sonucu bunlar. Yani, ‘bana bunu verdin, ben de bunları ebedi olarak Senden istiyorum’ demeye gelen dualar. ‘Hasta olduğumda bana sıhhat ver; vücudu verdin, vücudun devamını istiyorum; hayat verdin, hayatın devamını istiyorum…’. Dua, dua, dua… Neden dua, yani bir insanın ihtiyacını o ihtiyacı karşılayacak olana sunması, kulluğun gereği olan ibadetini yapması gerekir? Çünkü O Yaratıcının seni böyle bir talep içinde yaratması, ‘Gel, bu ihtiyaçlarının karşılanması için bana müracaat et, ben de karşılık vereyim sana; sen saadet iste benden, ben de ebedi saadet vereyim sana’ demeye gelen bir ilişkiye işaret ediyor. Dua yani ubudiyet bunun olmazsa olmaz aracıdır. İşte duanın aynı zamanda başlangıç ile sonucu birleştiren bir fonksiyonu da var. Bu yüzden Resûlullah’ın (asm) hayatında hep dua var, hep bu talep var”.
Bu müzakere, başta ifade ettiğim gibi benim Kur’an, Resûl, din tanımlarıma ilavelerde bulunmamı sağladı. Din daha önce düşündüğüm gibi salt bir “varlık yorumu” değil, “mebde ve meâdı ile bir varlık yorumu”; Kur’an, “varlığı Yaratıcısı adına “mebde ve meâd”ı ile açıklayan bir kitap; Peygamber de “bütün varlık ve var oluşu iptidası ve intihası ile anlamlı bir zemine oturtan şahsiyet” olarak zihnimde daha sağlıklı, daha kapsamlı tariflere ulaştı. Her zaman olduğu gibi derse katılıp dinleyerek veya söz alarak derse iştirak edenler için, Allah razı olsun diyorum.