İlgili literatürde, XIX. ve XX. yüzyılda İslam dünyasının Batı medeniyeti karşısında uğradığı yenilgiye bağlı olarak, bunun İslam’dan değil Müslümanların zaaflarından kaynaklandığını gören yahut düşünen ilim ve fikir adamları ile bunların etrafında ‘ihya’, ‘ıslah’ ve ‘tecdîd’ gibi kavramlarla anılan hareketler ortaya çıktığı genişçe işlenmektedir. Birbiriyle ortak geniş bir alan bulunmakla beraber öncelikler, temel usul ve yaklaşımlar, din-siyaset ilişkilerine bakış gibi tutumlar açısından birbirinden farkı olan bu hareketler bugün de kendilerine has çizgi ve anlayışlarını sürdürmektedir. Bunlar arasında çok özel bir yeri olan Said Nursi ve Risale-i Nur hakkında akademik ve popüler nitelikte birçok çalışma yapıldığı ilgilenen herkesçe bilinmektedir.
Lahika mektuplarının okunup müzakere edildiği 10. 07. 2022 tarihli, -benim de canlı olarak takip ettiğim- bir Ha-mim dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=LR8rQ51d5pE), Said Nursi’nin telif ettiği Risale-i Nur’un nasıl bir bakış açısının ürünü olarak ortaya çıktığı, nasıl bir tarihi ve sosyal vasatta zuhur ettiği, Risale-i Nur’un Kur’anî usul ile ilişkisinin ne olduğu, Said Nursi’nin etrafındaki şahısların ilmî bakımdan durumları, bugün Risale-i Nur’u okuyan kişi ve kişilerin kendilerini nasıl donatmaları gerektiği gibi konular hakkında, isim ve terimlere pek yer verilmeyen fakat geniş bir tarihi perspektife işaret eden, -en önemlisi-, pratik hayatımız açısından çok önemli mesajlar taşıyan uzun bir müzakere gerçekleşti. Ben bu müzakerenin orijinalini ilgili youtube kaydına havale ederek burada ana hatlarıyla nakletmeye çalışmak istiyorum.
Barla Lahikasındaki okunan mektuplar dolayısıyla (Mektup no: 92-95) söz alan bir müzakereci şunları söyledi: “Okuduğumuz lahika mektuplarında Risale-i Nur’un Kur’an’dan faydalanarak iman hakikatlerinin sunumunda yeni bir çığır açtığı, “tecdîd” yaptığı sıklıkla dile getiriliyor. Peki Risale-i Nur’u okuduğumuz, onunla haşir-neşir olduğumuz zaman gerçekten yeni bir usulün çıktığını görüyor muyuz? Ben şahsen böyle bir usulî yenilik görüyorum. Hatta Risale-i Nur’un verdiği bu usulü dikkate alarak, mesela bazı ayetlerin açıklamasını yaptığım zaman, kimi insanlardan şöyle bir itiraz geliyor: Geçmişte ve şimdi bu kadar alimler, müfessirler varken bunu onlar fark edememiş de sen mi fark ediyorsun? Ben bu tür itiraz yahut şüpheler ile çok karşılaştım, karşılaşıyorum. Yani, ‘Söylediklerin mantıklı gibi gözüküyor, tutarlı gibi geliyor ama senden başka da bunu söyleyen yok’ tarzında mukabeleler.”
“Benim muhatap olduğum kimseler Risale-i Nur’u okumuyorlar. Daha doğrusu Risale-i Nur’u bilmiyorlar. Gençlere gelince, zaten Risale-i Nur’u okumaya tahammül edecek gençlik de kalmadı. Risale-i Nur’u ellerine verdiğiniz zaman birkaç sayfa okuyup ‘gitmiyor’ diyorlar. Bu çok temel bir mesele. Bununla ilgilenmek lazım. Her neyse… Okumuyorlar ama bir şekilde derslerde bulunduklarında veya derslere geldiklerinde ‘Bunu senden başka kimse söylemiyor’ diyorlar. Ben de elimden geldiği kadar bakıyorum; evet yok gibi görünüyor. Bazı teşebbüste bulunanlar var. Bazıları ‘modernist’, bazıları ‘sufî’ damgası yemiş, belli oranda bir kenara bırakılmış teşebbüsler. Bunun dışında geriye fıkıh eksenli Kur’an okumaları, dil ve gramer kuralları dikkate alınarak yapılan Kur’an çalışmaları, klasik tefsir faaliyetleri ve özellikle de sahabe ve peygamber menkıbeleri içeren nasihat konuşmaları kalmış, kalıyor. Bunlara ilaveten bir de tarihi bilgi ve nakilleri sıralayan tefsirler var. Bunlarda yer alan nakillerin ise genellikle İsrailiyat kökenli olduğunu biliyoruz.”
“İsrailiyat deyince şuna da değinmek lazım. Tefsirlere bakıyorsunuz, mesela ayetlerde Âd kavmi, Semud kavmi geçiyorsa sayfalarca açıklamalara yer veriliyor. Bu detay ayet ve hadislerde olmadığı için İsrailiyat olduğu belli. Tarihçi müfessirler de var. Bunların başını Taberî çekiyor. Çok zeki birisi, çok çalışkan. Kaynaklara ulaşma imkanı olmuş. Bir sahabi, bir Yahudiden bilgi alıp aktarmışsa, diğer sahabi de bunu ‘arkadaşından duyduğu bir nakil’ olarak anlatmış. Bu tür anlatımlar tefsire ‘sahabe kavli’ olarak yansımış, hikaye kısmında. Bunlar sizi tefsir kitaplarından soğutmasın. Bir tefsirde, mesela Âd kavmi, Semud kavmi hakkında uzun bilgiler varsa bunları atlayabilirsiniz. Hiçbir değeri yok. Yine mesela Süleyman peygamber hakkında bilgiler varsa atlayabilirsiniz. Hiçbir değeri yok. Ben çok denedim. Hiçbir değeri olmadığını anladım.”
“Birisi, ‘Risale-i Nur’daki açıklamalar tecdîd özelliği taşıyor, Risale-i Nur yeni bir çığır açmış’ dediğinde, ‘Peki Risale-i Nur kimsenin demediği bir şeyi mi gündeme getirmiş?’ diye sorarsanız, -ki bu çok önemli bir sorudur, insanların bu konuda şüpheleri var, mertçe olaya yaklaşmak lazım-, bu sorunun cevabı hem evettir hem hayırdır. Niye hayırdır? Çünkü bütün açıklamaları Kur’an’ın içinde, içeriğinde olan şeylerdir. Peki niye evettir? Bu içeriği değerlendirmekte. Bunu anlamak zor değil. ‘Ben tefsir çalışmadım’ vs. diyerek aşağılık kompleksine girmeye gerek yok. Basit bir olay var burada, o da şu: Yakın zamana kadar Müslümanların imanı ‘tamam, kabul ediliyor’, zaten onların da şüpheleri yok. Herkes Müslüman. Ailemiz Müslüman, çevremiz Müslüman, Sultanımız Müslüman… Bir gün oturup da ‘Nereden çıktı bu? Meleklere niye inanacağım? Hiç öyle bir şey görmedim uçan, kaçan, köşelere saklanan varlıklar? İnanmış. Neden? Kur’an öyle söylüyor, Kur’an söylüyorsa doğrudur’ diye. Niçin? Kur’an hakkında genel bir iman var. Kur’an iman esaslarından bahsediyor, iman edenlerin mutlu olacağından söz ediyor, ‘ben de iman ediyorum, bunu yaşıyorum, tamam’ diyor. Öldükten sonra tekrar dirilmek mi? ‘Kur’an diyorsa tamam doğrudur’, diyor.”
“Sonuç olarak müfessirler kendi zamanlarında meydan okuyucu bir itirazla karşılaşmayınca Kur’an’ın, iman hakikatlerinin temellerini atan yönüne bakma ihtiyacı hissetmemişler. Benim vardığım sonuç bu! Art niyetlerinden, kabiliyetsizliklerinden, tembelliklerinden, ellerinde kaynak olmadığından değil. Adam hayatını vermiş, yarım asır Kur’an’la meşgul olmuş. Şu kadar cilt Kur’an tefsiri yazmış. Bulabildiği her kaynağı değerlendirmiş. Çalışkan insanlar, gayretli insanlar. Ama ortada iman konusunda hastalık olmayınca tedaviye yönelik çaba içine girmemişler.”
“Hani ortada benim ‘ölüm meleği’ dediğim virüs var ya. İnsanları ziyaret etmeye başladı ya, ‘Hey! Ne yapıyorsunuz, siz çok daldınız, bu dünyanın gerçeklerinden uzaklaştınız, göremeyeceğiniz küçüklükte olan ben size bunu göstereceğim’ diyor. Hoş geldiler, safa geldiler. Memnunuz ziyaretlerinden ama gelmesini istemiyoruz, ziyaretleri bir hakikat, bir ihtiyaç göstergesi. ‘Aleykum selam’ diyoruz geldikleri zaman, ‘mesajınızı aldım tamam, güle güle’ demek lazım. Geldi bu ölüm meleğinin temsilcileri. İnsanlar ‘İlaç buluyoruz, aşı buluyoruz’ dediler. Bak, aradılar. Önceden böyle bir arama var mıydı? Yoktu. Neden? Böyle bir problem yoktu ki. İşte Üstadın, Risale-i Nur’un yaptığı yenilik bu: Problemi tespit edip ‘Şimdi bu probleme Kur’an’dan çare olması lazım, çünkü Kur’an ben rahmetim, şifayım diyor’ şeklindeki yaklaşım. Bir de Allah’ın yani şu kainatı yaratanın mutlaka bu konuda bir çaresinin, bir çözümünün olması lazım düşüncesi. Nedir o? Haydi bakayım Kur’an’a, şimdiye kadar ihtiyaç duyulmayan -bakın, insanların ihmal ettiği değil, tefsir yazanların cehli değil-, bakılmayan noktadan Kur’an’a bakınca meselenin can damarını yakalıyor. Tecdîd budur, benim görebildiğim kadarıyla!”
“İnsanlar, ‘imanın gerçekliğini Kur’an nasıl izah ediyor, bize nasıl gösteriyor, bunun çarelerini hangi yollarla ortaya koyuyor’ sorusuna odaklandıkları zaman Kur’an başlıyor konuşmaya: ‘İkra! Bismi Rabbike’llezi halak: Yaratan Rabbinin ismiyle oku!’ Tamam, yoksa ‘Muhammed (asm) topluma bakınca çok üzülüyordu, adaletsizlik vardı, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu, -bunun örneklerinin çok sınırlı olduğu belli, aksi halde o coğrafyada neslin devam etmemesi gerekirdi-, vs. diyerek mübalağa yapmanın anlamı yok. ‘Efendim Hz. Muhammed bunun derdinde idi’. Zannetmiyorum. Niye? Bunlar insanların kendilerinin varlığını sorgulayan bir temeli olmadığından dolayıdır. Yani ‘Ben bu dünyada niye yaşıyorum’ bilmiyor filan. Tutturmuş gidiyorlar. Zaten putperest insanlar, din hakkında doğru dürüst bilgisi olmayan, ilkel bir toplum. Ama insanlara değer veren kabileci bir toplum.”
“Şimdi bu toplumun temel yapıları nedir, temel soruları nelerdir? Ben niye varım, bu varlıklar neyin nesi, insanların sonları nedir, ne olacak?’ gibi hususlardır. Mesele sosyal sorunlar olsa bir şekilde ilgili mercilere getirilir, halledilirdi. Hz. Muhammed’in mağarada ne işi vardı? Niye Mekke’ye şu kadar mesafede bulunan Hira’ya çekilip tefekkür ediyordu? Sosyal problemler dedikleri alışılmış bir hayat var, öyle bir problem de yok yani. Kabile kavgaları var da, insanlar sürekli birbirlerini öldürüyor falan değil. Çünkü Mekke o zaman kabile kavgalarının çok fazla olmadığı bir yer. Zira Kureyş’e bütün kabileler saygılıydı, onlar Ka’be’nin hizmetinde bulundukları için.”
“Mübalağa etmemek lazım; ‘işte çok büyük inkılap oldu, sosyal hayat değişti’ vs. diye. Sosyal hayat Medine’de değişti. O çok sonraki hayat. Temelde demek ki, Hz. Muhammed insaniyetini kullanarak büyük sorulara cevap arıyordu, onların peşinde idi: Ne oluyor bu dünyada? Niye varız ki? Varlık nedir vs. diye problemi tespit edince, iman noktasından bakınca hakikate giden yol açılmaya başladı. Mesela benim yaşadığım yerde ana problem, ‘Niye bunlar Müslüman değil’ vs. değil; bunlar niye var olduklarını düşünmüyorlar, düşünmek istemiyorlar, tutturmuş gidiyorlar. Robot insanlar. Bu beni üzüyor. Niye? Çünkü hayatın manasını bilmiyorlar. Yoksa haksızlıklar var vs. değil. Burada Türkiye’deki haksızlıkların yüzde biri bile yok. Herkes birbirine saygılı. Öyle zulüm vs. yok. Ben bunun nesini problem edineceğim? Ama adamların ‘varlık’ diye problemi yok. Böyle tutturmuşlar. Bu benim problemim.”
“Problem değişince insanın arayışı da değişiyor. Yani bir odaya girdiğiniz zaman masayı arıyorsanız iğneyi göremezsiniz; iğneyi arıyorsanız masayı göremezsiniz, dikkatinizi çekmez. Küçük noktaları ararsınız. İşte Hz. Muhammed mağarada iken melek gelmiş, üç defa sıkmış vs. tamam da bunlar ne demek? Sıkmış da ne olmuş diye bunları sormaya başlıyorsanız, ‘Oku!’ emrini, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku’ mesajını anlamaya başlıyorsunuz. ‘Tamam, yaratılışı okuyarak Rabbimizi tanıyacağız’ diyorsunuz. Peki müfessirlerden bunu söyleyen yok mu? Yok, Üstad’dan başka yok. Niye? O, bu çağın temel problemini gören tek kişi. Problemi böyle görüyor, ona göre okuyor. Yoksa diğer ulemanın yaptığı gibi gramer bilgisidir, belağat kurallarıdır vs. bunları bilmeyen birisi değil ki. Yaptığı tahlillerde bu açıkça görülüyor. O bu ilimleri dikkate alıyor. Ama problemi çözmek üzere, probleme çözüm bulmak üzere Kur’an’a bakıyor. Niçin? Kur’an’ın o noktada ne teklif ettiğinin farkına varmak için. Öyle de oluyor. Kur’an’ın usulünü açıkça müşahede etmeye başlıyor. ‘Yaratan Rabbin adına yani Onun ismiyle mahlukata bak’ diyor Kur’an: ‘Ey Muhammed! Sen problemlerine cevap aramak, bunların Varlık Kaynağı kim olabilir diye bir analiz yapmak için mahlukata, yaratılmışlığa bak, o zaman Yaratıcını tanır, bu suretle kendinin niçin var olduğunu öğrenmeye bir yol bulursun!’ İşte bu geçişi yapan Bediüzzaman, problemi tespit ettikten sonra ta Van’dan İstanbul’a geliyor ve Sultan Abdülhamit’e, ‘Şu yıldız sarayını medrese yap, eğitim yok, eğitim yok’ diyor. ‘Eğitim yok, sen ne ile uğraşıyorsun sanki? Saltanatını kaybetmemek, ailenin geçimini kaybetmemek için çalışıyorsun’ –ki çok geçmeden bir zalimin eliyle her şeylerini kaybettiler, belli bir şeydi olacağı, adalet-i ilahiye gerçekleşti-. O böyle söyleyince saray çevresi, ilgililer güldüler, ‘Bu adamın aklından zoru var, hastaneye yatırın’ dediler. Onu dağdan yeni inmiş birisi zannettiler. Halbuki o, Van’da Tahir Paşa’nın konağında yayınları 15 yıl boyunca izleyerek İstanbul’da olup bitenleri takip ederek, İstanbul’un nabzını Van’dan tutuyordu.”
“Üstad, dinsizliğin girdiğini, kol gezdiğini biliyordu. Tabiat Risalesi’nin başında, ‘Ehl-i imanın bile damarlarına zındıkanın işlediğini gördüm’ diyor. 1923’lerde yazdığı kitabının başında. Hatta aynı hususu daha önce de yazmıştı. O dönemlerde Osmanlı’nın kurduğu okullarda Alman naturalizminin kitapları okunuyordu. Yatılı okuyan öğrenciler yatakhanelerinde gizli gizli bu tür kitapları okuyorlardı. Dinle ilgileri kalmamıştı. Entelektüel tabaka orada yetişiyor. Entelektüel tabakanın dinle ilgisi yoktu. Medrese mensuplarının takdim ettiği din ancak aptalların kabul edeceği bir anlayış gibi görünüyordu. Yani ‘denilenleri yap, günahlardan bağışlanma dile, devam et’. Düşünmesini bilmeyenlere söylenecek sözler. Yoksa onları sorgulayanlara söyleyecekleri bir şey falan yok.”
“Nitekim mesela Galata Saray Lisesi’ne itikat dersi koymuşlar. Kim takar itikadı? İtikat dersi verecek hoca bulamadılar. Çocukların alaylı sorularına cevap veremiyorlardı. En çok devam eden hoca dört ay dayanabiliyordu. Bunlar o okulun tarihinin anlatıldığı kitaplarda var. Biz Osmanlı falan deyip duruyoruz da kuru hamaset. Hatta palavra. Her şeyimizi yitirmiştik, hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Onlar da askeri eğiterek, Avrupaî kıyafetler giydirerek problemlerin çözüleceğini zannettiler. Üstad bunların hepsini gördü, bunların farkına vardı. Onun için ‘çığır açan Kur’anî bir usul takip etti’ dediğimiz olay gerçekleşti. Yoksa yeni bir şey değil. Ama hastalık yeni. Virüs yeni. İslam aleminde yeni, zira Batı’da iki-üç asırlık mazisi vardı. Şimdi bu virüs İslam alemine gelmiş, okullardan başlayarak yayılıyor. Şimdi kahvehane olarak işlev gören yerler kıraathane idi. Oralarda İstanbul entelektüelleri toplanıp kitap okuyorlardı. Sultan’ın hafiyeleri anlamasın diye Fransızca sohbet ediyorlardı. Oralarda hep dinsizlik çalışmaları yapılıyordu. Üstad ‘naturalist’ diye anılan bu kimselerin ne yaptıklarını biliyordu. Bütün bunlar dönemin sosyal tarihini anlatan kaynaklarda var, anlatılıyor. İşte onun için Üstad’ın ‘Tecdîdi-i iman yapmakla mükellefiz’ dediği bu. Yani yenilenmesi için, tazelenmesi için problemlere cevap verecek şekilde tefsir yapılması lazımdı. Benim anladığı bütün mesele bu idi!”
“Bunu görmek zor değil. Problemlerden kaçmamalıyız. ‘Biz müslümanız’ diye hemen kimliğimize sığınmamalıyız. ‘Ben buna neden inanıyorum, ben Hz. Muhammed’in peygamberliğini nereden biliyorum’ demeliyiz. Onun adı anlınca hemen “Allahümme salli ala Muhammed’ dediğimizde onu tanımış mı oluyoruz? ‘Allah’ın peygamber diye birisini görevlendirmeye neden ihtiyacı olsun ki?’, keza ‘O niye peygamber olsun ki’ diye sormadıkça ne Kur’an’dan iman eğitimi alırız, ne Risale-i Nur’dan. Nitekim bunu soramayanlar bu tür dersler için bile, ‘herkes inanıyor, inanmıyor gibi tahkike her zaman gerek var mı’ diyorlar.”
“Üstad, çevresindeki insanlara ‘selamün aleyküm’ diyor ama hiçbirisi ile ders yapmıyor. Onlardan ‘Üstad bana veya bize yarım saat Kur’an’dan şu dersi yaptı’ diyen yok. Bir soru sormuşlarsa Üstad cevap veriyor, o kadar. Neden? Çünkü onlar arasında -küçümsemek için söylemiyorum- Üstad’la konuyu müzakere edecek seviyede kimse yok. Ama Üstad’a ‘hizmet arkadaşı’ oluyorlar. Fedakar, samimi insanlar. Bu zatların Risale-i Nurların bizlere kadar gelmesinde büyük katkıları var, Allah hepsinden razı olsun. Ama bu demek değildir ki bunlar Üstad’ın ders arkadaşıdır. Hayır! Hizmet arkadaşıdır. Yani onlara düşen görevi onlar yapıyorlar. Risaleleri yazıyorlar, çoğaltıyorlar, dağıtıyorlar vs. Düşünmek, tefekkür etmek, telif etmek Üstad’ın işi. Üstad da onu yapıyor.”
“Mert olmak lazım. ‘Bunlar Üstad’ın ders arkadaşları idi’ vs. deyince ne dediğimizin farkında olmalıyız. Çünkü Üstad’ın kapasitesinde Kur’an’a bakacak kimse yok. Bazıları okur-yazar bile değil. Birkaç tane belki medrese kökenli kişi var. Medreseden getirdiği bilgileri imana dönüştürmeye çalışan kimseler. Çok iyi niyetli insanlar. Risale-i Nur’u anlamaya çalışarak çok şeyler öğrenmişler ve bu kitapların önemini takdir etmişler. Onları çoğaltıp, dağıtıp, çevrelerindeki insanlarla paylaşmayı hayatlarının merkezine almışlar. Her ne ise… Sonuç olarak Risale-i Nur’un etkili oluşu nereden geliyordu? Bu belli. Müellif hastalığı teşhis etmiş. Aşı üretmek için Kur’an laboratuarına girmiş; orada çare arayan kişi o!”
“Dikkat etmemiz lazım. Biz de kendimizi ona göre hazırlayacağız. Sadece Allah’a iman konusunda değil, imanın diğer esaslarında, sünnet-i seniyye konusunda, şeair konusunda, ibadetler konusunda insanların itimadı kalmadı. O ihtiyaca göre okumayı bilmemiz lazım. Yoksa herkes Müslüman, herkes Risale-i Nur’u biliyor. Buradakiler Risale-i Nur’u benden daha iyi biliyor. Eğer biz burada bildiklerimizi tekrarlayacaksak neye ders yapalım ki? Ya ne yapmamız lazım? Hastalığa cevap verecek şekilde hazırlık çalışması yapmamız lazım. ‘Ya, bu insanlar ateist’ vs. diye elimizin tersiyle kimseyi iterek geçip gidemeyiz. Derslerde bir arkadaşın dediği gibi ateistler kurumsallaşmışlar. Uluslar arası bağlantılar kurmuşlar, dernekleşmişler, yayın faaliyetleri içine girmişler vs. Biz 40-50 yıldır Ha-mim derslerinde bağırıp duruyoruz, ‘gençlik gidiyor’ diye. Artık ‘gidiyor’ değil, ‘gitmiş’. Müslümanlar da kafayı kuma sokmuş, işine gelen yerde ‘kuşum’, işine gelmeyen yerde ‘deveyim’ diye oyalanıp duruyor. Sonuç olarak savunma yapmak için bahanelere sığınan konuşmalar yaparak kendimizi boğmayalım, Açalım, açılalım, Risale-i Nur’daki Kur’anî usul açısından kendimizi donatıp hem kendimize hem de en yakın çevremizden başlayarak başkalarına yardımcı olmaya çalışalım”.
Hem dinî açıdan yakın dönem tarihine kuş bakışı atıf yapan hem pratik açıdan sorumluluklarımıza dikkat çeken bu uzun, etkili, bir o kadar da istifadeli müzakere için gerek müzakereciye gerekse bütün katılımcılara burada teşekkür etmek istiyorum. Allah razı olsun.