Geçen hafta sonu yapılan müzakereli bir derste, verilen bir temsilden hareketle, kainat bir saraya benzetilerek, saray sahibinin görevlendirdiği Resûlün işlevi ortaya konulurken geçen, “… O yaver, saraya girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuûna karşı, marziyâtı ve arzuları dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin” cümlesindeki, “görünmeyen sultan” fıkrasıyla ilgili olarak benim çok istifade ettiğim bir müzakere ortaya konuldu. Kayıtlardan ikinci kez dinlediğimde (https://www.youtube.com/watch?v=nmi3yOsB6-8) paylaşmaya değer gördüğüm müzakere, esas itibariyle “Yaratıcının gaybîliği” gibi çok merkezî bir konuya, çok insanî ve çok makul bir açıklama getiriyor diye gördüm.
Müzakere şöyle başlıyor: “Metinde, ‘görünmeyen sultan’ tabiri geçiyor. ‘Ne demek bu, sultan niye görünmüyor’ diye sorulduğunda, Risalelere aşina olanların verdiği cevap, ‘Zira O gaybîdir’ şeklinde oluyor. Bu cevaptan sonra insan aklı tekrar soruyor, ‘Peki, neden gaybîdir?’ Buna odaklanmak gerekiyor. Biz biliriz ki, bir sanatın sanatkârı, sanatın içindeki elemanlar tarafından görünmez, görünemez. Çünkü onlar sanatın parçalarıdır, sanatkârın ‘varlık boyutuna’ ulaşamaz. Söz gelimi, önümüzdeki bir alet, elimizdeki bir telefon sanatkârını içinde barındıramaz. Bu bakımdan sanatkârı, sanat cinsinden tarif edemeyiz. Bu husus, vahyin bize öğrettiği en temel hakikatlerden birisidir…”.
Müzakere somut bir örnek üzerinden şöyle devam ediyor: “Şu anda masamda bir bilgisayar var. Bu bilgisayarın bir klavyesi var. Klavyede bir harf var. Bu harfle ilgili olarak derim ki, ‘bu klavyeye şu fonksiyonu icra etmek üzere şu harf konulmuş. Zira bu harf kendisi gelip oraya yerleşemez, o harfte böylesi bir tercihi yapacak özellik görmüyoruz. İnsan aklı bunu kolayca kabul eder. Peki, bilgisayar, işletme sisteminden klavyesine, klavyeden oraya konulmuş bir harfe kadar mühendisinin bilgi, tasarım, irade gibi özelliklerini göstermiyor mu? Her insan anlar ki gösteriyor. Yani bilgisayar, sanatkârının özelliklerini yansıtıyor ama ne bilgisayarın bütününde ne bir parçasında sanatkârını görmüyoruz, göremeyiz. Çünkü bilgisayarın yapıcısı bilgisayar cinsinden değil, olamaz. Bunu kolayca anlıyoruz. Tekrar o harfe dönersem, bilgisayara baktığımda, ‘bu harf buraya konulmuş’ derim, bilgisayarın ustası açısından düşündüğümde, ‘bilgisayarın yapıcısı bu harfi bir maksatla oraya -konulmuş değil-, ‘koymuş’ derim. İlk cümlem pasif, ikinci cümlem aktiftir yahut ilk cümlem negatif, ikinci cümlem pozitiftir. Bu yüzden Kur’an’ın en büyük mesajı olan ‘lâ ilahe illallah’ ifadesinde ilk fıkra yani ‘lâ ilahe’ ibaresi negatif, ikinci fıkra yani ‘illallah’ ifadesi pozitiftir…”.
Müzakere, tekrar gibi görünen ama konunun zihinde pekiştirilmesini sağlamak üzere şöyle devam ediyor. “Yapılmışın yapıcısı hiçbir zaman yapılmış cinsinden olamaz. İnsan mantığı şunu söyler: ‘Yapılmış cinsinden olan şey yapılmışın bir parçası olur, bu durumda, ‘onu kim yaptı, onu buraya kim koydu’ diye sormak gerekir. Madem aklen ‘sanatın sanatkârını sanat cinsinden tarif edemezsin, o halde kainat sarayının sanatkârı da zorunlu olarak ‘kainat cinsinden tanımlanamaz olan’ olacak, ‘o sanatın içinde görülemez olan’ olacaktır…”.
Müzakere, konuyu aklî bakımdan çok sağlıklı olarak temellendirdikten sonra bazı ayetlere göndermede bulunarak şöyle sürüyor: “Kur’an’da bazı ayetler var ya, geçmişte bazı kişi ya da toplulukların, ‘Biz Allah’ı yüz yüze görmedikçe inanmayacağız’ dediklerini ifade eden. Kuran bunlara nasıl cevap veriyor? ‘Ben kendimi size gösterivereyim de, siz de iman edin’ mi diyor? Hayır. Ne diyor ya? ‘Siz azabı gördüğünüzde anlayacaksınız’ (Bakara Suresi, 2: 55). Neden? Çünkü ‘Size verdiğim insanî özellikleri kullanıp da Beni yaratık cinsinden, yaratık içinde, yaratıkların kapasitesi dahilinde görmek gibi sizin bu özelliklerinizin kabul edemeyeceği bir teklifi getirmekle, benim size verdiğim özelliklerinizi inkar ediyorsunuz. Onun için sizin bu çarpık davranışınıza yıldırım çarpmasıyla karşılık veririz’, demiş oluyor. Yani insanın kendi gerçekliği ile çelişmesine işaret ediliyor. Zira insanın görevi ve maksadı -ki iman budur-, insanın kendi gerçekliği ile çelişmeyeceği bir sonuca ulaşmasıdır. Eğer insan kendi gerçekliğini reddetmezse, kendi gerçekliğine uygun bir sonuca ulaşmayı tercih ederse, o takdirde Yaratıcının, yaratılmaya muhtaç olan şu kainat cinsinden olamayacağını, yani ‘gaybî’ olduğunu anlar. İnsanî özelliklerimizi kullanarak kainata baktığımızda, gözlemlediğimiz özelliklerin ancak onu varlık alemine getirenin özelliklerinin yansıması olduğunu anlar ve onaylarız. Kainatın Yaratıcısını, kainatta gözlemlenen özellikleriyle tanıyıp, Onun varlığının zorunlu olduğunu tasdik etmektir ‘gayba’ iman. Ben de Peygamberden O gaybî Yaratıcıyı benim içinde yaşadığım kainata yansıyan özellikleriyle tanıtmasını beklerim. Yoksa Peygamber Onu getirip de insanın kafasının içine sokacak değil ya! Bu, insanın gerçekliğine tamamıyla aykırı olur. İnsanın hakikatine uygun olan, fiilen vahyin ve Resûlün de yaptığı, yapmakta olduğu şey, bana Yaratıcıyı sanat eserleriyle gösterip tanıtmak; benim yapmam gereken de bunu insanî özelliklerimle düşünüp kavrayarak tasdik etmem ve bu tasdikin gerektirdiği tavırları Resûlün örnekliğinde gerçekleştirmeye çalışmamdan ibaret olacaktır, olmalıdır…”.
Müzakere benim de samimiyetle içimden “amin” dediğim şu mealdeki dua ile bitiyor. “Rabbimiz, hepimize, daima aklımızı ikna, kalbimizi tatmin edecek sonuçlara ulaşmayı ihsan etsin”.