Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu yapılan (12. 11. 2022) Şualar dersinde İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Özellikle aşağıdaki parça ile ilgili olarak çok yararlı tefekkürler paylaşıldı:
“…Bu makamda diyorsun ki: “Kâinatı hüsün ve cemâl ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?” Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir. Meselâ, vâhid-i kıyâsî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikati bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasıl ki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de, cüzî şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez. Amma, fena ve zevâl ve mevt ise, Yirmi Dördüncü Mektupta gayet kuvvetli ve katî bürhanlarla ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümûllü hayra münâfi değiller; belki muktezalarıdırlar. Hattâ şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücadeheye sebep olduğundan, o nevin icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hattâ kâfir, küfürle bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 27).
Moderatörün de işaret ettiği üzere, müellif önceki paragraflarda kainatta kusursuz bir düzen, harika bir uyum ve eşsiz bir güzellik bulunduğunu, varlıkların bu düzen, uyum ve güzelliğe kaynaklık edemeyeceğini, dolayısıyla bütün bunların “mutlak ve bir olan” Yaratıcının bulunduğunu açıkça gösterdiğini ifade ediyor. Ardından zorunlu olarak akla gelen ve “kainatta bazı çirkinlikler, musibetler, belalar olduğu” sorusunu gündeme getirerek özgün tahliller yapıyor. Özetle ifade etmek gerekirse, güzelliklerin görünmesine yol açan ve sonuçları bakımından türlü güzelliklere vesile olan “çirkinlik”in gerçekte çirkinlik olmadığını, tam tersine böyle bir çirkinliğin olmamasının asıl çok yönlü çirkinlik olacağını belirtiyor. Bize şer ve çirkin gibi gelen “cüz’î şeyler”in neticede “külli” yani çok yönlü hayırların ve güzelliklerin ortaya çıkmasına vesile olduğunu; dolayısıyla bunların yaratılmasının “çirkin” ve “çirkinlik” olmayıp doğurduğu sonuçlar bakımından “güzel” olduğunu dile getiriyor. Peşinden yağmur örneğini vererek nazari açıklamayı daha anlaşılır kılıyor.
Derste, metinle bağlantılı olarak “şer problemi” yahut “kötülük problemi” ile anılan konu ve bu konuyla bağlantılı olarak metinde geçen “vâhid-i kıyâsî” kavramı üzerinde oldukça faydalı müzakereler ortaya konuldu. Ben bunların tamamını ilgili kayda (https://www.youtube.com/watch?v=GUJUGbnj-Sc) havale edip bir kısmını aktarmak istiyorum. Bir müzakereci şunları söyledi: “Bizim önce prensip olarak şunu anlamamız gerekiyor: Hem Kur’an, hem onun takipçisi ve tefsiri olan Risale-i Nur, ‘yaratma konusunu’ Yaratıcıya bakan açısından değerlendirir, insanın yaratılanlarla olan ilişkisini de insana bakan açıdan değerlendirir. Bu prensibi unutmamak gerekiyor. Yoksa Kur’an da Risale-i Nur da kendi içinde çelişkilerle dolu zannederiz. Mesela ayetlerde, bir yerde ‘her şey benim elimde’ diyor, başka bir yerde ‘sen şöyle yaptın, sen böyle yaptın’ diyor. O zaman da ‘hani her şeyi Sen yapıyordun?’ gibi çıkmazlara girmek zorunda kalıyoruz. O yüzden bu prensibi daima göz önünde bulundurmalıyız diye düşünüyorum.”
“Tekrar prensibe işaret etmek gerekirse, yaratma işlemi daima Yaratıcı açısından, Yaratıcısını tanıtması açısından değerlendirilir. Ama yaratılanlar karşısındaki ilişkiler ise insan ile yaratıklar arasındaki ilişkiler açısından değerlendirilir. Dolayısıyla bir şeyin yaratılması ayrıdır, benim o şeyi sevmem ya da sevmemem ayrıdır, ayrı perspektiflerdir. Eğer bir şeyi sevmiyorsam bu, bendeki sevmeme duygusundan dolayıdır; bana verilen irade-i cüz’iye ile ben bu duyguyu serbestçe doğru ya da yanlış seçim yaparak kullanırım. Yoksa bir şeyi sevme yahut sevmeme duygusunu ben de var edemem, kainatta hiçbir şey de onun varlık nedeni olamaz. Şimdi insan ‘yaratılma’ açısından baktığında, insan irade-i cüz’iyesini kullanacak, insanî duygularını kullanacak ve o yaratılanda görünen özellikler aracılığıyla o şeyin Yaratıcısını tanıyacak. Mesela ben hastalığı sevmiyorum veya virüsü sevmiyorum. Benim virüsü sevmemem ayrıdır, onun yaratılmasının ancak sonsuz Kudret gerektirdiğini idrak etmem ayrıdır. Benim sevmeme duygumun Yaratıcısının kaynağını anlamam da ayrıdır. Kısa kesiyorum bu sonuçları, daha önce temellendirildiği için.”
“Dikkat etmek lazım, buradaki dil, Kur’an’daki birçok ayetin dili, insan ile kainat arasındaki ilişkinin değerlendirilmesiyle ilgilidir. Yani şöyle demek: ‘sen virüsü sevmeyecek şekilde yaratıldığın için virüsü sevmiyorsun ve sevmeyeceksin. Yaratılışının gereği onu sevmeyeceksin. Ama sevmediğin zaman kaçınılmaz olarak olumsuz bir tavırla sorgulayacaksın; ‘bu benim sevmediğim şey burada niçin yaratılmış?’ diye. Konunun özünde böyle bir incelik görünüyor. Bu birinci madde. İkinci madde ‘hayır’ sözcüğü. Bu kelime Kur’anî bir terim olarak var edilen her şey için kullanılır. Yani ‘hayır’dan söz ediyorsak o şeyin tanım gereği yaratılışından bahsediyoruz demektir. Bir şey öyle yaratıldı ki, o şeyin varlığı hayırdır. Neden? Bunu Kur’an’ın genel öğretisi içinde değerlendirmek gerekiyor. Kur’anî öğreti çerçevesinde değerlendirdiğimizde; ‘eğer bir şey var ise o şey, onu Var Edeni insana tanıtmak için vardır. Bu gaye, bu maksat insanın var oluş maksadına ulaşması için güzeldir, hayırdır. Onun için Kur’an’da ve Risale-i Nur’da aynı ifadeler kullanılır: ‘Yaratılan her şey sizin için güzeldir, hayırdır’. Senin yaratılış maksadına göre de güzeldir. Onun için güzellik tanımını çok iyi yapmak lazım. Bir şey yaratıldığı için güzeldir; çünkü Yaratıcısını gösteriyor. Yaratıcısını göstermesi yaratılış maksadının gerçekleşmesi demektir.”
“Virüsün yaratılışında, onun Yaratıcısını ‘beni ancak sonsuz özelliklere sahip olan yaratır’ şeklindeki ilanı -Kur’an’ın ifadesiyle- tesbihi olduğu için, onun yaratılması benim onu gözleyip incelediğim, ‘bu virüsü ancak sonsuz ilmi, sonsuz kudreti olan yaratabilir’ sonucuna ulaşmam varlığın maksadıdır, yaratılışın maksadıdır, yaratma işleminin maksadıdır, insana verilmiş olan duyguların değerlendirilmesinin maksadına uygundur. Maksat hasıl olmuştur, güzeldir. Onun için Risale-i Nur’da ‘ne ki vardır, hayırdır’ denir. Sonra devamında ‘ne ki yoktur, şerdir, ademîdir’ denir. Dolayısıyla şer ademîdir demiş olur. ‘Şer’ dediği yerde yaratma açısından bahsetmiyor demektir. Ya? İnsanın kendisine verilen duygular tarafından sevdirilmediği yönünden bahsediyor demektir; yani bu bahis ‘ondan uzak dur, ondan kaçın’ maksadıyladır.”
“Neden böyle bir durumdayız? Çünkü o sevdirilmeyen durumlar vâhid-i kıyâsî olacaklar. Şimdi dikkat ediyoruz, bir hayır var, bir de vâhid-i kıyâsî olsun diye o şeyin yanında biraz karışmış şer var değil. Yaratma açısından her şey hayırdır. Mesela toplumda hayatı boyunca sürekli olarak hasta olan insan sayısı oldukça nadirdir, azdır. Bir adam bir-kaç gün hasta olur, sonra iyileşir vs. Onun için azdır. İnsanın genel yaşayış şartlarına göre azdır. İşte insana göre az olan yaratma açısından değildir. İnsanın yaratılanlarla kurduğu ilişki açısındandır. Bunun sağlanması için, insan tarafından sevilmeyecek olan nitelikte fakat yaratılması hayır olan bir yaratılış türü gerçekleşiyor bu dünyada. ‘Bunu vâhid-i kıyâsî olsun diye yaratıyorum’ diyor. Ne demek bu vâhid-i kıyâsî? Önce şunu iyi anlamak lazım: Vâhid-i kıyâsî bir ölçü birimi, bir tartı birimidir. Ki, ölçtüğü, tarttığı şeyin cinsinden değildir. Mesela büyük bir terazi -diyelim ki- kantar, tarttığı tonlarca eşya ile kilo veya ton diye andığımız ölçü birimi arasında hiçbir ilişki yoktur. Yani tarttığı şey -diyelim- buğday olsun, kantarın niteliği ayrıdır, tarttığı buğdayın niteliği tamamen farklıdır. Vâhid-i kıyâsî olsun diye azıcık şerler yaratılmış değil. Vâhid-i kıyâsî mesela elinize uzun bir metre alırsınız veya kafanızdan böyle bir ölçü geliştirirsiniz, buradan milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksilerin mesafesini ölçersiniz. Ama bunun galaksiler ile, senin ile, kafanda metre diye kurduğun uzunluk birimi ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bizim ölçü birimi olarak tasarladığımız metrenin varlıkta da yeri yoktur. Metrenin ya da kantarın fiziki olarak metalden yapılmış bir alet olarak varlığından bahsetmiyoruz. O vardır. Fakat bizim onu tasarlayıp da bir ‘ölçme aleti’ olarak değerlendirmemiz yalnızca bizim duygu dünyamızda vardır. Başka toplumlarda daha farklı ağırlık birimleri kullanılabilir. Tamamen bizim kabullerimize göre değişen bir birimdir. Yaratılan her bir şeyde ‘ağırlık’ özelliği vardır. Fakat kainatta yaratılmış bir ‘kilo’ veya ‘pound’ birimleri yoktur. Ancak bizim tasarımlarımızda varlıktaki ‘ağırlık’ özelliğinin farklılığını fark etmemiz için vardır. Bunlar bizim farazi kabullerimizden ibarettir. Yani vâhid-i kıyâsî mahluk değildir. Yalnızca kurulu düzende insanın, insan açısından yaratılışı şer gibi olan, ama insan bakımından gerçekten kaçınılması gereken kötü bir şey olan, mesela virüs ile virüssüzlüğü anlama vesilesi olmasıdır. Bakın kainatta ne kadar virüs var ama ne kadar da temiz hava, temiz atmosfer var. Toprağın altından çıkıp gelen bitkiler ne kadar güzel, ne kadar temizdir! Yaratılışta, yaratılışın içinde şer yoktur! İstediğiniz kadar o toprağa pis şeyler koyun, gübre koyun; onun içinden çıkan sebze, meyve hiçbir pislik bulaşmadan tertemiz gelir. Hatta orada tam ters bir durum var. Sen ne kadar gübre koyarsan ürünler o kadar güzel, o kadar lezzetli çıkar. Şimdi o gübreler kullanılmayıp fabrikasyon gübreler tercih edildiği için yiyeceklerde eski tat ve lezzet de yok. Tezat, tezat… İnsanlar anlasın diye. Bu da bir incelik”
“Şimdi insana göre vâhid-i kıyâsî kendisinin sevmediği şeyleri sevdiği şeylerle kıyaslamak, ölçmek içindir ama kendisinin duygusunun yaratılmasında yani bu şekilde yaratılmasında şer yoktur. İşte bu anlatılmak isteniyor bu metinde. Meselenin kilit noktası burası! Senin bazı şeyleri sevmeyecek şekilde yaratılman ve sevmediğin mesela virüsün yaratılması yaratılış açısından mutlak hayırdır ama senin böyle bir ortamda yaratılman sana göre şer; ama sana ölçü birimi olsun diye verilmiş bir imkandır. Bu çok incelikli noktayı insan açısından, yaratılma açısından, Yaratıcı açısından bakış açılarını ayırt etmediğimiz zaman işin içinden çıkamıyoruz.”
Dersin devam eden bölümlerinde konunun değişik boyutlarıyla ilgili müzakereler devam etti. Metinde konu devam ettiği, ders süresi de kısıtlı olduğu için konunun ‘ahiret hayatının zorunluluğu’ ile ilgili kısma değinilemedi. Şunu açıkça ifade etmek gerekir ki ahiretin varlığının zorunluluğunu dikkate almayan “varlık görüşü” şer problemini çözemez. Bu bakımdan, böyle bir hayatın varlığını inkar eden materyalist dünya görüşü için şer problemi çözümsüzdür. Öte yandan ifade etmem gerekir ki, dersten sonra inançsızların en büyük mazeretlerinden birisi olarak ileri sürülen “şer problemi” ile ilgili olarak zihnim daha da berrak hale geldi. Metinden ve yapılan müzakerelerden anladığım kadarıyla alemde yaratılış açısından “şer” ya da “kötülük” yoktur. Bizim kendimizin yaratılışında şer veya hayır diye ayırım yapacak özellikler var. Bu özellikleri bizim irade-i cüz’iyemiz ile kullanmamız vardır, gerçektir. Dolayısıyla bu ‘seçme’ özelliğimizi kullanarak şerden kaçıp hayırları seçmek görevimizdir. Yani şer olarak yahut kötülük olarak gördüğümüz şeyler vardır; onlardan kaçıp koruncak şekilde irademizi kullanmamız gerekir. Bunlar da esas itibariyle “sevmediğimiz, olumsuz gördüğümüz” şeylerdir. Bunları kötü ve olumsuz görmemizin bir sebebi bunlardan kaçınmak ve uzak durmaktır. Diğer taraftan “Yaratıcısına” bakan boyutuyla düşündüğümüzde bunlar bize Onu tanıtan, Onun bize verdiği olumlulukları, güzellikleri fark etmemize yol açan şeylerdir. Mesela hastalık afiyette olmanın varlığını ve değerini anlamaya yarıyor; Yaratıcıyı “afiyet verici” (Muâfî) özelliği ile tanımamızı sağlıyor. Mesela deprem, üzerinde yaşadığımız dünyada, yer küremiz şu kadar hızla hareket ederken ne kadar emniyette bulunduğumuzun farkına varmamızı sağlıyor, Yaratıcının ihtimamını gösteriyor. Derste konuşulmamış olmakla beraber, mesela engelli olarak yaratılan bir bebek, Yaratıcının milyarlarca insanı ne kadar harika yarattığını anlamaya vesile oluyor. Kaldı ki iradesi dışında başına sıkıntı gelen veya dünyaya engelli gelen insanların ahirette ayrı bir dereceye ulaştırılacakları bizzat Peygamber tarafından müjdeleniyor (Müslim, “Birr”, 51, 52) Son olarak şuna da işaret etmek gerekir ki, tefekkürüne iktibasta bulunduğumuz müzakerecinin dersin ilerleyen bölümlerinde dile getirdiği üzere “şer problemi”ni doğru anlamazsak Rabbimizle güvene dayalı ilişki geliştiremeyiz, ümitlerimiz zaafa uğrar hatta Onunla karşı karşıya gelmek gibi psikolojik dengesizliklere duçar oluruz. Allah muhafaza etsin.