Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (05. 11. 2022) yapılan Şualar dersinde İkinci Şua’nın müzakeresine devam edildi. “Allahü ehad İsmi A’zamı”na dair olan bu Risalenin Üçüncü Makam’ında yer alan aşağıdaki paragraf ve devamı hakkında önemli müzakereler gerçekleştirildi:
“İkinci alamet ve hüccet ki ‘lâ şerike leh’ kelimesini intac ediyor; bütün kainatta zerrelerden tâ yıldızlara kadar her şeyde kusursuz bir intizam-ı ekmel ve noksansız bir insicam-ı ecmel ve zulümsüz bir mizan-ı adilin bulunmasıdır. Evet, kemal-i intizam insicam-ı mizan ise yalnız vahdetle olabilir; müteaddit eller bir tek işe karışırsa, karıştırır” (Şualar, İstanbul 2020, s. 25-26).
Moderatörün küçük dokunuş ve açıklamalarla okuduğu metnin hem yukarıdaki paragrafla hem de devamındaki paragraflarla ilgili olarak değerli müzakereler paylaşıldı. Ben bunların tamamını ilgili kayda (https://www.youtube.com/watch?v=4oFkMf8AQ9c) havale edip yukarıdaki paragrafa dair paylaşılan tefekkürlerden bir kısmını aktarmak istiyorum. Söz alan bir müzakereci şunları söyledi: “Görüldüğü gibi metin şirkin geçersizliğini, diğer bir ifadeyle Yaratıcının vahdetini gözlemlediğimiz, içinde yaşadığımız ve bir parçasını teşkil ettiğimiz fizikî alemden yola çıkarak temellendiriyor. Alemin en küçük parçasından en büyük elemanına kadar her şeyde düzen, uyum ve ölçülülük olduğunu, bunun da her şeyin bir elden çıktığını gösterdiğini dile getiriyor. Fakat metin, bunu söylerken çok dikkat çekici ifadeler kullanıyor. Mesela ‘evrende düzen var’ demiyor da ‘kusursuz, en mükemmel bir düzenleme var’ diyor. Yine ‘uyum var’ demiyor da ‘eksiksiz, en güzel bir insicam var’ diyor. Aynı şekilde ‘ölçü’ yahut ‘ölçülülük var’ demiyor da ‘zulümsüz yani haddini aşmayan eşsiz bir adalet/denge var’ diyor. Evrene baktığımız ve -yapabildiğimiz kadarıyla incelediğimizde- buradaki ifadelerin tam da gerçeği yansıttığını anlıyoruz. O zaman varılan sonucun yani kainatın ve kainattaki bütün işlerin ‘tek bir iradenin, tek bir kudretin eseri’ olduğunu kesin bir şekilde teslim ediyoruz.”
“Benim bu vesile ile dikkatimi çeken bir nokta da şu: Müellifin şirki nefyederken doğrudan evrendeki işleyişe dikkat çekiyor ve evrendeki eşsiz düzen ve uyumdan yola çıkarak delillendiriyor bunu. Fakat yakınlarda izlediğim bir televizyon programında din adına konuşan birisi ‘Allah’a şirk koşmayın’ ayetini açıklarken şirkin aynı zamanda araya şeyh, pîr, hoca vs. gibi aracılar konulması anlamına geldiğini, bundan uzak durmak gerektiğini, ayetin bunu beyan ettiğini vs. söyledi. Yani şirkin temelsizliğini varlık aleminden hareket ederek kanıtlamaya dönük hiçbir yaklaşım sergilemediği gibi samimi bazı kişi ya da çevrelerin ‘Allah’a yaklaşma vesilesi’ olarak gördükleri ve itikadî bakımdan hiçbir sorun teşkil etmeyen anlayışı ‘şirk’ kavramının kapsamı içine koydu. İnsan bir kıyaslama yapınca bu eserlerin değerini daha iyi anlıyor diye düşünüyorum.”
Başka bir müzakereci şunu kaydetti: “Az önce söz alan arkadaşın işaret ettiği ayet Kehf suresinin sonundaki şu ayet olmalı: ‘…Velâ yüşrik bi ibâdeti Rabbihi ehaden’. Maalesef bazı kimseler konuyu basitleştirerek, değersizleştirerek, politik gayeleri için araçsallaştırarak belki tasavvuf aleyhtarı çevrelere yaranmayı umarak, en azından cehaletini sergileyerek buradaki ‘ehad’ kelimesine ‘kişi, kimse’ olarak anlam veriyor, ayetin mesajını -deyim yerindeyse- öldürüyorlar. Ayet, önceki cümlecikten başlayarak zikretmek gerekirse şunu ifade ediyor: ‘Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih/yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın’ (Kehf 18/110). Buradaki ‘ehad’ kelimesi ‘hiç kimse’ anlamında değil, ‘hiçbir şey’ anlamındadır. ‘Hiçbir şey’ deyince elbette ‘hiç kimse’ anlamı da ifade edilmiş olur; ama ‘hiç kimse’ deyince çok büyük bir anlam kayması oluyor ve Allah’a inandığı halde eşyaya, varlıklara bir şekilde tesir vermenin şirk olduğu gözden kaçırılıyor. Nitekim aynı kelime ihlas suresinde, ‘ve lem yekun lehü küfüven ehad’ derken de geçiyor. Bu, ‘hiç kimse Ona denk olmaz’ demek midir, yoksa ‘hiçbir şey Ona denk olmaz’ demek midir? Elbette ikincisidir. Zaten ikincisi birincisini de içine alır. Şu halde Kehf suresindeki ‘Rabbe hiçbir şeyi ortak koşmama’ ayetine ‘Rabbe hiçbir kimseyi ortak koşmama’ mealini vermek bir tür cinayettir, Allah bizi böyle cinayetlerden muhafaza etsin.”
Aynı müzakereci şöyle devam etti: “Şirk konusunda ince bir nokta var, gözden kaçırılan, ona işaret etmek istiyorum: Diyelim ki bir şirket kuruluyor. İki türlü ortaklık söz konusu. Birisi şirketin kurucusu olarak ortaklık, diğeri sermaye ortaya konularak yapılan ortaklık. Sermaye tek başına üretimi gerçekleştirmeye yetmiyor. Mühendis vs. de sermayesiz iş yapamıyor. Ortaklık bizin anladığımız mânada iki türlü gerçekleşiyor. Biz devamlı iş yapmadaki ortaklık üzerine vurgu yapıyoruz. Ben de öyle yapıyordum. Ama Risale-i Nurların öyle yapmadığını öğrendik! Zaten ona dikkat çekmek istiyorum. Şimdi, emek sahipleri yani üretim mekanizmasını çalıştıranlar, onların sermayeye ihtiyacı var. Bu yaratma işleminde nasıl olur? Mesela madde var burada, malzeme var burada da, ama malzemeler tek başına binayı yapamaz. Basit örnekler. Fakat binanın ustası da malzemesiz yapamaz. İşte esas kilit nokta da burası! Kelime anlamı bakımından ‘ortak koşma’ demek olan şirkte bizim en çok dikkat edeceğimiz nokta, gözümüzden kaçma ihtimali yüksek olan nokta burada görünüyor! Malzemesiz iş yapamayan usta, ne kadar güçlü, ne kadar maharetli olursa olsun, malzeme yoksa bir şey yapamaz. Bu, insanların kurduğu şirketlerin ilişkilerinde şirk örneği.”
“Gelelim Kur’an’ın şirkten sakındırırken zikrettiği, ‘yaratma işleminde hiçbir şeyin pay sahibi olmaması’ konusuna. Bunu insan ilişkileri örneğinde olduğu gibi iki boyutlu anlamak gerekiyor. Ben bu binayı yapacağım ama yardımcılarım olsun, onlar da şu işlerde katkıda bulunabilsin. Yani binanın yapılmasında küçük de olsa aktif bir rolü var. Fakat aslında konu o değil. Konu gerçekten mesela binanın yapılmasında aktif bir rol alıyor da yani mesela mühendis var, bir de ona inşaatta yardım eden ameleler var, işçiler var değil. Mesela materyalistler ‘bir Yaratıcı var, bir de ona yardımcı olan rol sahipleri var’ demiyor, ‘bina kendi kendine oluşuyor, eşya mükemmele giden süreçte organizasyona giriyor’ diyorlar. Yani malzemeler zaman içinde kendi kendine ev oluşturuyor diyorlar. İlk dönem eski Yunan felsefesinde ‘rüzgar esmiş, şöyle olmuş, böyle olmuş’ diye anlatılıyordu. Şimdi artık ‘eşya kendilerini mükemmel edecek şekilde organizasyona giriyor’ diyorlar, ‘mükemmel pozisyona gelenler orada duruyor’ diyorlar; neye duruyorsa, hangi akılla duruyorlarsa? Öyle diyorlar. Fakat Kur’an bunu içerdiği gibi -ki bu, genel anlamda bilinen husustur- bir de, ustalar diyorlar ki, ‘Sen malzemeyi al, binayı biz yapacağız’. Binanın yapılış işleminde hiç etkisi yokmuş gibi görünüyor, sadece sermaye katkısı yaptı. Ama binayı yapanlar malzemesiz de yapamıyorlar. İşte kainatın yaratılışında, var ediliş işleminde bir fiili yapan var, bir de onun dışında hazır olan malzeme var da Usta o malzemeyi kullanıyor değil. Çünkü o malzemeler de binanın yapımında katkıda bulunmuş oluyorlar. Hangi anlamda ama? Fiili olarak ‘ben de sana yardım edeyim Usta, şu küçük tahta parçasını da ben getireyim’ diyen olmadığı gibi, binayı yapan tuğla malzemesine de ihtiyaç yok. Böyle bir şey olur mu? İşte bizim okuduğumuz bu kitapların özü tam olarak burada düğümleniyor!”
“Bina yapılırken her an bina, yeni bir tuğla var edilerek oraya konuyor. Bunu Nursi, bir zerreyi yaratmak değil, ‘bir zerreyi yerinde yaratmak’ ifadesiyle belirtiyor. Yani birinci aşama olarak şöyle düşüneceğiz: Bir tuğlayı alıp o tuğlanın bulunması gereken yere yerleştirmek lazım. Bunun için neler lazım? O binanın bütününü bilmek lazım, mükemmelliği amaçlamak lazım, dengeleri gözetmek lazım. Mesela kapı koyacaksın, insan rahatça girip çıksın diye. Pencere koyacaksın, yeterince aydınlık olsun diye. Ama bunu yaparken her tarafını pencere yapamazsın, insanlar soğuktan, sıcaktan etkilenir. Orada yaşayacak insanın ihtiyaçlarını bileceksin, o ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayacak şekilde yapacaksın… Bütün bunları bilerek ‘şu tuğla şurada olması lazım’ diyeceksin. Nursi bir hususu ısrarla gündeme getirir: O tuğlanın hem var edilişi, hem bir yere konuluşu ‘her an tazeleniyor, her an yenileniyor’ der. İşte Kur’an’ın bu sırrını ben Nursi’nin kitaplarında gördüm. Gerçi kainatın devamlı olarak yaratılışını söyleyen, eskiden beri bir ekol var ama bunu pratik hayata taşıyan ve Kur’an’ın mesajını anlamada bunu ana sütun, temel direk yapan Nursi’nin telif ettiği eserler olarak görünüyor. Bu müellif bunu Kur’an mesajının en temel noktasına koyuyor. ‘Daimî tazelenme var’, ‘daimî faaliyet var’ diyor. Her tazelenmede yeni bir yaratılış var. Yani ‘yeniden, yok iken, eski durumunda olmayan yeni bir yaratılış’ söz konusu. Ama aralıksız, hiç durmayan, fasılasız, sürekli. İşte ‘lâ şerike leh’ yahut ‘ehad’ hakikatinin gereği, açılımı bu! ‘Lâ şerike leh’ ile ‘ehad’ aynı içeriğe işaret eder. ‘Lâ şerike leh’ selbî yani ‘ortağı yok, olamaz, malzeme ihtiyacı da yok’ şeklinde değilleme olarak, ‘ehad’ ise bütün bunlar ‘mutlak, sınırsız özellikleri olması zorunlu olan tek bir eldendir’ anlamını ifade eder. Ama her iki ibare ayrıca tevhidin başka veçhelerine de bakar.”
Kur’an’ın en temel mesajı tevhid yani şirkin reddi olduğu için, bu konular üzerinde ne kadar sık durulursa durulsun ben kendi adıma bunları çok kıymetli buluyor, yararlanıyorum. Bu derste hem şirkle ilgili çok önemli bir noktanın vurgulanması hem Kehf suresinin son ayetinin Kur’an’ın bütünlüğüne uygun şekilde meallendirilmesi bana çok istifadeli geldi. Allah razı olsun.
Allah ebeden razı olsun