Ezbere konuşmanın tutarsızlığı
Kur’ân “Allah’ın kudreti her şeye yeter” diyerek, beni O’nun kudretinin sonsuz olduğunu araştırıp bulmaya davet eder. Kur’ân taklit edilerek okunmaz. Kur’ân verdiği mesajı tasdik etmek üzere beni karşısına alır. Kur’ân muhatabına bir davetiye gönderir “İşte sana yol gösteriyorum. Ben buyum, tarif ediyorum. Şimdi sen Benim bu tarife uygun olduğumu onaylayacak çalışma yapmakla mükellefsin” mesajını verir. Fakat biz Müslümanlar bin yıldan fazla süredir bu usulü unuttuk, taklitle Kur’ân okumaya başladık. Bu nedenle de başımızdan belalar eksik olmuyor. Sultanların, kralların kölesi olarak yaşamak zorunda kalıyoruz. İzzetli Allah’ın abdi değil, devlete, sultana, yöneticiye, patrona, ağaya minnettar olmak zorunda olan insanlar olarak yaşıyoruz. Şerefli, izzetli, hür bir şekilde Allah’ın kulu olmayı unuttuk. “Müslümanız” diye bağıra bağıra konuştuğumuz halde hürriyetimizi, emniyetimizi, kendimize güvenimizi kaybettik. Allah’a dayanıp esbaba tesir vermeme hürriyetimizi, şerefimizi kaybettik. Bin yıldan beri zillet içerisinde bir kaç tane serseri kralın, ukala yöneticinin kölesi olarak yaşadık.
“Bizim sultanımız Müslümandı” şeklindeki köle ruhlu insanların laflarını artık zihnimizden ve kalbimizden çıkaracağız. Müslüman mütevazi olmalıdır, abdullah olmalıdır. Üstünlük iddiasında bulunarak sarayda oturmaz, insanları vergiyle zorunlu tutmaz. “Ben sizin kralınızım ama, ben de Müslümanım, ben de namaz kılıyorum” ifadesindeki çelişkiyi görmemiz şarttır. Bu duruma düşmemizin sebebi imanımızdaki kaynaklarımıza olan güvenimizi kaybetmemiz ve taklidi imanı yaşamamızdır. Vakaları ve yaratıkları inceleyerek Yaratıcısını tanıyan insan tahkiki iman sahibi olur ve O’na tam güvenle teslim olur. Sadece alem-i İslam değil inandığını söyleyen insanlar genellikle tembelliklerinden dolayı köle ruhlu olarak yaşarlar. Kur’ân, araştıran, hür fikirli insanlara muhatap olur. “Birisi gelecek araştıracak, çocuğumuza dini anlatacak, milleti dindar yapacak, böylece biz de neslimizi kurtaracağız” tembelliğinden kendimizi kurtarmamız lazım. “Ben dindarım, Allah’ın gücü her şeye yeter” gibi slogan cümlelerle konuşulduğunda gençler de “Din insanları uyuşturmak için uydurulmuş afyondur” diyerek tepki gösteriyorlar. Evet, müslümanların yanlış tavırlarımızdan dolayı doğru söylüyorlar. Çünkü taklidi dindarlık, dinin afyon olarak kullanılmasına sebep olur. Ama dinin kendisi böyle değildir.
Yaptığımız tefekkürler, araştırmalar, ulaşacağımız sonucun başlangıç noktalarıdır. Mesela öğretmen tahtaya bir denklem yazar ve bu denklemi bir formül ile çözer. Çözüm olarak 15 rakamına ulaşır. Ben bu denklemin ispatini yapmadan hemen “Cevap 15” diye attığımda, “Nerden biliyorsun?” diye sorarlar. Ben de “Öğretmen öyle söyledi” diye cevap veririm. Bu durumda bana “Sen atıyorsun, talebe değilsin, 15’i nereden çıkardın? Öğretmen gösterdiğinde anladın mı?” diye sorarlar. “Öğretmen her şeyi bilir. Öğretmen 15 dedi o halde cevap budur” diyerek atarak konuşmak ne öğrenciliğe yakışır ne insaniyete yakışır ne de insanlar böyle bir cevabı kabul ederler. Bizim yapmamız gereken, öğretmenin öğrettiği gibi denklemin ispatını yapmak ve hangi düşünce aşamalarından geçtiğini göstererek cevabın 15 olduğunu söylemektir. Bu aşamaları yapana öğrenci denir ve ancak bu öğrenci, sınıfı geçer. 15 diye bağırmanın hiçbir faydası yoktur.
Sokağa çıkıp “Allahu ekber, Lailahe illallah” diye bağırmak aptallığın ta kendisidir, insaniyete hele mümine hiç yakışmayan bir davranıştır. Günde beş kez “Allahu ekber, eşhedu enla ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden resulullah” diyen müezzinlere sormak gerekir: “ Bu sonuçları nereden buldun?” Kur’ân ‘burhan getiren açıklamalar yapın’ diyor. Takliden söylenilen sözlerin hiçbir değeri yoktur. Ezanlar okunmasın anlamında bunları söylemiyoruz, tahkik edilmesi ve bu tahkikin sonucunda söylenilmesiniin önemini anlatıyoruz. “Ben araştırdım, düşündüm, yapılması gereken tüm incelemeleri yaptım ve ‘Allahu ekber’ sonucuna ulaştım” dedikten sonra artık ibadet zamanında “Allahu ekber” demeye hakkımız olur. Araştırılmadan ezberletilen konuşmaların, ezanların hiçbir tesiri olmaz, namaz kılmayanın gönlünü namaza teşvik edecek etkisi olmaz. Ezanın insanları heyecana getirecek bir çağrı, bir davet olmasının şartlarını konuşuyoruz. İfrat ettiğimiz düşünülmesin, tabii ki ezanlar olmasın anlamında bunları söylemiyoruz. “Araştırdım, tahkik ettim, ‘Subhane rabbiyel âlâ’ sonucundan emin oldum. Bu sonuç bana tam uygun geldi, doğru cevabın bu olduğunu anladım ve bu sonucu Sana sunuyorum Ya Rabbi” demek doğru bir davranıştır.
Namazlarımız, ezanlarımız, oruçlarımız daha önce yapmış olduğumuz araştırmaların, sorgulamaların, delillerin sonucunda ulaştığımız faaliyetlerimiz ve ibadetlerimiz olmalıdır. “Bu yorumlar insanları namaz kılmaya teşvik etmiyor” gibi yanlış bir sonuca ulaşılmamalı. Bu yorumlardan amaç insanları taklide teşvik etmemektir, çünkü kainatta taklit yoktur, insaniyetin kapasitesinde de taklit yoktur. İnsaniyet tahkik ister. 5 kuruşluk bir meselede bile “Bu fiyatı nereden çıkardın? Daha ucuz olmaz mı?” diye sorabiliyorsak, konu dine geldiğinde “Böyle diyorlar” deyip geçiştirmek sorumluluktan kaçmaktır. Neden bütün dünyevi işlerimde tahkik ediyorum da inandığımı iddia ettiğim konuda tahkik etmiyorum? İman tahkikin sonucunda olur. Ben tahkik ederim Rabbim yaratır.
“Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”
“Allah böyle yaratsaydı O’nun azametine delil olurdu” diye delilsiz konuşmak, insanın aklını Allah’ın iradesinin önüne koymak anlamına gelir. Bu anlayış kendimizle çelişmektir. Bu şekilde yaratması O’nun azametine uygundur. Spekülasyonlarda bulunarak konuşamayız. Vakaya bakıp sonuca ulaşmalıyız. Kainatta ne yaratılmışsa o yaratılanlardaki güzelliği görmek zorundayız. Ve yaratılanlardaki güzelliğe dayanarak bir sonuca ulaşmalıyız aksi takdirde kendi kendimize Allah’a yeni görev vermek gibi abes bir durumla karşı karşıya kalırız. “Allah böyle de yapabilirdi, şöyle yapsaydı daha iyi olurdu” gibi şahsî tercihlerle yapılan konuşmalar kainatta tecelli eden külli güzelliği görmemekten kaynaklanan tabansız ve delilsiz konuşmalardır.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki, imkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafidir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüt ettiklerinden, lâ edrî’lere yaklaşıyorlar. Hattâ utanmıyorlar ki, mesleklerinde lâzım gelir: Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüt edilsin. Zira onların mesleğince mümkündür, Van Denizi düşâb ve Sübhan Dağı da şekerle örtülmüş bala inkılap etsin. Veyahut o ikisi, bazı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden, ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyleyse, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bakî olduklarını tasdik etmemek gerekir!
İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafidir. Bu paragrafta örnek olarak Van Gölü (Denizi) ve Sübhan Dağı verilmiş. Van Gölünü pekmez, Sübhan dağını da bal olarak Allah yaratamaz mıydı? Bu soruyu sormak saçma, tabansız, delilsiz konuşmadır, vehimdir. Van Gölünün pekmez olması benim için imkân-ı zâtîdir. Pekmez olabilirdi ama yakîn-i ilmîye baktığımızda pekmez olmadığını görürüz. Van Gölü su olarak yaratılmıştır. O suyu orada toplayan kudret, irade, ilim, hikmet, düzen kime aittir diye araştırmak zorundayım. “Allah, Van Gölünü pekmez yapabilirdi” demek anlamsızdır. Böyle bir vaka ile karşı karşıya değiliz, imkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafidir. Allah, Sübhan Dağını bala çeviremez mi? Bütün bunlar hep anlamsızdır, zatında mümkün olabilir. Bu dağ bal olabilirdi ama öyle bir yaratılış öyle bir vaka yok. (Devamı)
Not. Fatma Özten tarafından hazırlanmıştır.
Allah razı olsun böyle çalışmalarınız için Fatma Hanım. Sanırım o ortamda olup dinlemek gibisi olmasa da yazılanları okumak da çok güzel.
Amin, ecmain.