قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ ٱلْفَلَقِ
113.1: “De ki: Ben ağaran sabah vaktinin Rabbine sığınırım.”
Felak kelimesini şafak diye tercüme etmek bir bakıma manasını kısıtlamaktadır. Felak çoğunlukla bir şeyi açmak, yarmak ve ondan başka bir şeyi ortaya çıkarmak anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da farklı ayetlerde de kullanılmaktadır. Kelimenin manasında bir şeyi ortaya çıkarma vurgusu var. Kapalı bir kutuyu açtığımızda ortaya başka bir şeyin çıkması gibi bir durum söz konusudur. Örneğin, bir kumbara veya mücevher kutusunu açtığımızda içinden para veya mücevher çıkar. Bir tohum yarılıp çatladığında içinden filiz çıkar. Filiz büyür bitki olur. En sonunda bitkinin de meyvesi ortaya çıkar.
Nitekim, Kur’an’da Allah kendisini biz insanlara tohumları çatlatıp içinden filizleri çıkaran, ölü topraktan, cansız tohum ve çekirdekten canlı bitkileri çıkaran olarak tanıtır. İnsanların da öldükten sonra nasıl tekrar diriltileceğini bu örnek yaratılış biçimleriyle delillendirir.
إِنَّ ٱللَّهَ فَالِقُ ٱلْحَبِّ وَٱلنَّوَىٰ يُخْرِجُ ٱلْحَىَّ مِنَ ٱلْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ ٱلْمَيِّتِ مِنَ ٱلْحَىِّ ذَٰلِكُمُ ٱللَّهُ
“Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır; ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur…” (En’am, 6: 95).
Kur’an, bu ayette sunulan örneklerle bize sorumluluklarımızı hatırlatır. İnsanın bedeni de onun kutusu veya tohumu gibidir. Bedeni veya maddi tarafını terbiye edip maneviyata ulaştığında insaniyet ve kemal ortaya çıkar. İnsaniyet bitkisinin meyvesi ise kendini Var Edeni tanımaktır.
Her insan kendine has yapısıyla biriciktir. Görülen, tadılan işitilen ne varsa insanın kendisine özgüdür. Başka bir insanın tecrübeleriyle tıpatıp aynı değildir. İnsanın duyguları da böyle benzersiz ve kişiye özeldir. Duygu dünyasında olup bitenler benzersizdir. Hal böyleyken insanın ebediyet arzusuna cevap verebilecek ve sığınabileceği yegâne mercii onu Var Edendir. Akıl ve mantığın ulaştığı sonuç budur. Ya insanı ve kâinatı yaratan bir Rab olmalı, ya da insan ve kâinat tesadüflerin sonucu ortaya çıkmış olmalıdır. İnsanın ve diğer varlıkların var ediliş biçimi tesadüf veya kendi kendine oluşla izah edilemeyecek niteliktedir. Öyleyse insanı ve bütün varlıkları Var Eden bir Mutlak İrade Sahibi olmalıdır. Bu Mutlak özellikleri olan Var Ediciye Allah diyoruz. İnsanın ihtiyaçlarını bilen ve onlara cevap verebilen, her duyguyu var eden ancak insanın Varlık Kaynağı yani Allah’tır. İnsanın içindeki her sırrı ancak Yaratıcısı bilir. Bir şey varsa, onu Var Eden mutlaka onu biliyor olmalıdır. Bu yüzden Var Edene sığınmak ve O’ndan yardım istemek bir insanın yapabileceği en doğru ve insani davranıştır. İnsanın sığınağı ancak her duygunun Yaratıcısı olabilir. İnsanın acılarına, özlemlerine iyi gelecek ve onu teskin edebilecek olan yalnızca o duyguları Var Eden olabilir. Geçici iyileşmeler insanın ebedi mutluluk arayışına cevap veremez. Ebedi iyilik ve mutluluğu ancak insanın Varlık Kaynağı var edebilir.
Kâinattaki düzeni sabit zannederiz. Her şeyin bu düzen sonucunda olduğu yanılgısına kapılırız. Oysa düzenin kendisi de var edilmek zorundadır. Bir şeyler düzenli bir biçimde var edildikten sonra düzenin varlığını algılayabiliyoruz. Var edilmezse bilemeyiz. Örneğin, dünü yaşadık yarının da dün gibi yaşanacağını sanırız. Halbuki yarının var edilme garantisi yoktur. Yarın kendi kendine var olamaz. Veya yarın bu düzenin otomatik bir sonucudur diyemeyiz. Çünkü güneşin kendisinde yarın da doğmasını zorunlu kılacak bir özellik yoktur, kimse de gösteremez. Güneşe Varlık Veren onun doğması şeklindeki yaratılışını irade ederse biz de güneşi doğuyor diye algılarız. Güneşin kendi kendine doğma veya var olma kudreti yoktur. Önceki yaşantılarımızdan, deneyimlerimizden hareketle geleceği ancak tahmin edebiliriz. Yaratan düzenli yaratma prensibini değiştirmeden yarattığı için yarının da yaratılacağını ancak ümit ederiz. Gelecek, mutlaka gelecek diyemeyiz. Hiçbir şey bir an sonraki varlığını garanti altına alabilecek nitelikte değildir. Dünya şartlarına olan alışıklığımız ve içinde yaşadığımız kültürel yapı bu hakikati görmemizi zorlaştırarak kâinatın Varlık Kaynağı hakkında yanlış ve düşüncesiz kanaatlere ulaşmamıza neden olmaktadır. Oysa bir an sonra ne olacağını ancak varlığın ve zamanın Varlık Kaynağı bilebilir. Örneğin, ilk kez gördüğümüz bir tohumun içinden hangi bitkinin çıkacağını o çekirdeğin hücrelerinde yazılı olan genetik kodlarını çözsek bile kesin biçimde bilemeyiz. Bunu ancak o tohuma Varlık Veren bilir.
İnsanın her ihtiyacı gibi sığınma ihtiyacını da karşılayacak olan onun Varlık Kaynağıdır. İnsanı bütün duygularıyla beraber kim var ettiyse her duygunun karşılığını var eden yine o Varlık Kaynağıdır. Kâinatta olup biten bütün olayların var edilişinde sonsuz incelikler ve manalar vardır. Olaylar ve varlıklar, sonsuz bir var etme gücü ve iradesiyle var edildiklerini gösteriyor. Her varlığın ve olayın bir an öncesi ve sonrası birbiriyle tam uyumludur. Bir çiçeğin açması, kelebeğin uçması, güneşin doğması veya rüzgârın esmesi gibi bütün olaylar sonsuz ilim ve kudretin inayetiyle gerçekleşiyor. Hiçbir varlığın sonrasında ne olacak gibi bir endişesi yoktur. Gözlemlenebildiği kadarıyla her varlık, varlığından ve akıbetinden memnundur. İnsan da bu varlıklardan biridir. Bu varlıkları Var Eden, insanı da var edendir. Öyleyse insanın da akıbeti onun elindedir. Diğer bütün varlıklar tam bir teslimiyetle huzur ve emniyet içinde olduklarını ilan ediyor. İnsan da kendisi ve tüm varlıkların Varlık Kaynağına sığınıp teslim olarak bu huzur ve emniyete ulaşabilir. İnsan, ancak kalbini ve duygularını Var Eden’e sığınarak emniyet ve huzura erer. Çünkü insanın Varlık Kaynağı, emniyet ve huzurun da var edenidir. Bu sonuca ulaşabilmek için duygularımızın nasıl var edildiğine bakmamız gerekir. Bu duyguların var edicisi insanın kendisi değildir. Kâinattaki herhangi bir varlık da bu duyguları var edemez. Hiçbir varlıkta var etme özelliği yoktur. Duygular kendi kendine de var olamaz. Öyleyse bunları Var Eden, kâinattaki bir varlık gibi olamaz. Bütün özellikleri gibi var etme kudreti de mutlak yani yaratık cinsinden olmamalıdır. Ancak böyle bir varlık Kaynağı insanı ve duygularını var eder. İnsan ve diğer bütün varlıkları Var Eden’in kudreti sonsuz olmalıdır çünkü var edilmeye muhtaç sonsuz varlık var. Bu sonsuz Kudret Sahibi her şeyi bir anda var eder çünkü sonsuz için bir veya bin aynı mesabededir. İkisi de bir anda var edilir. Sonsuz Kudret Sahibi, yaratıklar gibi zaman ve mekâna kayıtlı olamaz. Çünkü zaman ve mekân yaratıklar için söz konusudur.
Bütün kâinat, tek ve mutlak bir İrade Sahibinin eseridir. Mutlak İradenin mahiyetini bilemeyiz ama bu irade sonucunda her şeyin var edildiğinden emin olabiliriz. Varlıklar ve olayların var ediliş biçimi buna şahittir. Eğer her şey tek bir iradeye bağlı olmasaydı bir anlık düzen var olamazdı. Farklı tercihlerin çatışmasından ortaya karmaşa ve düzensizlik çıkardı. Varlıklar var olamazdı. Her varlığın ve olayın düzen içinde varlığa gelmesi, kâinatın tek ve mutlak bir İrade Sahibinin eseri olduğunu göstermektedir. Bir insanın varlığı da bu Mutlak İrade Sahibi olan Varlık Kaynağına aittir. İnsanın O’nu tanıması ve Var Eden olarak O’nu bilmesi sonsuz mutluluk ihtiyacına ve anlam arayışına cevap verir.
Rivayet edilen bir hadiste “kalem kalktı, mürekkebi kurudu” denmiş. Bu ifade Yaratıcı tarafından her şeyin bilindiği ve yaratıldığı anlamına gelir. Çünkü kalemle yazma bitince mürekkebi kurur. Bu noktada, madem her şey biliniyor ve yazılı ise biz neden yaptıklarımızdan sorumlu olalım veya bir şeyleri seçelim ki diye sorulabilir. İnsan var edilen ve kâinat şartlarında hür irade verilen bir varlıktır. İradesini nasıl kullandığından sorumludur. İradesini hangi yönde kullanırsa Yaratıcı onun sonucunu yaratır. İnsan açısından her şey bitmiş değildir. O yaşayıp tercih ettikçe karşısına yeni varlıklar ve olaylar çıkarılır. Yaptığı tercihlerin sonuçlarıyla yüzleşir. Oysa Yaratıcı açısından her şey bir anda var edilir ve biter. Bir insan olarak varlıklara bakışımız asla Yaratıcının katından bakmakla aynı olamaz. Bundan dolayı madem her şey bitmiş diyemeyiz. Bizim açımızdan her şey yaşayıp tercihlerimizi yaptıktan sonra biter. Yaratıcı sonsuz azamet, ilim ve kudretiyle her varlığı ve olayı, bize göre ölçülemeyecek bir anda var eder. O’nun azametini idrak edebildiğimiz kadarıyla haşyetimiz artar. Bir andaki yaratılışta mutlak kudret, merhamet, ilim ve iradenin sonsuz tezahürleri vardır. Genellikle bu mucizevi var edilişlerin farkına varmadan yaşar, gideriz. Oysa yaratılıştaki azamet, insanın aklına durgunluk verip heyecandan bayıltacak kadar harikuladedir. Pek az insan bunu fark eder. Rabbini tanımada tekâmül eden insanlar, O’nu andıklarında kalpleri titreyerek secde ederler. Her insanın Rabbiyle olan ilişkisi kendine özeldir.
Öte yandan, eğer Yaratıcı her şeyi bir anda var ediyorsa insanın hür iradesi neye yarar ki sorusu da akla gelebilir. Sanki, insan hür iradesiyle bir şey seçemiyor diye düşünülebilir. Burada önemli olan, Yaratıcının ilminin mutlak yani yaratık türünden olmadığını anlayabilmektir. O’nun mutlak ilmi insanın özgür iradesini kullanmasını da kuşatır. Çünkü insanın iradesini kullanması var edilmeye muhtaç bir olaydır. İnsanın tercihine göre bu olay Mutlak Kudret tarafından var edilir. Böylece, insan hür iradesini kullanmış olur. Bu nedenle, seçimlerinden sorumludur. Seçimdeki karar insanın özgür iradesiyle verilir. Yaratıcı da bu seçimin sonucunu yaratır. Örneğin, bir arı çiçeğe konmak, polen toplamak ve ileri geri uçmakta özgürdür. Arı orada kendi tercihinde özgürdür. Yoksa, uzaktan kumandayla kontrol edilen bir drone gibi değildir. İnsan da böyledir. Tercihlerini yapar ve bu tercihlerin sonuçları var edilir. Yaratıcının tercihleri ve sonuçlarını bilmesi, insanı belli bir seçim yapmaya zorlayarak hür iradesini kullanmasına engel olmaz. Mutlak İlim sahibi Yaratıcı, insanın serbestçe yaptığı tercihleri zaman ve mekân ile sınırlanamayan sonsuz İlmiyle bilir.

Yaratıcının bilmesi mutlak olduğu için var edilmeye muhtaç olan biz insanlar bu bilmenin mahiyetini bilemeyiz. Bununla beraber, Var Eden’in bilmesi gerektiğinden emin olabiliriz. Çünkü bütün varlıklar ve olaylar bilinçli bir seçim ve ilmin eseri olduklarına şahittir. Varlıklar ve olayların hiçbirinde kendi bilgisini ve kendini yaratma özelliği yoktur. Fakat her varlık ve olay kâinat şartlarıyla uyumlu biçimde var ediliyor. Demek ki bu varlıkları ve olayları bu şekilde Var Etmeyi irade eden ve bilen bir Var Edici var. Aksi halde ne bir varlık ne de bir olay yüzde yüz isabetle var olamaz. Mantıken kendi kendine hiçbir varlık ve olay var olamaz. Rastgele olaylar veya tesadüflerin sonuçları daima anlamlı olamaz. Öyleyse Mutlak Bilgi ve İrade Sahibi bir Var Eden, bütün olaylar ve varlıkları var ediyor olmalıdır. Zaten insanın kendisi bir şeyi seçebildiğine fakat onu yaratamadığına şahittir. İnsanın seçiminin yaratılışı mekân-zaman boyutlarında, bir düzen içinde gerçekleştiriliyor. Bu mekân-zaman boyutlarını bir düzen içinde kuran, Mutlak İlmi ile insanın neyi seçeceğini bilmelidir ki yaratılış, mekân-zaman ve düzenle çelişmesin. Kâinattaki düzen ve mekân-zaman ilişkilerinde hiçbir çelişme olmadığını görüyoruz. Bu düzeni ve kâinatı Var Eden, insana bu düzen dahilinde iradesini kullanma özgürlüğünü vermiştir. İnsana hür seçim yapma özgürlüğünü veren ve seçilecek tüm seçenekleri var ederek düzenleyen, bu kâinatın Var Edicisidir. İnsanın neyi seçeceğini bilir fakat bu bilme seçimi etkilemez. Bu hakikat, “Kader, ilim nevindendir. İlim maluma tabidir. Yani, nasıl olacak, öyle taalluk ediyor. Yoksa malum, ilme tabi değil.” şeklinde ifade edilmiştir. Örneğin, bir elmanın zihnimizdeki şekli ilimdir. Elmanın gerçek şekli yani kendisi ise malumdur. İşte burada ilim, maluma tabidir. Yani bir elma gerçek dünyada nasılsa biz de onu öyle biliriz. Yoksa elma, biz nasıl biliyorsak o da bizim bildiğimiz gibi olmak durumunda değildir. Yaratıcı da insanın seçimlerini böyle bilir. O’nun ilmi mutlak olduğu için her şeyi bir anda bilir. Bir insan gibi bilmek için görmesi ve öğrenmesi söz konusu değildir. Çünkü O’nun her özelliği mutlak yani sonsuzdur. Özelliklerinin mutlak olması, insanın seçimlerini kendisinin yapmasına engel olmaz. O yüzden, seçimlerinin sorumluluğu tamamen insana aittir.
İnsan gelecekte ne olacağını bilemez. İnsanın bilmesi zaman-mekân boyutlarına bağlıdır. Fakat bütün özellikleri mutlak olan Yaratıcı için bir sınır yoktur ve O her şeyi bilir. Zaten tanım gereği, Yaratıcının her şeyi bilmesi gerekir. İnsan böyle bir Yaratıcının var olması gerektiğinden emin olabilir ama Yaratıcının özelliklerinin mahiyetini bilemez. Yaratıcının özellikleri mutlaktır, yani bu kâinat türünden değildir. İnsanın bilmesi ise kâinat türünden yani yaratıktır. Bundan dolayı mutlak olanı idrak edemez. Kâinatı var eden bir Yaratıcının var olması gerektiğini bilmek, o Yaratıcının mutlak olan özelliklerinin de var olması gerektiğini bilmek anlamına gelir. Yoksa, bu özelliklerin mahiyetini bilmek anlamına gelmez. İnsan, bu özelliklerin ancak yansımasını bilebilir. Bir insanın aynadaki görüntüsü ile gerçek varlığı farklıdır. Yaratıcının varlıklarda tezahür eden bilgi, ölçü, güzellik ve estetik gibi özellikleri de birer yansımadır. İnsan bu özelliklerin aslını yani sınırsız ve mutlak olanını kavrayamaz. İnsana, özellikleri mutlak olan bir yaratıcının var olması gerektiğini anlama ve kabul etme yeteneği verilmiştir. Bunu kavrama kapasitesi verilen insan böyle bir Yaratıcının varlığını kabul etmek ve O’nun farkındalığıyla yaşamaktan sorumludur. Kur’an dilinde buna iman denir. İman, üstünkörü bir teslimiyet değil aksine aklen, mantıken ulaşılan sonucun tasdik edilmesidir. Bu mantıklı sonuç olmazsa iman da olmaz. Mantıksal sonuç olmadan iman ve inanç bir temele oturmaz. İnsan mantıklı bir sonuca varınca duyguları da tatmin olur. Bu sonuç olmadan Mutlak Bir Varlığın var olması gerektiğini hisseden duygular da olmaz. İnsan, akıl ve mantıkla ikna olduktan sonra kalben de mutmain olur. İnsanı akıl, mantık ve kalbiyle bir bütün olarak Var Eden kim ise bunların ihtiyaçlarını karşılayan ve var eden de O’dur.
İnanmadığını iddia eden kişiler, bir Yaratıcıya inanmanın bir hüsnükuruntu yani kendini teselli etme biçimi olduğunu iddia ederek keşke böyle bir gerçek olsaydı derler. Böyle insanların duyguları ebediyeti tasdik ederken zihinleri henüz ikna olmamış demektir. Büyük ihtimal, onların özgürce düşünmesini engelleyen bazı önyargıları vardır. Çünkü zihinleri, bütün varlıkları var eden Bir Yaratıcının var olması gerektiğini henüz tam olarak onaylayamıyor. Fakat duyguları, düşündükleri her şeyi bilen Bir Varlığın olduğunu ve Onunla irtibat kurabilmenin mutluluğunu yaşamak istediğini itiraf ediyor. Bu insanlar istediklerine karşılık alabilmeyi manen rahatlama değil de daha çok maddi bir karşılık alma biçiminde anlıyor olabilir. Örneğin, bir rahatsızlık ve hastalık anında insan hemen iyileşmek ister. Bedenen sıhhat bulmayı arzular. Fakat kendisi için hemen iyileşmek mi, yoksa bir süre hasta hissetmek mi daha hayırlıdır, düşünmez. Hastalık halinde insan, aciz olduğunu ve kendinin zannettiği bedenini aslında kontrol edemediğini fark eder. Bedeninin kendine ait olmadığını anlar. Dahası, kendini kontrol etme gücünün de olmadığını idrak eder. Yaşadığı andan sonrasının gelip gelmeyeceğini bilemediğini görür. Böylece kendini sorgulama fırsatı bulur. Ben kimim? Kendimi kontrol edemiyorum ama benim için en iyisinin olmasına ihtiyacım var. Asla hastalanmayacağım, aç kalmayacağım, öfkelenmeyeceğim ve kimseye muhtaç olmayacağım bir var olma biçimini istiyorum. Böylesi bir isteği, bu ihtiyaçları var edenden başka kim karşılayabilir? İnsan eğer bu sorgulama sürecini yaşamazsa aciz olduğunu unutarak her istediğini yapabileceğini zanneden bir Firavun anlayışına kapılabilir. Böyle kötü bir anlayışa kapılmak yerine, bu insan için hasta olmak ve aciz olduğunu fark etmek daha hayırlıdır.
Hayata gelmenin gayesi, sağlıklı biçimde yaşayarak en sonunda ölüp yok olmak olamaz. Bu kadar anlam ve düzenlilik boşu boşuna var edilmiş olamaz. Bu kâinat şartları ve ondaki düzen, insanı sorgulamaya sevk edip eğitmek içindir. İnsan, kendine verilmiş özelliklerini bu eğitime girmek için kullanmalıdır. Örneğin, acıktığında sadece karnını doyurup kalkmak insani bir davranış değildir. Acıkma nedir, nasıl var ediliyor? Yemek nedir, nasıl var ediliyor? Yemeye ihtiyacı olduğunu nasıl idrak edebiliyor? Yediği gıdalar nasıl oluyor da bedeninde takat, güç ve enerjiye dönüşüyor? Sorularına benzer sorularla tefekkür etmek ve varlık kaynağını tanımaya çalışmak insani olandır. İnsanın hayata geliş gayesi de aslında bu tür sorulara cevap bulmaktır. Kendi gerçekliğini fark etmek için bu sorgulamaları yapması lazımdır. Böylece Varlık Kaynağını tanıyabilir ve Onunla irtibat kurabilir. Mesela, başı ağrıyan bir insan Yaratıcısını tanıyorsa çektiği acıdan Onun haberi olduğunu bilir. Şifayı Ondan diler. Şifa aradığını Onun bildiğini bilir. Çünkü şifa isteme ve dua etme özelliğini de insan veren onun Yaratıcısıdır. Hastalık anında öfkeli ve umutsuz laflar etmek yerine bu ağrı Ondandır bana düşen sabretmektir diyerek Yaratıcısıyla irtibat kurmaya çalışır. Asla sinirlenmez ve ümitsizliğe kapılmaz. Hayatı öğreten öğretmenleri yani peygamberleri örnek alır. Onlar gibi sabrederek Yaratıcısına sığınmaya çalışır. Kur’an’daki peygamber kıssaları birer insan olarak peygamberlerin yaşadığı olaylar örnek alınsın diye anlatılır.
Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Falaq – Part 2 –06/28/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.