Şeyma – Dün akşam 11. Şua’da karşıma su tefekkür çıktı. “Şunların hürmetine..” mevzusunu, anlama metodu ve yaklaşımını çok kibar ve nazik ve tutarlı bir surette önümüze sunmuş, sunulmuş. Boş bir şekilde, “şu matematiği benden çok daha iyi anlayan Sümeyye’nin hürmetine hocam, bana da A ver” gibi değil mevzu. “Sümeyye’nin Matematikte bu kadar başarılı olmasındaki sırları bana da nasip et ve o eğitime girmem için de bana yol göster” manalarını içeriyor. Özellikle altta alıntıladığım yerde, bu hakikati daha iyi anladım.
Birisi: Bir gün bir duada, “Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle!” meâlindeki duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidâr ve sevimli bir hâlet hissettim, Elhamdü lillâh dedim. Azrail’i cidden sevmeye başladım. Melâikeye İmân rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î meyvesine gayet kısa bir işaret ederiz.
Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zâyi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi.
Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.
Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennette bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Kirâmen Kâtibin insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiplerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki, tarif edemem.
Sonra, ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrit etmek içinde bütün kitaplarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve tesellî verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melâikeye imanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi; kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhânîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalâletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
Abdullah Berâ – Alıntıladığınız yerde üstadın “Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle!” cümlesi daha sonraki açıklamalarının üzerine bina edilmiş bir cümle. Yani önceden (önceki günlerde mesela) açıklamalarında bahsettiği tefekkürü yapıyor, o altyapıyı kuruyor ve daha sonra “Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine…” diyor. Bunun delili de “Yâ Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine…” dediği esnada Azrail’in (as) hakikatinin doğrudan dünyasına taşınmış olması.
Ama bu vurgu padişahın önüne gelen fakir adam örneğinde ortaya çıkmıyor. Oradan anlaşılan, insanın kendisi yaşamadan “şunların hediyesini sana ben de veriyorum” demek ki pek bir anlam ifade etmiyor. Bir önceki mesajımda daha ayrıntılı ifade etmeye çalışmıştım.
Ama şöyle diyebiliriz belki. Malum bir insanın yazıp çizdiklerini, bir eserini diğer yazıp çizdikleri paralelinde anlamak lazım. Mesela Kuranda her yerde tevhid vurgusu yapılırken bir ayeti tek başına alıp tevhide aykırı bir şekilde yorumlayamayız. Aynen öyle de üstadın padişahın karşısına çıkan fakir adam örneğini, Azrail örneği ile karşılaştırmalı okuyup, “üstad fakir adam örneğinde fakir adamın hayatına taşımadan diğerlerinin hayatlarına taşıdıkları kulluğu Allah’a hediye ettiğini söylemiyor olması lazım” demeliyiz.
Ama bu yorum bile biraz zorlama gibi geliyor ve üstadın fakir adam örneği anlaşılmaz görünüyor.
Üstadın cevap verirken “Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile” ifadesinin de altını çizmek lazım. Hadsiz bir itikad ne demek? Hadsiz itikata sahip olan bir insan zaten en büyük hediyeyi veriyor demektir. (Ama hadsiz kelimesinin ne anlama geldiğini aşağıda alıntıya bakarak değerlendirmek lazım galiba…)
Şu an sesli düşünüyorum ve hatırıma gelen ilgili olabilecek bir bölüm şu: Hani 24. sözde şöyle şöyle yapana Hz. Musa’nın sevabı kadar sevap verilir meselesini açıklarken söylediği şeylerden biri şöyle:
Meselâ, bedevî, vahşî bir adam hiç padişahı görmemiş, saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle, bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ, bizde sâdedîl bir tâife var ki, eskiden diyorlardı ki, “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor; bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir sûrette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor. Âdetâ bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi, biri o adamlardan birine dese, “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim, yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim;” o söz hakikattir. Çünkü, haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.
İşte, dünya nazarıyla, dar fikrimizle, âhirete müteveccih hakâik-ı sevâbiyeyi o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve Hârun’un (a.s.) meçhûlümüz olan hakiki sevapları ile muvâzene değil-çünkü teşbih kaidesi meçhûlü mâlûma kıyas eder-belki muvâzene edilen, mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhûlümüz olan hakiki sevâbıdır.
Aynen öyle de
Eğer desen: “Şu küllî hadsiz nimetlere karşı, nasıl şu mahdut ve cüz’î şükrümle mukabele edebilirim?”
Elcevap: Küllî bir niyetle, hadsiz bir îtikad ile. Meselâ, nasıl ki bir adam beş kuruş kıymetinde bir hediye ile bir padişahın huzuruna girer ve görür ki, herbiri milyonlara değer hediyeler, makbul adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir, “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım.” Birden der: “Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum. Çünkü, sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsaydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.”
İşte hiç ihtiyacı olmayan ve raiyyetinin derece-i sadâkat ve hürmetlerine alâmet olarak hediyelerini kabul eden o padişah, o bîçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu ve o güzel ve yüksek îtikad liyâkatini, en büyük bir hediye gibi kabul eder.
“Ey seyyidim! Bütün şu kıymettar hediyeleri kendi nâmıma sana takdim ediyorum.” derken bu adamın verdiği hediye, diğer hediyelerin kıymetleri ile ilgili kendi anladığı miktardır. Kendi kapasitesi dâhilinde verebileceği maksimum şeyi o an için verdiği için, o hediyesi kabul görür. Yani kendisi beş kuruşluk hediye getirmiş, diğerlerinin hediyesini de 100 kuruşluk zannediyor. Padişah da o 100 kuruşluk hediyeyi kabul ediyor. Yani 100 kuruşluk kulluğu, marifetullahı kabul ediyor. Yoksa Nakşibendi’nin, Abdülkadir Geylaninin kulluğunun ve sahip olduğu Allah bilgisinin aynısına sahip oluyor değil.
Aynen öyle de, âciz bir abd, namazında ettahiyyatü lillah der. Yani, bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubûdiyetlerini, ben kendi hesâbıma umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem, Sen onlara, hem daha fazlasına lâyıksın. İşte şu niyet ve îtikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.
İşte üstadın burada külli şükür dediği, fakir adamın o an sahip olduğu kapasitesini, kulluk şuurunu, marifetullah seviyesini sonuna kadar kullanmasıdır. Yani kendisi açısından küllidir bu şükür. Yoksa mutlak anlamda bir küllilikten bahsetmiyor. Yani padişah örneğinde fakir adam beş kuruşluk hediye getirmiş ama çarşıda pazarda yaptığı alışverişten (şimdiye kadar ki tefekküründen) 100 kuruşun kıymetini biliyor. Ve padişahın karşısına gelince diğer adamların antika eserlerini 100 kuruşluk zannederek diyor ki “ben de elimde olsa sana 5 kuruş değil, 100 kuruş verirdim”. Ama bu 100 kuruşu zaten vermiş. Nasıl? O ana kadar ki kulluğu işte o 100 kuruş. Diğer makbul adamların hediyelerinin milyonlar değerinde olduğundan haberi falan yok. Ve ondan kabul edilen hediye de 100 kuruş. Milyonlar değil.
29:7 – İnanıp iyi işler yapanların, mutlaka kötülüklerini örteceğiz ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükafatlandıracağız.
39:35 – (Böyle olur) Ki Allah onların yaptıklarının en kötülerini onlardan örtsün ve onları, yaptıklarının en güzeliyle mükafatlandırsın.
Yani 100 kuruşluk kulluk seviyesine ulaşan bir insandan, daha sonra o seviyeyi tutturamasa bile o kadar bir kulluk kabul edilecek. O marifetullah seviyesini her zaman muhafaza etmiş gibi kabul edilecek.
Ama şu ayette bir ilave var:
24:38 – Ki Allah onlara yaptıklarının en güzel karşılığını versin ve lütfundan onlara daha fazlasını da ihsan etsin. Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.
İşte insan gayret göstererek, kendisine verilen emanetleri veriliş amacına uygun kullanarak kapasitesini tam kullanıyorsa, Allah ona yeni kapılar açar.
“Allah Teala Hazretleri diyor ki: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” [Buharı, Tevhid 16, 35; Müslim, Zikr 2, (2675), Tevbe 1, (2675)]
kutsi hadisinde ve
“Kim bildiğiyle amel ederse, Allah ona bilmediklerinin ilmini de ihsan eder.”
hadisinde ifade edildiği gibi…
Allah’u A’lem.
Katılanlar: Abdullah Berâ, Mehmet Ali Akgün, Zafer Özdemir, Ali Mermer, Yusuf Osmanlıoğlu, Osman Demir, Şeyma.