Ders Notları

Aklı Kullanmayan, Tabansız “Teslimiyet” Ya da Bindiğimiz Dalı Kesmek!

Aklı Kullanmayan, Tabansız “Teslimiyet” Ya da Bindiğimiz Dalı Kesmek! | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu yapılan (30. 07. 2022) Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=iR3ks9H7bUI), “ehadiyet”e dair olan İkinci Şua’nın okunmasına ve müzakeresine devam edildi. Bu Şua’nın, -müellifin ifadesiyle-, “tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ve istilzam ve icap eden ve şirki ve iştiraki kabul etmeyen ve müsaade etmeyen hadsiz delillerden” örnekler verilen İkinci Makamının aşağıya alıntılanan paragrafından başlanarak ilk kısımları müzakereye konu edildi:

“Bu kâinatta, gözle görünen hakîmâne ef’âlin ve basîrâne tasarrufatın şehadetiyle, bu masnuat, bir Hâkim-i Hakîmin, bir Kebîr-i Kâmilin hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz, mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor. Evet, bir hads-i kat’î ile, bu eserlerden, o Sâniin hem rububiyet-i âmme derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hem ulûhiyet-i mutlaka derecesinde kemâli ve istiğnâsı, hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hadd-i nihayet bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat’î bilinir, belki görünür.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 17)

Okunan kısımlarla ilgili olarak moderatör ve diğer katılımcılar önemli paylaşımlarda bulundular. Ben bunların tamamını ilgili kayda havale edip birisini aktarmakla yetinmek istiyorum. Bir müzakereci şunları söyledi: “Gerek buradaki metinde gerekse Risaleler’in başka yerlerinde, ‘bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Mutlak, bir Hâkim-i Hakîm’ gibi kullanımlarda ‘bir’ kelimesi geçiyor. Bunu ‘tek, bir tane’ diye değil, ‘her hangi bir’ şeklinde anlıyorum. Bu ne demek? Yani şu kainatın yaratılış düzenine baktığımız zaman, öyle bir yaratılış görüyoruz ki, eşya varlık alemine öyle bir şekilde geliyor ki, bunları ben kainatın içindeki bir kaynağın yaptığına dair her hangi bir delil göremiyorum. Yani ‘şu yaptı bunu’ diyemiyorum. ‘O zaman bunu yapan birisi olması lazım’ diyorum. Bu, sanki imanda tereddüt var gibi imaj da bırakabilir. Fakat böyle bir imajın yeri olmamalıdır. Çünkü tasdik etmek için önce şüpheden başlamak lazım. Neden? İnsan önce şüphe eder. ‘İmanda asla şüpheye yer yok, olmamalı’ vs. diye beylik laflara kapılmamak lazım.”

Öyle bir düzen ve anlamlılık var ki, bu kitabın düzeni ve anlamının kaynağı gördüğüm harfler, sayfalar, kağıtlar olamaz; mutlaka kitabın maddesi cinsinden olmayan bilinçli, bilgili vs. bir yazarının olması lazım mantıkî sonucuna ulaşıyorum. Bu durumda inanmayanların bana, ‘Göster bakalım o yazarı’ demeye hakkı yoktur. Çünkü ben düzen ve anlamın kaynağı bu harflerde, bu kağıtlarda demiyorum ki. İnsan olmanın en önemli özelliklerinden biri olan mantığı kullanıyor ve bu sonuca ulaşıyorum.

“Kuran bize daima ‘doğru mu, bakın’ diye teklifte bulunuyor. ‘Bırak bak, düşün bakalım olur mu? diyor. ‘Bu Allah’ın yaratmasıdır. Haydi bana Ondan başkasının ne yarattığını gösterin. Hayır! Zalimler apaçık bir sapkınlık içindedirler’ (Lukman 31/11). Evren içerisinde yaratma özelliğine sahip bir şey bulamıyorsak, bunun çaresi olması lazım. İnsanın aklıyla, kalbiyle, duygularıyla buna çözüm araması lazım. Çünkü insanın yaratılışında böyle bir çözüm arama ihtiyacı var. Peki bu dünyada ‘bu eşyanın yaptığı işleri şu kaynak yapıyor’, diyebiliyor muyum? Diyemiyorum. ‘O zaman kainat cinsinden olmayan bir kaynak olması gerekir’ diyorum. Hani ‘Lâ ilahe’ aşaması diye daima vurgularız ya. İnsanın aklı bu aşamaya ulaşıyor. Fakat karşı tarafta inananlara saldırı var. Bize diyorlar ki, ‘Eşya kendi kendini yapamaz, burada çok harika işler oluyor, bunu yapan olması lazım diyorsunuz, peki gösterin öyleyse o yaratanı!’ Devamında da ‘Biz eşyaya bakıyoruz, kendi kendine işte böyle oluyor, görüyoruz’ diyorlar. Müminler, ‘Bunu Allah yaptı’ deyince, onlar ‘Allah’ı gösterin’ diyorlar. O zaman da çoğu insan kalakalıyor. Çünkü mantıkî süreç yerine oturmamış. Zaten toplumun en büyük meselesi de bu! İnanan insanların ister Müslümanlar olsun, ister Ehl-i kitap olsun en büyük problemi, -kestirmeden- ‘Allah yaptı, Allah yapıyor’ demeleridir. Neden en büyük problem? Çünkü ellerinde kendilerinin inceleyip geliştirdikleri gerekçeleri yok. Genel olarak eşyaya bakıp bu işlerin kendiliğinden olamayacağını anlıyorlar ve peşinen Allah kavramını kabul ediyor, ona yaslanıyor gibi görünüyorlar.”

“Ama gerçekte bunu söyleyen, yalnızca peşinen kabul ettiği bir kavramdan dolayı söylemiyor. Bakıyor herkes, ‘harika işler oluyor, bu işler kendi kendine olacak işler değil’ diyorlar, ‘bir yaratıcısı olması lazım’ diyorlar. Fakat bir daha o geri dönüşü yapmıyorlar. Yapmadıklar için de konuştukları zaman, ‘Allah’ın gücü her şeye yeter, Allah bana yardım eder’ gibi öznesi Allah olan cümleler kuruyorlar. İşte inançsızlar tam burada, ‘Peki Allah’ı gösterin’ diyorlar. Oysa dikkat edilmesi gereken ikinci aşama var. Burada, ‘Ben kainata baktım, eşyaya baktım, eşyayı inceledim, gördüm ki eşya öyle şeyler yapıyor ki bunu yani yapılan şeyleri, yapılış biçiminin kaynağını eşyada göremiyoruz, dolayısıyla buradan kaynağın eşyanın kendisi olmadığı sonucuna ulaşıyoruz. Karşı taraf ise, ‘Ben de baktım, eşyada böyle harika şeyler oluyor, demek ki eşyada bunları yapacak özellik var diye anlıyoruz’ diyor.”

“Peki şimdi her iki taraf da aynı duruma mı düştü? Şimdi biz baktık, onlar da baktı. Onlar, ‘Eşyada böyle özellikler olmalı ki böyle çalışıyor’ dediler. İnananlar da dedi ki, ‘Biz eşyaya baktık, eşyada böyle bir özellik olmadığı için var eden başka birisi olması lazım.’ Yüzeysel bakılırsa aynı düzeyde imişiz gibi görünüyor. İşte burada en büyük tuzağın, en büyük oyunun, bu uydurulmuş cümlede yattığını anlamak gerekiyor! Gençler genellikle yüzeysel düşündükleri için bu tuzağa kolayca düşebiliyor, ‘evet ya, öyle görünüyor, ben de öyle görüyorum’ diyebiliyor. Türlü nedenlerden dolayı böyle söylemeyi sevimli de görebiliyorlar. İşte burada iki tarafın kesinlikle aynı olmadığının farkına varmamız lazım. Nedir o? Çünkü onlar ‘Eşyada öyle bir özellik olmalı ki bu şekilde bir faaliyet gösteriyor’ diyorlar. O zaman benim hakkım, ‘Peki, eşyada, maddede, atomlarda, parçacıklarda bir irade, bir seçme ve onunla faydalar gözetme, çevresindekilerle yararlı ilişkiler kurma gibi özeliklerin kaynağı olduğunu söylüyorsun; işte eşya önünde, göstermelisin; bak bir ilmi var, bir tecrübesi var, onunla bu tercihleri yapıyor, çevresindeki atomcuklarla ilişkiler içinde olduğunu önündeki eşyada göstermelisin’ demektir. Çünkü onlar kainatın içinde özellikler olduğunu iddia ediyor. Onu göstermeleri lazım.”

“Peki inananların durumu nedir? Onlar böyle bir iddiada bulunmuyorlar. Onlar diyorlar ki, bir ilim, bir irade, bir kudret olması lazım; kendilerinde ve etrafında böyle bir şey yok, o halde göremediğimiz fakat olması zorunlu bir ilim, bir irade, bir kudret sahibi Kaynak var olmalı’ diyorlar. Meşhur kitap örneğinden gidelim. Ben bir kitaba, kitapçığa bakıyorum, harfler peş peşe diziliyor, harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri, cümleler paragrafları, paragraflar sayfaları… oluşturuyor. Öyle bir düzen ve anlamlılık var ki, bu kitabın düzeni ve anlamının kaynağı gördüğüm harfler, sayfalar, kağıtlar olamaz; mutlaka kitabın maddesi cinsinden olmayan bilinçli, bilgili vs. bir yazarının olması lazım mantıkî sonucuna ulaşıyorum. Bu durumda inanmayanların bana, ‘Göster bakalım o yazarı’ demeye hakkı yoktur. Çünkü ben düzen ve anlamın kaynağı bu harflerde, bu kağıtlarda demiyorum ki. İnsan olmanın en önemli özelliklerinden biri olan mantığı kullanıyor ve bu sonuca ulaşıyorum.”

Çünkü iman tasdik gerektirir, tasdik ise delile dayanır. ‘Ben kırmızı rengi severim’ der gibi delilsiz bir kabul iman değildir. Aklın tasdik ettiği bir konuyu duyguların da onaylaması gerekir. Duyguların onaylamadığı bir aklın tasdiki de iman değildir. İman insanın tüm duygularıyla kendini güvende hissettiği bir sonuçtur. Yani çok incelikli konular var. Allah’a inandığını söyleyenlerden bazıları bile aklın kullanılması konusunda, ‘akılcı olmayacağım, iman teslimiyet gerektirir’ gibi saçma, tabansız söylemleri savunmakla ehl-i takva olduğunu zannediyorlar. Halbuki bastıkları dalı kesiyorlar.

“Görüldüğü gibi inananların durumu ve tutumu ile, karşı tarafın durumu ve tutumu arasında çok büyük ve çok önemli bir fark var. Bizim bunun farkında olmamız lazım; söylemlerimizi ona göre değiştirmemiz lazım. Benim, eşyada kaynak olacak özellik görmediğim için, ‘mutlaka bir kaynağı olması lazım’ şeklindeki sonucum mantıkî, zorunlu bir sonuçtur. Burada, ‘Aman efendim, imanı mantığa indirgediniz, rasyonelleştirdiniz, dini modernistleştiren bir anlam geliştirdiniz’ şeklinde itirazlarda bulunmak cehaletten başka hiçbir şey değildir. Neden? Ben aklım ikna olmadan duygularıma, ‘Bak bakayım, aklen ikna olmadan kabul ettiğim sonuç sana da uygun geliyor mu’ diyemem ki. Aklı olmayanın, duyguları malzemesiz işlemez ki. Akıldan başlamayan iman hareketi delillerini sunamaz ki. Çünkü iman tasdik gerektirir, tasdik ise delile dayanır. ‘Ben kırmızı rengi severim’ der gibi delilsiz bir kabul iman değildir. Aklın tasdik ettiği bir konuyu duyguların da onaylaması gerekir. Duyguların onaylamadığı bir aklın tasdiki de iman değildir. İman insanın tüm duygularıyla kendini güvende hissettiği bir sonuçtur. Yani çok incelikli konular var. Allah’a inandığını söyleyenlerden bazıları bile aklın kullanılması konusunda, ‘akılcı olmayacağım, iman teslimiyet gerektirir’ gibi saçma, tabansız söylemleri savunmakla ehl-i takva olduğunu zannediyorlar. Halbuki bastıkları dalı kesiyorlar. Bunların farkında olmak lazım.”

Temelleri delillendirme usulü açısından Ha-mim derslerinde çok sık gündeme gelen bu tefekkür, -en azından kendim için ifade etmem gerekiyor ki-, en çok muhtaç olduğum, daima farkında olmam gereken bir tevhidî hakikat, Kur’an’ın affedilmeyecek günah olarak andığı şirkten (Nisa 4/116) beni muhafaza edecek sağlam bir yaklaşım olarak görünüyor. Çünkü bu tefekkürü canlı, sürekli ve şuurlu bir şekilde hayata geçirmediğimde iman açısından gaflet veya bir şekilde sürçmeler yaşamak kaçınılmaz oluyor. Her halde Bediüzzaman’ın “Otuz seneden beri iki tağut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğer alemdedir, Biri ene, diğeri tabiat” derken (Mesnevi Nuriye, Habbe, s. 105) kendi hayatı üzerinden yaptığı uyarının buraya bakan yönü olsa gerek diye düşünüyorum. Öte yandan müzakerede işaret edildiği üzere “tahkik”ten geçmeyen tevhid elbette teslimi gerektirmez, taklidi gerektirir. Sürekli tahkike dayanan, tahkikten beslenen iman yahut tevhid ise sadece aklı değil bütün duyguları -gücü oranında- teslime, kabule, boyun eğmeye sevk eder diye anlaşılıyor. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın