İmanî meseleleri tahkik esasına oturtmak hiç de zor bir iş değildir. Bilakis duya duya alışkanlık peyda etmiş olduğumuz kalıp ifadelerin tekrar edilip durmasından daha kolaydır. Fakat anlaşılması için birçok örnekler verilerek uygulamadaki farklılığın sergilenmesi gerekir.
Alışılmış ifadelerin aslında nasıl kavranılması gerektiğinin tahkikini yaparsak, imanî konularda kalbimiz ikna olmuş bir şekilde yaşarız. İmanın huzuru da burada yatar.
Dua maksadını güden ve ibadetlerin ifası sırasında kullanılan cümleler genellikle “Allah, Allahümme, Ya İlahi, Rabbena, Ya Rab…” diye başlar. Bunlar o ana kadar kişinin ulaştığı sonuçları ifade ediyor olmalıdır. Bu sonuç kişilerin kendi talepleri veya kendilerini eğitmeleriyle gerçekleşir. Herkesin bir derece ulaştığı sonuç vardır veya olmalıdır. Fakat biz kişilerin dereceleri hakkında konuşmayız, konuşamayız. Biz, bize düşen görevin ifasında takip edilecek düsturları konuşuruz.
Ben ibadetlerimde ve dualarımda kullandığım ifadelerde (mesela “Allah rızası için” dedigimde), gerçekten benim tahkikimin sonucunda ulaştığım, delillerine dayanarak kalbimin tatmin olduğu sonuçları mı ifade ediyorum, yoksa böyle söylenilecekmiş diye tutturup gidiyor muyum? Beni bu sorular ilgilendirir, diğer kişilerin ne yaptığı değil.
Herkesin bildiği şu ayeti nasıl anlamalıyım, yani kendime mal etmeliyim?
رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ
Kur’an’da 4 yerde aynı kalıp ile geçen bu ayet genellikle şöyle tercüme ediliyor:
“…Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır…” 5:119, 9:100, 58:22, 98:8.
Arapça dil kurallarının en önemlilerinden biri “vav”ın (ve’nin) taşıdığı çeşitli anlamlardır. Cümle içerisinde geçtiği bağlama göre “ve”, Türkçedeki gibi sınırlı anlamı taşıyacak şekilde kullanılmaz. Türkçedeki değişik anlamlı kullanımına bir örnek verebilirim:
Öğretmen, öğrenciye: “Ödevini zamanında bitirip bana vermediğin için kabul etmiyorum ve benim bu konudaki hassasiyetimi biliyorsun, çok tekrar ile size söyledim” diyor.
Bu ifadede kullanılan “ve” iki ayrı meseleden bahsetmeyi ifade ediyor değildir. Yani, ödevi zamanında vermediği için ödev kabul edilmiyor. Ve ayrıca öğrenci bu konuda öğretmenin hassasiyetini biliyor. Bu cümleden böyle bir mana çıkmaz.
Bu cümledeki “ve” şu anlamı taşır: Sen benim bu konudaki hassasiyetimden haberin olduğu HALDE yine dikkat etmediğin, bilerek ödevi geç verdiğin için kabul etmiyorum,” demektir. Eğer öğrenci haberi olmadığını ispat ederse, öğretmen onu affeder.
Çoğu yerde Kur’an’da geçtiği şekliyle, Nursi’nin eserlerinde de görüldüğü üzere “ve” ilaveten manasında kullanılmaz. Genellikle “TEFSİR” (açıklayıcı) anlamında kullanılır. “Ve”den sonra gelen kelime veya cümlecik bir önceki ifadenin açıklamasıdır.
İkinci olarak Kur’an’da “ve,” “HAL” (durum) bildirecek şekilde de kullanılır.
وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتَ مِن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ
”Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa…” 4:124.
Salih amelde bulunacak ve ayrıca iman edecek diye anlaşılmaz. “Kişinin amelinin imanının iktizası olması gerekir” diye anlaşılır.
Ayrıca, “ve” (illet) gerekçe göstermek için kullanılır, “çünkü” manasındadır. Bunun en güzel örneğini Risale-i Nur’daki şu ifadede görürüz:
“İlahi ente Rabbi ve ana’l-abdu.” (literal tercümesi: “Allahım sen benim Rabbimsin ve ben de senin kulunum.’)
Fakat Nursi bu cümleciği şöyle tercüme eder:
“Yâ İlâhenâ! Rabbimiz Sensin. Çünkü biz abdiz.”
”Ve ente’l Halıku ve ene’l-mahluku”
“Hem Sensin Hâlık. Çünkü biz mahlûkuz, yapılıyoruz…”
Bu yukarıdaki tercümeyi yapan Nursi, “ve”yi “çünkü” olarak tercüme etmiştir.
Konumuza dönecek olursak, رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ayetini hem “hal” olarak ve hem de “illet” olarak anlamak durumundayız. Yani, ”ve” veya “da” diye anlamak ayetin maksadını kaçırmaya sebep olur.
“Onlar Allah’tan razı oldukları için Allah da onlardan razı olmuştur…”
Veya “Allah onlardan razı olmuştur çünkü onlar Allah’tan razı olmuşlardır.”
Veya “Onlar Allah’tan razı oldukları durumda, Allah da onlardan razı olmuş olur.”
Yani iki ayrı olaydan bahsediliyor değildir. Eğer iki ayrı olaydan bahsediliyor olsaydı, sanki “Allah bir insandan razı olmuş ve fakat bu insan ondan razı olmamış olabilir,” anlamı çıkar ki, bu Adalet-i İlahiyeye aykırı olurdu. Veya, “Bir kişi Allah’tan razı değil fakat Allah ondan razıdır” anlamı da yine Sünnetullah’a aykırı bir durumu ifade ederdi.
Bütün bunları anlatarak neden konuyu uzattım?
Önce, genel bir düsturu hatırlatmak için. Kur’an ve Kur’an’ın bir tefsiri olan Risale-i Nurlar okunurken bu konu çok önemlidir.
İkincisi, konumuzla ilgili: Bir insan, ritüellerinde kullandığı dua mahiyetinde konuşmuyor da kendi kanaatini bildirmek maksadıyla, “Allah rızası için” ifadesini kullanıyorsa, o kişi aslında, “Allah’ın razı olması maksadıyla…(bu işi veya bir şeyi) yapıyorum,” demektir.
Peki, “Allah’ın rızasını” nasıl bileceğiz?
Yani, Allah’ın rızasını, Allah inancı üzerine oturtup, “Allah, şu amelden razı olurum” dedi diye o işi yapmak, tasdik usulüne aykırıdır. “Devir lazım gelir” denilen olay budur.1“Evet, tevhid ve nübüvvetin ispatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzım gelir.” İşârâtü’l-İ’câz Allah’ın bu sözünü nasıl bileceğiz ki, “Evet, benim ve kâinatın yaratıcısı bu amelden razı olur, ben de bu haberin gerçekliğini tasdik ediyorum” diyebilelim?
Bu sorunun cevabını vermek için elimizdeki delilleri kullanacağız. Bu deliller kainattır ve kâinatın içinde var edilen insanın kendisidir. Ayrıca bu kâinat içinde kendisinin kainatın Yaratıcısı tarafından görevlendirilmiş “Elçi” olduğunu söyleyenler de var. Bu “Elçiler”, kâinatın yaratıcısının, insanların sorularına cevap olacak yolu göstermek üzere kendilerine gönderilmiş mesajlar olduğunu söylüyorlar. Gerek “Elçiler”in ve gerekse bu “mesajlar”ın gerçekliğini de, insan kendisindeki özellikleri kullanarak, şu alemin varlığında gözlemlediği şahitlere dayanarak onaylayabilir.
Madem mesajı gönderen, “bu kâinatın Yaratıcısıyım” diyor. O halde kâinatta gözlemlenenler ile, gönderdiği “mesajlar” birbirini onaylamalı. “Elçiler” de bir insan olarak bendeki insanî özelliklerin onaylayabileceği bir önderlik, öğretmenlik yapmalı. Yani ne mesaj, ne de Elçi, benim insaniyetime ve de kâinatta gözlemlediğim özelliklere ters düşecek bir şey söylememeliler. Değilse reddederim, çünkü onaylayamam, tasdik edemem. “Ama ben her şeye rağmen tasdik ediyorum” demek insanın kendisini kandırmasıdır.
Bu bağlamda, “Yaratıcının rızası”nın şahitleri, kâinatta ve bendeki özelliklerle örtüşmelidir. Eğer ben insaniyetimi kullanarak bir sonuca ulaştığımda veya bir iş yapmayı tercih ettiğimde, yapılan tercihi bendeki insanî özellikler onaylıyor ise, bu şu demektir: Benim Yaratıcım, bana bu tercihin doğruluğunu gösteren şahitler verdi. Ben eğer bu tercihten memnun isem, demek ki, bu memnuniyeti Yaratanın da bu tercihten memnun olduğunu, bendeki “bana emanet edilen” özelliklerimden anlıyorum. Eğer ben bendeki bu duyguyu Yaratandan memnun isem, O da bu tercihten memnun demektir.
Bazı problemli noktalar görülebilir: Ben nasıl kendimdeki duyguların bazı nedenlerden dolayı saptırılmadığından emin olabilirim? Evet, insan kendisini şartlandırabilir. Bu özellikte yaratılmışız. Fakat bu şartlandırma benim tercihimdir ve ben bu tercihimin sonucuna katlanmak durumundayım. Yani, tercih benim sorumluluğuma girer. Eğer kendimden emin olamıyorum diyorsak, o zaman emniyeti sağlayacak olan delili nerede bulacağım?
Hemen, “Allah bildiriyor, konuşuyor, rehberlik yapıyor” diye peşin hükümlü olmayacağız. Yaratıcımızın konuşmasını, rehberliğini de yine ben tahlil ediyor ve bir karar altına alıyorum. Yani, mesela, Kur’an’ın Allah kelamı, mesajı, rehberliği olduğuna karar veren de benim. Çünkü bazı insanlar, “Hayır, Kur’an Allah kelamı değildir” derken, ben “Evet Allah kelamıdır” diyorsam, bu kararı da veren benim. Böyle bir karara da belki benim kendimi şartlandırmam sonucunda ulaşmış olabileceğimi söylemem gerekir. İnsan kendisine karşı dürüst olmazsa hiçbir konuda bir sonuca ulaşamaz ve hep belirsizliklerle yaşar. Bu durum ise yine insanî özelliklerim tarafından tasvip edilmeyen bir durumdur.
Hem kendi özelliklerimi kullanırken ve hem de bu özellikler aracılığı ile kâinatın, Yaratıcısı hakkında yaptığı şahitliği gözlemlerken, ben kendi içimde dürüst olmaya bakmalıyım. Zaten insanî özelliklerimiz bu dürüstlüğün doğruluğunu onaylıyorlar. Kendimi kandırmanın yanlışlığını bütün insanî özelliklerim bildiriyor. Nihayetinde her insanî karar, insanın tercihidir. Öyleyse, kendimi tatmin edecek bir yol aramalıyım. Kendimle çelişmeyen bir çözüm aradığımda, (1) önce kendi duygularımın (fıtrat-ı zişuur olan vicdanın) şahitliğine müracaat etmeliyim. Ondan sonra (2) gözlemlediğim varlıkların şahitliğine müracaat etmeliyim.
Bendeki duygular ile kâinatı incelediğimde, her şeyin anlamlı olduğunu görüyorum. Bu anlamlılığa bir anlam veremiyorum. Fakat insan, anlamlılığın anlamlı olması gerekir, diyor. Bu anlamlı varlıklara varlık verenin ve bana da anlamlılığı arayacak özellik verenin bir şekilde bana bu anlamlılığın nedenini açıklaması gerekir. Bu noktada O’nun bana bunu bildirmesi gerekir. Yoksa anlamlılık anlamsızlık haline dönüşür. Bu anlamlılığın bana anlamını bildirecek bir kaynağı kâinat içinde bulamıyorum. Eğer ben bu kâinatın varlığını bir şuurlu varlığın tercihi olarak görebiliyorsam, bu şuurlu varlığın mutlaka bana, varlık verdiği bu kainattaki anlamlılığın maksadını bildirmesi gerekir.
Bu noktada ben bu “bildirmeyi” mutlaka aramalıyım. Nerede arayacağım? Yine kâinatın içinde. İşte, kâinatın içinde, “Bana bu kâinatı var edenin neden var ettiğini, yani varlık nedenini bildirdi” diye iddia eden kişileri (yani elçilik yaptığını bildiren kişileri) ciddiyetle, “Ne diyorlar?” diye dinlemeliyim. Bu sırada getirilen mesajın, gerçekten şu kâinatın var edicisinin mesajı olup olmadığını, yine yaptığı işlerde (kainatta) görünen özellikleriyle uyumlu olup olmadığına dikkat ederek anlarım. Bir makinayı yapan mühendisin makinanın kullanımı hakkında bilgi vermek üzere hazırladığı “kullanım kılavuzu” makinada gözlemlediğim özelliklerle çelişmemelidir. Ve de o kılavuzu kullandığım zaman, makinayı en güzel biçimde kullanıyor olduğumdan emin olurum.
Ancak böyle bir tecrübeden sonra eğer benim fıtrat-ı zişuurum, bir anlayışım veya fiilimin bende bir memnuniyet oluşturduğuna şahitlik yapıyorsa, bu memnuniyet duygusunu verenin de bundan memnun olduğunu anlarım. Eğer kutsal diye duyduğum metni ve o metni bana ulaştıran elçi’yi de yine bana verilen özelliklerle ve kâinatın şahitliği ile tanımış ve ikna olmuş isem, o takdirde bir de o metne (3) ve elçiye (4), “Siz ne diyorsunuz bu konuda?” diye müracaat edebilirim. Değilse, yalnızca kutsal diye duyduğum bir metindeki ifade ile yetinip, “Bu metin öyle diyor, o halde öyledir” diyerek metni taklit edip uygulamaya koymak anlamında bir “rıza” kavramı, insan için geçerli olmaz.
Metni tahkik edip, delilleriyle tasdik ettikten sonra, “Kendi duygularımı yanlış yerde mi kullanıyorum, doğru yerde mi kullanıyorum?” diye bir kontrol mekanizması olarak kullanabilirim. Bu durumda da dikkat etmem gereken nokta, metin eğer benim halihazırdaki anlayışıma uymayan bir şey teklif ediyorsa, bu teklife göre, yalnızca kendimi bir kez daha “dürüstçe” kontrol ederim. Eğer dürüstçe bu işi yapmaz da, kendi önyargılarımı tercih edersem, kendi kendimi kandırmış olurum. Sonucuna da ben katlanacağım demektir.
Böyle bir yolu takip etmek zorundayız. Tekrar etmek gerekirse, “Ben kendime güvenmiyorum, sapıtabilirim, o halde metne ve elçiye güvenmeliyim” dersem, önemli bir problemin içinde bulurum kendimi. Eğer ben kendime güvenmiyorsam, bana ulaşan metnin ve elçi’nin gerçek olduğunu nasıl karara bağladım ki, o kararımdan emin oluyorum?
Bu sorunun cevabı çok önemlidir. Çünkü her din mensubu, kendisine ulaşan Metni ve varsa Elçi’nin “Mutlak Doğruları” ifade ettiklerini iddia ederler. O zaman kim gerçekten Hakk olanı takip ediyor? Yani, araştırmadan, tasdik etme aşamasından geçmeden, mesela, şimdiki mevcut Tevrat’ı veya İncil’i, veya Veda’ları “Mutlak Doğru” diye takip eden ile Kur’an’ı “Mutlak Doğru” kabul eden arasındaki fark nerededir? Herkes kendi Kutsal metninin mutlak olduğunun iddia edebilir. Delilleriyle tasdik etmeden bu dünyada kimse “Mutlak Doğru”yu bulduğunu iddia edemez. Delilleriyle tasdik ederse, ancak o delilleriyle tasdik ettikleri sonuç, kendisi için “Mutlak Doğru” olur.
O halde “Allah rızası için” diye konuşan bir kimsenin önce kendisinde bu “Rıza”nın tasdikini yaşaması gerekir. Hem kendi duygularında (fıtrat-ı zişuurunu kullanarak) ve hem de müşahede ettiği alemde, delilleriyle, “Bu düşünce tarzı veya yapılan iş, memnun olunacak bir düşünce veya işdir” diye tasdik ettikten sonra, kutsal bildiği kaynağının da bu işin memnun olunacak bir iş olduğunu bildirmesini bir “perçinleyici rehber” olarak alabilir.
Ancak böyle bir aşamadan sonra “Allah rızası için” ifadesi bir kişide gerçekliğini bulur.
Son olarak bir hatırlatma daha; biz bu tahlillerde, “diğer insanların” ne yapıp ne yapmadıklarını eleştirmek için konuşmuyoruz. Benim ne yapmam gerektiğini öğrenmek için konuşuyoruz. “Ama avam…” diye başlayan itirazlar ile, tembelliğimizi meşrulaştırmak için, kendimizi avamlaştırmaya veya avam olmayı kutsamaya kalkmayalım, inşaAllah.
Allah razı olsun,bir de Bediüzzaman insan in bu dünya ya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi… der yani akla takılan şu hikmet ve gaye aynı şey değil mi