Ders Notları

Çalışma Masamızda Mutlaka Bir Kur’an Bulunmalı!

Çalışma Masamızda Mutlaka Bir Kur’an Bulunmalı! | Ha-Mim

Geçtiğimiz hafta sonu (16. 01. 2022) Ha-mim’de yapılan Barla Lahikası dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=IcoCb9yETlg), Hulusi Abi’ye ait iki ve üç numaralı mektuplar okunup müzakere edildi. Mekan olarak bizi bazı özel yerleşim merkezlerine, tarihi olarak 1930’lu yıllara götüren bu mektuplar, derste mekan ve zaman kaydı olmaksızın bize yansıyan mesajlarıyla feyizli ve bereketli müzakerelere kapı araladı. Ben genelini ilgili kayıtlara havale ederek dört numaralı mektupla ilgili bazı müzakerelere işaretle yetinmek istiyorum.

Üç paragraftan oluşan Mektubun bir cümlelik ilk paragrafında şöyle deniliyor: “Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevâta, mütevekkilen alâllah, akşamla yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.” Bu kısımla ilgili olarak bir müzakereci şunu söyledi: “Bakın, dikkat ediyoruz, cemaat oluşmaya başladı. Ama nasıl? Üstad başka bir yerde, mektubu yazan Hulusi Abi başka bir yerde. Ama kaldığı yerde hemen hizmete başlıyor. Üstadın Kur’an eczanesinden aldığı ilaçları, muhtaçlara ulaştırmak üzere harekete geçiyor. Demek ki, biz de nerede olursak olalım, kendi inisiyatifimizle hizmeti başlatacağız. Halbuki başta kendim olmak üzere Risale-i Nur okuyanların alışkanlıklarından şöyle bir şey gözledim: Biz bir yere gidersek, orada bir grup varsa o gruba katılmayı düşünüyoruz. Doğru, uygun. Ama grup yoksa ya o yere gitmiyoruz veya hiçbir şey yapmıyoruz. Oysa Üstad öyle bir cemaat oluşturma teşebbüsüne girmiş ve vesile olmuş ki, -onun yazışmalarından, teşviklerinden anlıyoruz bunu ‘gayr-ı merkezi’ yani belirli bir merkez veya kişinin emri altında olmaksızın her tarafta faaliyet icra edebilecek bir cemaat oluşturuyor. Demek ki herkes kendi mahallinde, bulunduğu yerin şartlarını dikkate alarak, kendi kapasitesine göre, diğerlerini dışlamadan bir hizmet faaliyeti içinde olmalıdır.”

Üstad’ın hayatı Kur’an ve sünnet temelinde bir hayat. Mesela ben, Üstad nasıl yaşadı diye düşünüyor, bir de kendi hayatıma bakıyorum, görüyorum ki ben onun yaşadığı hayatın yanından bile geçemiyorum, kokusunu bile yansıtamıyorum. Bu da maalesef iyi değil, diye kendi adıma söylemiş olayım. Daha açığı ben Üstad’ı Kur’an’ı hayatına yansıtmış bir kişi olarak kendi hayatıma rehber edinemiyorum. Onun hayatını ‘istisnai’ görmeye başlıyorum. ‘Kendine has canım, onun şartlarında o öyleydi’ diyorum. Hani Türkçe’de sahabe için ‘Onlar başkaydı’ retoriği var ya. Biz de öyle deyip geçiştiriyoruz.

Mektubun ikinci paragrafında da kısmen uzun şöyle bir cümle geçiyor: “Evvelce arzettiğim veçhile, ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum; o da, Üstadım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir”. Bu cümlede geçen ‘dellâl-ı Kur’an’ terkibiyle ilgili olarak bir müzakereci şunu söyledi: “Görülüyor ki Hulusi Abi, Üstad’ı Kur’an’ın dellalı olarak anıyor. Onun yazdıklarını –mektubun devam eden cümlelerinde- Kur’an’ın hakikatinin istihraç ve tecellisi, hizmetini de Kur’an’a hizmet olarak değerlendiriyor. Bu bağlantıların çok önemli olduğunu hatırlamak gerekir diye düşünüyorum.”

Başka bir müzakereci de aynı cümle hakkında şu müzakereyi paylaştı: “Biz biliyoruz ki, mektubu yazan Hulusi Abi askerî bir şahsiyet. Normalde böyle bir şahsiyetin yüksek rütbelere ulaşmak, daha farklı yerlerde ve görevlerde bulunmak gibi düşünceleri olması beklenirken, o ‘bir tek şey için yaşadığımı zannediyorum’ diyerek Kur’an hizmetinde bulunan Üstad’a onun hizmetinde yardım etmeyi hayatının gayesi olarak ifade ediyor. Bu, bana şahsen çok anlamlı ve etkileyici geldi.”

Mektubun son kısımlarında şu cümleler yer alıyor: “Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir. Fakat nasıl ki, Kur’ân-ı Mübîn Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîmin nurlarından bugünün karma karışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyleyse, O Hakîm-i Rahim, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden, belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hafızlar, ikinci, üçüncü, hattâ onuncu derecede mübelliğler, naşirler halk buyurur itikadındayım.” Bu paragrafa dair de kıymetli çağrışımlar dile getirildi.

Bir müzakereci şunları ifade etti: “Mektup, Kur’an ile Resulullah, Risale ile de Üstad arasındaki bağa dikkat çekiyor. Evet, Resul-i Ekrem (asm) Kur’an’ı hem tebliğ etti, hem de hayatındaki uygulama örnekleri ile insanları irşat etti. Yani Kur’an Resulullah’ın hayatında ete-kemiğe büründü. Aynı husus Üstad’ın hayatında da var. Üstad’ın hayatı Kur’an ve sünnet temelinde bir hayat. Mesela ben, Üstad nasıl yaşadı diye düşünüyor, bir de kendi hayatıma bakıyorum, görüyorum ki ben onun yaşadığı hayatın yanından bile geçemiyorum, kokusunu bile yansıtamıyorum. Bu da maalesef iyi değil, diye kendi adıma söylemiş olayım. Daha açığı ben Üstad’ı Kur’an’ı hayatına yansıtmış bir kişi olarak kendi hayatıma rehber edinemiyorum. Onun hayatını ‘istisnai’ görmeye başlıyorum. ‘Kendine has canım, onun şartlarında o öyleydi’ diyorum. Hani Türkçe’de sahabe için ‘Onlar başkaydı’ retoriği var ya. Biz de öyle deyip geçiştiriyoruz. Neyse fazla zülf-i yâre dokunmamak lazım.”

Aynı müzakereci şöyle devam etti: “Son cümle bana çok önemli görünüyor. Burada Hulusi Abi, Hakîm-i Rahîm’in Nurları ayak altında bıraktırmayacağına, hiç ümit edilmediklerden sahipler, hafızlar halkedeceğine inandığını söylüyor. Buradaki hafızları ‘ezberleyenler” olarak değil de ‘muhafaza edenler’ diye anlıyorum. Kaldı ki hoşumuza giden, bize rehber olacak mânâlar sunan bir cümle olursa ezberlemeyelim mi? Kur’an da öyle değil midir? Mesela sizi tatmin etmiş, hakkaniyetine ‘kalıbımı basarım’ deriz ya, hakkaniyetine kalıbımızı basacağımız ayetleri ezberlemez miyiz? Haddim değil tavsiye etmek ama ben yine de söyleyeyim, siz ne yaparsanız yapın, ezberleyin arkadaşlar! Namazlarda da okuyun, tadına doyum olmaz, namazınız bir başka olur.”

Nasıl ki telefonumuzu elimizden bırakarak bir yere gidemiyorsak, onu sürekli çalışma masamızın yanında tutuyorsak Kur’an da masamızda hazır olmalıdır. Telefonumuzu niye devamlı beraberimizde bulunduruyoruz? Belki bir dost arar da bir ihtiyacı olur veya bilmemiz gereken bir şey olur da onu bize iletmek ister diye. Evet, Rabbimiz bizimle, bizdeki ve kainattaki faaliyetleri ile konuşuyor. Bunun devamlı farkında olmamız gerekiyor. Ama bunun yanı sıra bir de Onun bize, benim bugünüme, benim şartlarıma ne gibi bir mesajı var diye Kur’anı okumalıyız.

Konu Kur’an’a gelince, müzakere bu fasıldan devam etti. Aynı müzakereci şöyle devam etti, paylaşımına: “Çalışma masamızda mutlaka Kur’an bulunmalıdır! En ufak bir fırsatta açıp bir ayet okumalıyız. Nasıl ki telefonumuzu elimizden bırakarak bir yere gidemiyorsak, onu sürekli çalışma masamızın yanında tutuyorsak Kur’an da masamızda hazır olmalıdır. Telefonumuzu niye devamlı beraberimizde bulunduruyoruz? Belki bir dost arar da bir ihtiyacı olur veya bilmemiz gereken bir şey olur da onu bize iletmek ister diye. Evet, Rabbimiz bizimle, bizdeki ve kainattaki faaliyetleri ile konuşuyor. Bunun devamlı farkında olmamız gerekiyor. Ama bunun yanı sıra bir de Onun bize, benim bugünüme, benim şartlarıma ne gibi bir mesajı var diye Kur’anı okumalıyız. Kur’an’dan az-çok demeden ayetlerle kaynaşmalıyız. Ezberlemeye gelince sık okursak ezberleriz de. Özellikle yaşımız genç ise. Yaş ilerleyince biraz daha zor oluyor.”

“Son cümlede zikrolunan ‘ikinci, üçüncü hatta onuncu derecede mübelliğler, mürşitler, naşirler” ifadesi de Nurlara sahip çıkacak insanların derecelerine işaret ediyor. Kimisi hayatını verir, birinci derecede ‘nâşir’ olur, kimisi gününün yarısını verir, kimisi günde iki saatini verir, kimisi haftada iki saatini verir… vs. Burada hem Nurlara sahip çıkmaya işaret var hem derece bakımından ileriyi hedeflemeye teşvik var, diye anlıyorum. Yani hangi şartlar altında olursak olalım, hizmete sahip çıkmamız gerektiği ifade olunuyor. Biraz Türkiye gerçeğine göre konuşursak, mutlaka bir yerde ders organize edilecek de, ben de oraya gideceğim değil. Tamam oraya gideceğim ama bir taraftan da kendi muhitimde, kendi mahallemde, kendi konu-komşularımla benim de ders organize etmem lazım. Yani ‘yükü omzumuza almamız lazım’ diye anlaşılıyor.”

“Öte yandan, ‘çalışma masamızda Kur’an bulunmalı, fırsat buldukça ayetleri okumalıyız’ derken Kur’an tercümelerini kast etmediğimi de ifade etmeliyim. Meal yahut tercüme Kur’an’ın orijinali değil, çevirenin kendi anlayışına göre yaptığı aktarımdır. Ama meallere, tefsirlere bakılamaz mı, elbette bakılır ama önce Kur’an’ı anlama usulünü kazanmak için Risale-i Nur eğitiminden geçmek lazım. Sonra onun verdiği usulî prensiplerle ayetler kimden yahut kimlerden bahsederse bahsetsin, kendi hayatımıza bakan mesajları çıkarabilmemiz lazım.”

Müzakerelerde daha sonra Kur’an-çeviri ilişkisi, Kur’an anlama usulü ya da usulleri, Kur’an-Risale eğitimi konularına değinildi. Risale-i Nur gibi Kur’an’ın iman konularını anlamada usul öğreten eserlerin ancak Kur’an ile tanışmak için okunması gerektiğine vurgu yapıldı. Özellikle Risale-i Nur’daki kullanılan çoğu kelimelerin Kur’an’dan kelimeler olduğuna dikkat etmek ve bu kelimeleri Kur’an ile bağlantımızın kurulmasına vesile yapmak gerektiğinin altı çizildi. Ayrıca ‘Çoğu kelimelerin Kur’an’da değişik formlarda kullanıldığını görmek için de Kur’an ile daima haşir-neşir olmalıyız ki bunu fark edebilelim’ denildi. Ben herkes için, her zamanki duamı tekrarlayayım: Allah razı olsun…

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın

1 Yorum