Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta sonu (22. 01. 2022) yapılan Ayetü’l-kübrâ dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=Bn9dI5eKoss), İkinci Bâb’ın “menzilleri” okunmaya devam edildi. Özellikle aşağıdaki kısımla ilgili olarak kıymetli müzakereler paylaşıldı:
“Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî’nin medresesine rast geldi, girdi, onu dinledi. O imam, ders verirken diyordu: “Bütün tarikatlerin en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır” ve “Birtek mesele-i imaniyenin vuzuhla inkişafı, bin kerâmâta ve ezvâka müreccahtır.” Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: ‘Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-i imaniye ve İslâmiyeyi delâil-i akliye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek.’ Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki ben o adamım” diye, iman ve tevhid bütün kemâlât-ı insaniyenin esası, mayesi, nuru, hayatı olduğunu ve ‘tefekkürü saatin hayrun min ibâdeti senetin” düsturu, tefekkürat-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarikatında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nev’i olmasıdır diye tâlim ederdi. Seyyah tamamıyla işitti, döndü, nefsine dedi ki: “Madem bu kahraman imam böyle diyor, ve madem bir zerre kuvvet-i imaniyenin ziyadeleşmesi bir batman marifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır…” (Şualar, Yedinci Şua, s. 147-148)
Derste, metnin gerek alıntıladığımız bu kısımları gerekse devam eden kısımları hakkında yapılan istifadeli müzakereleri ilgili kayıtlara havale edip burada, hadiste geçen ve “bir saati bir yıllık ibadetten daha hayırlı olduğu” belirtilen “imanî tefekkür” konusunda yapılan bir müzakereye değinmek ve bazı aktarımlarda bulunmak istiyorum.
Metinde çoğul haliyle geçen “tefekkürât-ı imaniye” tamlamasının sözlük anlamı itibariyle “imana dair yapılan tefekkürler yahut düşünmeler” anlamına geldiği açık. Terim anlamı bakımından da imanın tanımı ve mahiyeti ile tefekkürün niteliği dikkate alındığında imanî tefekkürü, “iman konuları yahut iman esasları, bunların gerçekliği ve doğruluğu hakkında kendi iç dünyamızdan ve fizikî alemden yola çıkarak delillendirme ve temellendirme çabaları içinde bulunma” diye tanımlamak mümkün. Burada “tefekkür”ün mahiyeti, usûlü, alanı ve kapsamı… gibi konuların önemli detayları bulunduğu muhakkak. Ancak “iman” alanında tefekkür denilince, sadece Allah’a iman konusunun değil, bütün iman esaslarının tefekkür edilmesi gerektiği aşikar. Öte yandan Allah’a imanı tefekkür etmenin Onu sadece varlığı ile değil, isim ve sıfatlarıyla tefekkür etmek gerektiği de akla gelir, gelmelidir. Ayrıca her ne kadar tefekkür “aklî melekemize” işaret ediyorsa da insan olarak bütün duygularımızla tefekküre yahut “tatmin”e ihtiyacımız olduğu da kesin. Dolayısıyla “imanî tefekkürü” bu boyutlarıyla ele almak gerekiyor. İşte derste, bir müzakereci tam da bunlara işaret etti:
“İmanî tefekkür konusu benim zaman zaman kendimce anlamak için düşündüğüm bir konudur. Önce iman neyi ifade ediyor, bunu dikkate almak lazım. Sıklıkla dile getirildiği gibi iman ‘gaybî’dir. Yani fiziki olarak gözlemleyemediğimiz bir durumun, bir varlığın, varlığı hakkında tatmine ulaşmamız yani insanın aklının ve duygularının –Kuran duygulara ‘kalp’ der- tatmin olması, evet doğrudur diyebilmesidir. Diğer taraftan iman bilgi olmadığı gibi bilgi de iman değildir. Çok basit bir örnek vermek gerekirse, mesela benim cebimde bir kalem var. Elimi oraya koymasam bile cebimde kalem olduğunu biliyorum; bu bilgidir. Bu bakımdan ‘İnanıyorum ki cebimde kalem var’ denmez. Peki iman ne demek? Diyelim ki, bana nereden geldiğini, kimin gönderdiğini bilmediğim bir hediye ulaştı. Hediyenin özelliğine, cinsine vs. bakarım, sonra da ‘Bunu şu dostumun gönderdiğine inanıyorum’ derim. Fiziki olarak hediyeyi o dostumun gönderdiğini görmedim ama işaretlerden yola çıkarak ‘bunu filanca dostum göndermiş olmalı’ derim. Buna iman denir. Şimdi kainata bakıyorum: Kainat güzel bir şekilde çalışıyor. İnsanlar derinlemesine inceliyorlar, nasıl çalışıyor diye. Peki bu iman mıdır? Hayır, bu bilgidir. Ama bu çalışma sonunda elde edilen bilgiler benim için ne demeye geliyor, nasıl oluyor da böyle bir mekanizma kurulmuş, bu kendi kendine olur mu gibi soruların gerisinde ulaşılacak neticeye iman denir. Bu ‘gayb’dır. Kur’an zaten müminleri tanımlarken ‘Onlar gayba iman ederler’ der (Bakara 2/3).”
“Bu dediğim ‘imanî tefekkür’ konusunun başlangıç seviyesindeki bir hususu. İkincisi, ‘iman’ deyince biz, daha çok Allah’a imandan bahsediyoruz. Oysa iman Allah’a imanla birlikte diğer inanç esaslarını içine alıyorsa ‘tefekkür’ü imanın diğer şubelerine de taşımak gerekiyor. Yani onların gayba bakan taraflarında mutmain olmuş bir akıl, mutmain olmuş bir duyguya sahip olmak için bunların delillerini toplamak icap ediyor. Çünkü bu kainat ‘deliller kainatı’dır. Kur’an’ın ifadesiyle ‘ayetler bütünü’dür. Niye ayetler bütünüdür? İlk önce Yaratıcısına ayettir yani delildir. Ondan sonra bu kainatın mânâlarının mümessillerine imanın (melekler) anlaşılması gerekiyor. Hakikaten kainata böyle harflerle yazılmış değil de karakterlerle, özellikle nakşedilerek yazılmış bir kitap gibi bakmayı becerebilmek lazım. Böyle bakınca bu kitabın, ‘Benim bir kâtibim var’ dediğini kolayca anlarız. Ama bu kitap, sadece ‘benim bir kâtibim var’ demiyor. Böyle bir bakış indirgemeci veya daraltıcı bir bakıştır. Bu kitap diyor ki ‘Benim kâtibimin ilmi var, benim kâtibimin kudreti var, benim kâtibimin hikmeti var, benim kâtibimin rahmeti var… Beni Kendisi nakşetti. Sahip olduğu özelliklere dair bana bilgiler nakşetti…”
“Sonra ben bu kitabı incelediğimde, ‘Evet bunların bir kâtibi, bir Yaratıcısı var’ diyorum ama bir de var olan bu kitabın sürekli var olmasını istiyorum. Neden? Ben insanım. Duygularım var. Duygularımın tatmin olması lazım. Evet, ‘bu kainatın bir yaratıcısı var’ dediğimde aklımın tatmin olması yetmiyor, duygularımın da tatmin olması gerekiyor. Aklım tatmin olsa da, duygularım diyor ki, ‘eee bu kainatın bir kâtibi varsa var, tamam, bundan bana ne?’ Biz de, ‘Efendim Onun ilmi var, kudreti var, şu şu özellikleri var’ deyince de tatmin olmuyor. ‘Tamam anladım, varsa var’, diyor: ‘Bir kitap gibi anlamlı olan bu kainat kitabını bana neye ulaştırdı ya’ diyor. ‘Ne demek istiyor bana? Acaba benim de Kendisini anladığımı bilen birisi mi, bendeki ihtiyaçlara cevap vermek için mi yaptı’ gibi soruların sorulması ve duyguların tatmin edilmesi gerekiyor.”
“Bu diyalogları genişletmek ve imanın diğer rükünlerine de kaydırmak lazım. Bunun için tefekkür-i imanî gerekiyor. Mesela meleklere iman, gerçekten delillerimizin olması ve kalbimizin mutmain olması lazım. Dolayısıyla bu konuyla ilgili delilleri toplamamız gerekiyor. Öte yandan Yaratıcının benimle diyalog kurmak istediğinin delillerini toplamam lazım. Yani ‘vahye imanın’, ‘kitaplara imanın’ delillerini toplamam lazım. Sonra Onun gönderdiği bir kitap var, tamam. Bu kitabı pratik hayatıma nasıl indireceğimi gösteren, öğreten kişiye Resul’e iman var, bunun delillerini toplamam lazım. Burada bitmiyor, devam ediyoruz. Bundan sonra ahirete iman geliyor. Bu dünya böyle, gelen herkes gidiyor, ben de gideceğim. Peki, ne olacak bunun sonu? Ahirete imanın delillerini toplayacağız… Bunlar basit gibi görünüyorsa da değil. Risale-i Nur’da ahirete iman konusunda belki yüz sayfadan fazla kısım var. Diğer taraftan bakıyorum, kainatta her şey bir tek elde toplanmış, Her şey Onun iradesinde akıp gidiyor. Ben, hep uçak örneğini veririm. Uçak pilotun istediği yere, istediği yöne, istediği hızla uçuyor. Ben ise en çok uçağın koridorunda o tarafa bu tarafa gidebiliyorum. İradem var ama sınırlı. Her şey pilotun emir ve iradesi altında. Bu da kadere iman. Bunun da delillerini toplamak lazım. Biz Risale-i Nur’un iman konularını Allah’a imana sıkıştırdığımız için, ‘Evet, tamam canım, Allah var, olması lazım denip duruyor, anladık’ denildiğinde bittik zannediyoruz; kendimizi tekrar ediyoruz zannediyoruz.”
“İşte bu iman tefekkürü çok geniş bir yelpazeyi içeriyor. Hatta bunun içinde benim, ‘sosyal hayatımı gayba bakan boyutuyla, Resulullah’ın uygulama örnekleri içinde nasıl yaşayacağım’ hususu da var: Şeriat. Şahsi hayatımı böyle düzenlemem lazım. Şimdi kimsenin şeriatla ilgilendiği yok. Allah’a imanda takılıp kaldık, maalesef. Bütün bu alanlarda aklımın tam tatmin olması için uzun tefekküre girmem gerekiyor. Bunları geniş alana yaymam lazım. Yani Risale-i Nur’u Allah’a imana odaklanmış bir kitap olmaktan çıkarmak lazım. Zira Risale-i Nur böyle olmadığı gibi Kur’an da böyle değil. Kur’an ve onun tefsiri olan Risale-i Nur imanı bütün erkanı ile, bütün boyutlarıyla, bütün delilleri ile veriyor… O halde ben hem bana verilen akılla hem kalple (duygular) iman esaslarını tefekkür ederek her zaman imanımı artırmaya, güçlendirmeye devam edeceğim, devam etmeliyim.”
Dersteki imanî tefekkür dairesinin bu kadar geniş bir şekilde ele alınması gerektiğini ve tefekkürün “akl”ın yanı sıra diğer insanî duygularımın tatminini de içine alacak şekilde gerçekleştirilmesi icap ettiğini dinlediğimde, “bir saat tefekkürün neden bir senelik ibadetten daha hayırlı olduğunu” biraz anlar gibi oldum. Allah razı olsun…