Ders Notları

“Ehl-i Beyt” Vurgusunun Pratik Mesajları

"Ehl-i Beyt" Vurgusunun Pratik Mesajları | Ha-Mim

Ha-mim’in geçtiğimiz hafta son yapılan online “nübüvvet” dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=PtduVFlPLlQ), Dördüncü Lem’a’nın Üçüncü Nüktesinin ilk paragrafları okunup müzakere edildi. Şûrâ suresinin 23. ayetinde yer alan “illâ’l-meveddete fi’l-kurbâ” ayetinin tefsir edildiği metinde, müellif bu ayetin bir kavle göre manasını, “Resul-i Ekrem (asm) vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i beyt’ine meveddet istiyor” şeklinde veriyor, bu ayetin “Allah katında en değerli olanınız takvaca en ileri olanınızdır” (Hucurât 49/13) ayeti ile çelişki arz etmediğini temellendiriyor. Bu bağlamda Resulullah’ın (asm) Allah’ın bildirmesiyle, “alem-i İslam içinde Âl-i beyt’inin şecere-i nûraniye hükmüne geçeceğini bildiğini ve insanlara rehberlik ve mürşitlik yapacak kimselerin çoğunlukla Âl-i Beyt’ten çıkacağını” ifade ederek onlara meveddet yani sevgi beslemeye yönelik tavrının doğrudan onun risalet görevi ile ilgili olduğunu açıklıyor. Başka temellendirmelerin de bulunduğu bu Nüktede müellif şu ifadelere yer veriyor:

“Bu hakikati teyit eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: ‘Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i beytim”. Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i beytten, vazife-i risaletçe muradı, sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i beytten olmadığı gibi, Âl-i beyte hakikî dost da olamaz.”

Mazeretim sebebiyle benim katılamadığım derste, özellikle yukarıdaki parafla ilgili olarak tarihi ve pratik yönü olan tefekkürler paylaşılıyor. Bunların tamamını ilgili kayıtlara havale ederek, bazı çağrışımlara da atıf yaparak bunların bir kısmını aktarmak istiyorum.

Ehl-i sünnet ile Şia arasındaki kavga imanî olmayıp siyasî bir anlaşmazlıktır. Ehl-i sünnet tarafının çok önem verdiği şahsiyetler Şia tarafından geri planda bırakılırken, Şiilerin çok önem verdiği Ehl-i beyt mensubu şahsiyetler de bazı Sünnî çevreler açısından geri planda kalmışlar, hatta aşağılanmaya maruz bırakılmışlardır. Metinde dolaylı olarak bunun yumuşatılmasına yönelik bir çağrı var gibi gözüküyor.

Bilindiği gibi Âl-i beyt ya da Ehl-i beyt, Resulullah’ın ev halkı anlamına geliyor. Kapsamı ile ilgili farklı yorumlar yapılmakla beraber Resul-i Ekrem (asm)’ın kızı Fatıma, damadı Hz. Ali, oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin’in Âl-i beyt’ten olduğunda şüphe bulunmuyor. Bahsin başındaki ayette geçen “kurbâ” kelimesi Allah’a yakınlaşma anlamına geldiği gibi akraba anlamına da geliyor. İkinci anlayış esas alındığında, bu ayetin müminlere Resul-i Ekrem’in yakınlarına meveddet/sevgi duyulmasını istediği anlaşılıyor. Metin önceki Nüktelerde Ehl-i beyt’in cibillî yani akrabalık bağına dayalı olarak diğer müminlerden daha fazla Peygamber’in getirdiği mesaja bağlı olduğunu ifade ediyor. Bu Nükte’de de, Ehl-i beyt’in Peygamber’in bütün müminler için ilahî mesajı uygulama örnekleri demek olan sünnetin menbaı ve muhafızı olduklarına, ayrıca onu her bakımdan yerine getirmeye de birinci derecede mükellef olduklarına dikkat çekiyor.

Bir müzakereci tarafgirliğin “akrabalık”la da bağının bulunduğunu şöyle ifade ediyor: “Nasıl ki bir kimse dışarıda yapılan bir hakarete başka bakar, babasına yapılan hakarete farklı bakar, farklı davranır. Cibilliyet insanın fıtratında vardır. Bu, ırkçılığı haklı çıkarmaz ama böyle bir özellik vardır insanın yaratılışında. Bu husus hakka tarafgirliğin “yakınlık”la da ilgisi olduğunu gösterir. Mesela tam uykuya vardığınız gecenin bir vaktinde kapınız çalınsa, kim bu diye öfke ile kalkarsınız. Ama eğer kapıdaki kardeşiniz yahut sevdiğiniz bir arkadaşınız ise hemen yumuşar, memnuniyet içinde evinize buyur edersiniz. Peygamber’in (asm) Âl-i beyt’i de hem Resulullah’ın getirdiği mesajı benimsemeye hem de bu mesajın Resulullah tarafından tatbikata konmasına diğer müminlerden daha fazla ilgi gösterir, daha fazla taraftarlık içine girer. Kaynaklarda onların hayatına dair verilen bilgiler de bunu doğruluyor”.

Müzakerecinin bu yaklaşımı pratik olarak bende şöyle bir kanaat oluşturdu: Eğer ben kendi çapımda, sorgulayarak, tahkik ederek “hakikat yolculuğunda” olur yahut “hakikat arayışına” girer, ulaştığım sonuçları kendi hayatımda yansıtırsam, bunun başkalarına da yansıtılmasında akraba ve yakınlarım daha öncelikli bir tutum içinde olurlar. O halde ulaştığım hakikatleri muhtaçlara iletmede akrabalık bağım bulunan insanların önceliği olmalıdır, zira bu bağ, onların bana güveni dolayısıyla hakikatleri benimsemede ayrı bir artı rol oynar.

Diğer taraftan Âl-i beyt konusunun tarihî bir arkaplanı da var. Siyasî ihtilaflara bağlı olarak ortaya çıkan Şiiler mesleklerini Âl-i beyt muhabbeti üzerine kurdukları için, bazı Sünnî muhitler onlara siyasî tepkileri yüzünden Âl-i beyt’i önemsiz görme eğilimine girdiler. Buna mukabil Şiiler de aynı siyasî faktörler sebebiyle Ehl-i sünnetin özel önem atfettiği Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi şahsiyetler hakkında aşırı anlayışlar ileri sürdüler. Bir müzakereci özetle buna şöyle işaret ediyor: “Bu konunun o günle alakalı hatta bugünle alakalı tarihî bir arkaplanı var: Ehl-i sünnet ile Şia arasındaki siyasî kavga. Bu kavga imanî olmayıp siyasî bir anlaşmazlıktır. Ehl-i sünnet tarafının çok önem verdiği şahsiyetler Şia tarafından geri planda bırakılırken, Şiilerin çok önem verdiği Ehl-i beyt mensubu şahsiyetler de bazı Sünnî çevreler açısından geri planda kalmışlar, hatta aşağılanmaya maruz bırakılmışlardır. Metinde dolaylı olarak bunun yumuşatılmasına yönelik bir çağrı var gibi gözüküyor. Yani metin Sünnilere, ‘Ehl-i beyt’i sevin, çünkü onlar sünnetin birinci derecede uygulayıcısı ve koruyucusudur’ diyor. Şiilere de Peygamber’le beraber olmuş, onun sünnetini yerine getirmede hassasiyet içinde olan şahıslara karşı siyasî bakışın getirdiği perdeyi ‘bir kenara bırakın’ diyor. Daha açık ifade etmek gerekirse, metin Sünnilere, ‘Ehl-i beyt sünnet-i seniyyeyi benimsediği için onları sevin, onlara tarafgirlik gösterin’ çağrısında bulunuyor; Şiilere de ‘Ehl-i beyti seviyorsunuz, bu Resulullah’ın sünnet-i seniyyesi adına olmalı’ diyor, ‘sünnet-i seniyyeye uymada daha hassas olmanız gerekir’ diyor. Yani metinde her iki tarafı da ortak noktaya davet var gibi görünüyor. Tarihî gerilimi azaltmaya, gidermeye dönük çağrı. Nitekim Risalelerin başka yerlerindeki yaklaşımlara bakıldığında da, Said Nursi’nin siyasi gerilimleri yumuşatmaya dönük analizler yaptığını görüyoruz. Hayatında da öyle. Mesela Nursi On İki İmama saygıyı hiçbir zaman geri bırakmadığı gibi onlardan faydalanmaya dönük tavrı da açıkça görülüyor. Ama bu muhabbet onlara siyasi pozisyon vermek noktasında bir tavra da götürmüyor onu”.

Metin Sünnilere, ‘Ehl-i beyt sünnet-i seniyyeyi benimsediği için onları sevin, onlara tarafgirlik gösterin’ çağrısında bulunuyor; Şiilere de ‘Ehl-i beyti seviyorsunuz, bu Resulullah’ın sünnet-i seniyyesi adına olmalı’ diyor, ‘sünnet-i seniyyeye uymada daha hassas olmanız gerekir’ diyor. Yani metinde her iki tarafı da ortak noktaya davet var.

Bu tavrın metinde cemaat vurgusuna da yansıtıldığı görülüyor: “Gayet kuvvetli ve kesretli bir cemâat-ı mütesânide lazım ki, alem-i İslam’ın terakkiyât-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i ilahi ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i beyt’i etrafına toplamasını arzu etmiş”. Bu pasajla müzakere cemaat vurgusu üzerine çekiliyor. Bir müzakereci şunları paylaşıyor: “Metnin bağlamında, Sünniler ile Şia arasındaki gerilimin kaldırılması ve bu iki kesimin bütün İslam alemini kapsayacak şekilde barışmalarının kaçınılmaz zorunluluk olduğuna dair bir çağrı da var. Hepimiz biliyoruz ki, İslam dini ilgilenen kişilerin en çok gündeme getirdikleri konulardan birisi ‘Madem İslamiyet tevhid dinidir, neden bu Sünni-Şii ayırımı var ya?’ sorusudur. İslam dininin düşmanlığını hedeflemiş olan art niyetli kişilerin de sosyal medyada sürekli olarak bu ayrılık konusunu gündeme getirip eleştiri yaptıklarını görüyoruz. Bu problemin çözüm yollarının Risale-i Nur’un değişik yerlerinde gündeme getirilmesinden anlaşılıyor ki, müellif tek bir kuvvetli ve kesretli cemaatin mutlaka gerçekleştirilmesine okuyucularını teşvik ediyor. Şüphe yok ki, bu cemaat çağrısı kişilerin kendi hayat şartlarında uygulamalarını da içermelidir. Herkes kendi çevresinde bir cemaat olmalıdır”.

Tefsiri yapılan ayet, müminlerin Âl-i beyt’e muhabbet etmelerini emrediyor. Moderatör burada “itaat” ile “muhabbet” arasındaki bağa dikkat çekince, bir müzakereci kısaca şunu paylaşıyor: “İtaat Allah’a yapılır, Allah’ın mesajını Onun iradesi istikametinde yorumlayıp hayata taşıyan Resul’e yapılır. Ama Resul’ün mesajlarına sahip çıkan Âl-i beyt’e muhabbet yapılır, sevgi beslenir. Bu muhabbet, bu sevgi Resul adınadır, Allah adınadır; dolaysıyla bu, Allah’a ve Resul’e itaatin başlangıcını teşkil eder. Zira muhabbet olmadan itaat olmaz”.

Derste Âl-i beyt yahut Ehl-i beyt vurgusu etrafında önemli müzakereler devam edip gidiyor. Allah razı olsun…

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın