Ders Notları

Peygamber Uygulamalarını Taşıyanlara Şükran Duyup Dua Etmek ya da Salavâtlarda Ehl-i Beyte Yer Vermek

Peygamber Uygulamalarını Taşıyanlara Şükran Duyup Dua Etmek ya da Salavâtlarda Ehl-i Beyte Yer Vermek | Ha-Mim

Geçtiğimiz hafta sonu, Ha’mim’in doksan haftadır devam eden online “nübüvvet” dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=Oq1WyQrYND8), Altıncı Şua’dan “İkinci Sual” başlıklı kısım okunup müzakere edildi. Sualde, teşehhüdün sonunda okunan salavâtta, -mealen- “Allah’ım, İbrahim ve İbrahim’in Ehl-i beytine rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve Muhammed’in Ehl-i beytine de rahmet eyle” denildiği, Hz. Muhammed daha ziyade rahmete mazhar olduğu halde niçin Hz. İbrahim’in zikredildiği, ayrıca bu salavâtın teşehhüde tahsisinin hikmetinin ne olduğu, öte yandan namazlarda sürekli olarak bu salavâtın okunmasının hangi sebep ya da sırra dayandığı soruluyor. Metin bu üç soruya gayet açık, anlaşılır ve ikna edici cevaplar veriyor. Müzakereler zaman zaman bu Şua’nın başındaki “tahiyyât”a da atıflar yaparak gayet verimli ve bereketli bir muhtevada geçti, geçiyor. Ben bunların tamamını ilgili kayıtlara havale edip bazılarına işaret etmek istiyorum.

Bir müzakereci namazda teşehhütte okunan “et-Tahiyyâtü el-mübârekâtü es-salavâtü et-tayyibâtü lillah” şeklindeki ibarenin, bazı muhitlerde “et-Tahiyyâtü lillahi ve’s-salavâtü ve’t-tayyibât” şeklinde okunduğuna dikkat çekerek şunu söyledi: “Her iki ibare de anlam itibariyle -bir kelime eksiğiyle- aynıdır. İlki İbn Abbâs’tan, ikincisi İbn Mes’ud’dan gelen rivayete dayanıyor. Peygamber’in sıklıkla yanında bulunan bu iki sahabinin nakillerinden Resulullah’ın her iki okuyuşu da ihtiyar ettiği anlaşılıyor”.

Aynı müzakereci ilk sorunun cevabıyla ilgili olarak metindeki izahları özetleyip şunları söyledi: “Geçmişte, Ha-mim derslerinde vurgulandığı üzere, peygamberler vahiyle gelen mesajı uygulama örnekleriyle insanlara gösteren öğretmenlerdir. Öğretmenlerin öğretmen olmaları bakımından birbirinden farkı yoktur. Nitekim “Biz, peygamberler arasında ayırım yapmayız” ayetinde (Bakara 2/285) buna işaret ediliyor. Ama nasıl ki öğretmenlerin dönemleri, görev yaptıkları yerler, öğrencileri vs. açısından derece farkı varsa peygamberlerin de bu anlamda birbirinden derece farkı vardır. “Biz, bazı peygamberleri diğerlerinden daha üstün kıldık” şeklindeki ayet (Bakara 2/253) de bunu işaret ediyor. Bu anlamda Hz. Muhammed’in Hz. İbrahim’den daha fazla rahmete mazhariyeti ortada. Âl yani ehl-i beyt konusuna gelince, metinde çok güzel izah edildiği üzere, Hz. İbrahim’in âl’inden yani soyundan peygamberler, Hz. Muhammed’in âl’inden yani soyundan veliler geliyor. Elbette aralarında kategori farkı olduğu için veliler peygamberlere yetişemiyor. Dolayısıyla salavâtta ‘Allah’ım, İbrahim’in Ehl-i beytine rahmet ettiğin gibi Muhammed’in Ehl-i beytine rahmet et’ duası teşbih kaidesine tamamen uygun düşüyor”.

Başka bir müzakereci “et-Tahiyyât” duasından başlayarak uzun fakat oldukça faydalı şöyle bir tefekkür ortaya koydu: “Söylenenler bana uygun görünmekle birlikte, bir de şöyle yaklaşsak diye düşündüm: Ben kendime bakıyorum, niçin dua ediyorum diye. Önce, bir ihtiyacım var, o ihtiyacımı karşılayanı tanımam lazım, diyorum. Kim olabilir bu? Konumuzla doğrudan ilgili değil ama kısaca, ‘beni bu ihtiyaçla yaratan olabilir’ diyorum. Peki kimdir O? Çevremde, başta kendim olmak üzere benim ihtiyaçlarımı karşılayabilecek olan bir kaynak olmadığına göre, belli ki beni ve kainatı yaratan olabilir, sonucuna ulaşıyorum. Kendi dünyamda yaşadığım hal bu! Sonra bu ihtiyacımı karşılayacak olanı tanıyıp ‘Acaba O, benim bu ihtiyacımı karşılayabilecek mi’ diyorum. Eğer karşılayamayacaksa, ‘bana bu ihtiyacı niçin verdi’ diyorum. Bakıyorum ki, gücü sonsuz, her ihtiyaç sahibinin ihtiyacını karşılıyor. Peki ‘neden doğrudan her ihtiyacımı hemen karşılamıyor’, diye düşününce, ‘Demek ki benim kendisi ile irtibata geçmemi istiyor’ diyorum. Bunu, ‘Sana bu ihtiyacı verdim, sen de bu ihtiyacı karşılamak için bana müracaat et de, aramızda ilişki olsun; sen muhtaç olan, ben de ihtiyacı karşılayacak olan olarak münasebet içinde olalım’ diye anlıyorum. Şimdi müracaat ediyorum, ‘benim şu ihtiyacımı karşıla’ diye. O da diyor ki, ‘Benim resul olarak gönderdiğim bir elçi var, bir de Onun âli var, onun eğitiminden, terbiyesinden geçenler var. Onlarla gelen mesaja bak, incele. Sonra kendine bir konum belirle. Sen nerede duruyorsunuz diye…’.

Peki ben bunun Allah’a bağlanması eğitimini nereden gördüm? O, Allah’n elçileri var ya, o elçilerin getirdikleri mesaj var ya, işte bütün bunları o mesajdan öğreniyorum. Yani o mesajlar Hz. İbrahim’den, sonra Hz. İbrahim’in soyundan gelenlerden öğrendiğim gibi, kendi şartlarımızda Hz. Muhammed’den öğreniyorum, bundan çok memnun oluyorum. Dolayısıyla içimden gelerek, samimiyetle, ‘Allahümme salli alâ Muhammed’ diyerek ona dua ediyorum, ondan memnuniyetimi dile getiriyorum. Çünkü onun getirdiği mesajla hayatım anlamlı hale geliyor, onun bu mesajı kendi hayatındaki tatbikatına bakarak Yaratıcıma, şükrümü sunuyorum, varlıklarla nasıl ilişkiye geçeceğimi öğreniyorum… Sonra salavâtta ‘âlihi’ kaydı var ya, bundan da şunu anlıyorum: Yaratıcımın gönderdiği mesajın görevli elçi tarafından hayata yansıtılmasına şahit olan, onları taşıyan, aktaran ve bana kadar, bize kadar ulaşmasını sağlayan ‘âl’ ve ashab yani sahabe var. Resulullah’ın vefatından sonra onların bu mesaj ve uygulama örneklerinin aktarılması için nasıl çırpındıkları biliniyor. O günkü şartlarda yürüyerek veya canlı binekler üzerinde Çin’e kadar gidiyorlar. Hayatları pahasına, tarifsiz zorluklara ve sıkıntılara göğüs gererek hakikatleri ulaştırmaya çabalıyorlar. O halde salavâtlarda onlara dua edilmesi çok anlamlı gözüküyor. Çünkü onlar Peygamber’in eğitiminden geçmiş kimseler, o mesajı aktaran, taşıyan kimseler. Ben nasıl mesajı getirdiği Resul için Allah’a, ‘Ben ondan çok memnunum, sen de memnun ol, rahmet et’ diye dua edersem, etmem gerekirse, o mesajı taşıyan âl ve ashap için de, ‘Evet, ben o mesajı aktarıp bana kadar ulaştıranlardan da çok memnunum, sen de onlardan razı ol, onlara rahmet et, selametle muamele et’ diye dua ederim, etmeliyim.

“İşte bu süreçte, metnin başı ile irtibatı bakımından ilkin ‘et-tahiyyâtü’ gündeme geliyor. Yani şu canlılar alemi var ya, onlar canlılar olarak yapmış oldukları sergileme ile, gösteri ile bir şey yapıyorlar. Onlara bak, onları incele. Sonra ‘el-mubarekâtü’ yani şu bereket kaynağı olan tohumlar vs. var ya, onlara bak, onları incele. Bir meyve çekirdeğine bakıyoruz, küçücük bir şey, ama daha sonra kocaman ağaç olmuş, üzerinde yüzlerce meyve, meyvelerin içinde de yüz binlerce aynı tohum ya da çekirdekler. Adeta hepsi birden ‘çoğalacağız, çoğalacağız’ diye bağırıyorlar. Böyle bir tablo ile karşı karşıyayım. Sonra ‘es-salavât’… Yani yapılan dualar ‘aman efendim, biz ‘şunu olmak istiyoruz, biz bunu olmak istiyoruz, bunları bir karşıla’ diye tavırları var. Kendileri karşılayamıyorlar ya. Kendileri karşılayacak özelliğe sahip değiller. Ağaca bakıyoruz; canlı yapılmış fakat iradesi olmayan bir şey, bir odun. Bunları karşılayana karşı varlıklarıyla dua ediyorlar. Bir de ‘et-tayyibât’… Yani bu meselenin farkına varanlardan, insan cinsinden ulvi dualar var. Ağaç bağırıp çağırıyor, ama hal diliyle bağırıp çağırıyor. Oysa bazı bilinçli kimseler var ki onlar çığlıklar atıyorlar. Hem kendi ihtiyaçlarını ağaç gibi tanıyorlar hem de bilinçli bir karşılık vermekle O Kaynağa duada bulunuyorlar…”.

“En sonunda ‘lillâh’. Yani bunların hepsi Allah’a ait imiş. Yani tanım gereği benim ve kainatın tüm ihtiyaçlarını karşılayan O imiş’ diye bir sonuca ulaşıyorum. Peki ben bunun Allah’a bağlanması eğitimini nereden gördüm? O, Allah’n elçileri var ya, o elçilerin getirdikleri mesaj var ya, işte bütün bunları o mesajdan öğreniyorum. Yani o mesajlar Hz. İbrahim’den, sonra Hz. İbrahim’in soyundan gelenlerden öğrendiğim gibi, kendi şartlarımızda Hz. Muhammed’den öğreniyorum, bundan çok memnun oluyorum. Dolayısıyla içimden gelerek, samimiyetle, ‘Allahümme salli alâ Muhammed’ diyerek ona dua ediyorum, ondan memnuniyetimi dile getiriyorum. Çünkü onun getirdiği mesajla hayatım anlamlı hale geliyor, onun bu mesajı kendi hayatındaki tatbikatına bakarak Yaratıcıma, şükrümü sunuyorum, varlıklarla nasıl ilişkiye geçeceğimi öğreniyorum… Sonra salavâtta ‘âlihi’ kaydı var ya, bundan da şunu anlıyorum: Yaratıcımın gönderdiği mesajın görevli elçi tarafından hayata yansıtılmasına şahit olan, onları taşıyan, aktaran ve bana kadar, bize kadar ulaşmasını sağlayan ‘âl’ ve ashab yani sahabe var. Resulullah’ın vefatından sonra onların bu mesaj ve uygulama örneklerinin aktarılması için nasıl çırpındıkları biliniyor. O günkü şartlarda yürüyerek veya canlı binekler üzerinde Çin’e kadar gidiyorlar. Hayatları pahasına, tarifsiz zorluklara ve sıkıntılara göğüs gererek hakikatleri ulaştırmaya çabalıyorlar. O halde salavâtlarda onlara dua edilmesi çok anlamlı gözüküyor. Çünkü onlar Peygamber’in eğitiminden geçmiş kimseler, o mesajı aktaran, taşıyan kimseler. Ben nasıl mesajı getirdiği Resul için Allah’a, ‘Ben ondan çok memnunum, sen de memnun ol, rahmet et’ diye dua edersem, etmem gerekirse, o mesajı taşıyan âl ve ashap için de, ‘Evet, ben o mesajı aktarıp bana kadar ulaştıranlardan da çok memnunum, sen de onlardan razı ol, onlara rahmet et, selametle muamele et’ diye dua ederim, etmeliyim. İşte sonuç olarak böyle bir bağlantı olursa Resule iman, temeline oturmuş oluyor. Aksi halde, ‘Ben Allah’a inandım, inanıyorum, Resul’e inandım, inanıyorum’ denmesi yalnızca entellektüel bir tatminden başka bir şey değil gibi geliyor bana”.

Bu kısmen uzun müzakereden sonra söz alan başka bir müzakereci şunları ifade etti: “Önceki müzakerede katılımcının Ehl-i beyte salavâtta yer vermenin, onların Resulün sünnetinin taşıyıcısı olmalarıyla irtibatlandırması anlamlı geldi bana. Zira Ehl-i beyt ya da Âl-i beyt dar anlamıyla Hz. Muhammed’in kızı Fatıma ve damadı Hz. Ali ve çocukları Hz. Hasan ve Hüseyin üzerinden onların soyundan gelenleri ifade ediyorsa da, bazı müelliflere göre daha geniş anlamıyla ashabı da içine almaktadır. Esasında Ehl-i beyt üyelerinin aynı zamanda sahabe oldukları da aşikardır. Şu halde Peygamber’in sünnetlerinin tespitinde ve bize kadar ulaşmasında özel rollerinin olması bakımından âl ve ashaba yahut her iki kesimi içine alması bakımından, -geniş anlamıyla- Ehl-i beyte teşekkür etmek, onlar için dua etmek gerekiyor, diye anlaşılıyor”.

Metinde, her namazda salavâtların okunmasının hikmeti ile ilgili olarak yapılan açıklama çerçevesinde bir müzakereci şunları ifade etti: “Metinde dile getirildiği üzere salavât makbul bir dua. Peygamber ve Ehl-i beyti için rahmet niyazında bulunuluyor. Müminlerin her namazda bu makbul duayı yapmaları, metindeki ifade ile kişilerin “kendilerini” buna iştirak ettirmeleri gereğine dayanıyor. Yani bir bakıma, ‘Allah’ım, Hz. Muhammed’de ve onun Ehl-i beytine rahmet ettiğin gibi bana ve benim ehl-i beytime de rahmet et’ niyazında bulunulmuş oluyor…”:

Müzakereler konunun çağrıştırdığı diğer açılımlarla feyizli, tatlı ve bereketli bir mecrada devam ediyor. Kayıtlarda. Allah razı olsun.

Yazar hakkında

İlyas Üzüm

Dünyalıyım. Güneş Sistemi sokağında oturuyorum. Yaşadığım Samanyolu galaksisi şehrini bile gezemedim. Yolda mıyım, emin değilim ama "yolda olmak, yolcu olmak" istiyorum; zaman ve varlığın sonsuz yolculuğunda.

Yorum yazın