Ha-mim’de, geçtiğimiz günlerde (31. 07. 2024) Mesnevî-i Nuriye okumalarında “Katre’nin Hâtimesi” bölümünde yer alan aşağıdaki parça okunup tefekkür edildi:
“Arkadaş! Kalble ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyatla iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye müptelâ olur.
Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm. Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur. İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur. Kur’ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiretle muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır…” (Mesnevi-i Nuriye, İstanbul 2020, s. 59)
Derste, -kayıtlardan dinleyebildiğim kadarıyla-, özellikle ilk paragrafla ilgili olarak değerli yorumlar paylaşılıyor. “Nokta” başlığını taşıyan bu kısa parçanın ilk cümlelerinde, bir kimsede ne kadar kalp ve ruh hastalığı varsa, o oranda felsefe ilimlerine ilgi ve muhabbetin fazla olduğu; aynı şekilde o hastalığın şiddetinin aklî ilimlerle meşgul olma oranı ile de ilişkili olduğu dile getiriliyor. Devamında da, manevi olan hastalıkların insanları aklî ilimlere teşvik ettiği, bunun da kalbî hastalıklara yol açtığı kaydediliyor. Şüphe yok ki, parçanın doğru anlaşılabilmesi için anahtar tabirler hükmünde olan “felsefe ilimleri” ile “aklî ilimler” tabirlerini iyi anlamak gerekiyor. Buradaki “felsefe ilimleri” tabirini düşünce tarihinde “filozofların varlık, bilgi, değerler gibi konularda ortaya koydukları düşünceleri konu edinen ilimler” şeklinde, yine “aklî ilimleri” de “başta mantık ve dil olmak üzere akla ve insan muhakemesine vurgu yapan ilimler” olarak anlamak insan gerçeğine aykırı olduğu gibi Kur’an’ın “akletmeye” ve “düşünmeye” teşvik eden yüzlerce mesajına da aykırı düşüyor. Ders, tam da bu noktalara dikkat çekiyor ve her iki tabirin nasıl anlaşılması gerektiğini paylaşıyor. Dersin sıcak ve samimi takdiminin yanında soru ve cevaplarla zenginleşen ayrıntılarını ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=J0PPGuZA8dg) bu tabirler etrafındaki örneklerle yapılan paylaşımı aktarmak istiyorum. Takdimci şunları dile getiriyor:
“Burada ‘felsefe ilimleri’ ve ‘aklî ilimler’ derken müellif neyi kastediyor, önemli bir sorudur ve üzerinde ciddi şekilde durulmalıdır. ‘Felsefe ilimleri’ derken mesela Aristo ne demiş yahut Eflatun ne demiş diye merak edip bakmayı mı kastediyor, yoksa başka bir şeyi mi? Aynı şekilde ‘aklî ilimler’ derken tıp ilmi, matematik ilmi gibi ilimleri mi kastediyor yoksa farklı şeyleri mi? Başka bir ifadeyle felsefe ile ilgilenmeyecek miyiz, ilgilenenlerin kalbî rahatsızlığı olduğu mu anlaşılıyor? Veya mesela tıp okumayacak mıyız ya da biyoloji çalışmayacak mıyız? Tıp okuyanlar ya da biyoloji çalışanlar ruhen ve kalben sorunlu insanlar mıdır?”
“Hemen ifade etmeliyim ki, ben öyle anlamıyorum. Neden? Çünkü evvela bu ifadelerin geçtiği konunun bağlamına bakacağız. Bu metnin bir öncesinde iman-küfür, cennet-cehennem konularına değiniliyor. Mesela ilgili metnin son cümlesi şöyle: ‘İman insanı ebediyete, Cennete lâyık bir cevhere kalb eder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir. Küfür ise, lüble kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.’ Bu ifadelerden sonra, ‘kalp ve ruhun hastalığı nisbetinde felsefi ve aklî ilimlere ilgi ve eğilim olduğu’ söyleniyor. Sonra söz konusu metne yer veriliyor. Ardından ise aynı metinde, ‘dünyanın iki yüzünü gördüm’ diye başlanıyor ve bir yüzünün görünüşü güzel olsa da içinin vahşetle dolu olduğu, ikinci yüzünün görünüşte kısmen çirkinliği varsa da içinin güzellik ve ünsiyetle dolu olduğu dile getiriliyor. Daha kısa ifadesiyle dünyanın birinci yüzünün dünyanın fani, geçici yüzü olduğuna, ikinci yüzünün ise dünyanın Yaratıcısına ve ahirete bakan yüzü olduğuna işaret ediliyor. Bu bağlamdan ‘felsefe ilimleri’ ile ‘aklî ilimler’ tabirinin dünyanın fani, geçici yüzüyle ilgilenmeye yönelik çalışmalar, meşguliyetler olduğu mesajı veriliyor.”
Takdimci bir örnekle konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Mesela elinize bir kitap alıyorsunuz. O kitabın anlamına odaklanmak yerine kitabın dış özellikleriyle meşgul oluyorsunuz. Söz gelimi, kitabın cildine bakıyorsunuz, kağıt kalitesine bakıyorsunuz, sayfaların ebadına yahut harflerin punto çeşidine veya büyüklüğüne bakıyorsunuz. İşte ‘felsefe ilimleri’ yahut ‘aklî ilimler’ dediği bu! Kainata anlamı, mesajı, Yaratıcının özelliklerini göstermesi açısından değil de kendine dönük fani ve geçici olan yönleriyle bakmak ve meşgul olmak. Mesela biyoloji çalışıyorsunuz; canlıların sindirim, solunum, dolaşım, boşaltım gibi sistemlerini, bu sitemlerde yer alan organları, dokuları, hücreleri çalışıyorsunuz. Laboratuarda araştırmalar yapıyorsunuz. Diyelim ki, dolaşım sistemiyle ilgili olarak kalbi inceliyorsunuz. Kalbin yapısındaki sağ kulakçık veya sol kulakçık şurada, sağ karıncığın veya sol karıncığın fonksiyonu şudur, atardamarlar veya toplardamarlar kalbe şuradan bağlanır vs. diye (tıbbî terimler kullanmak uzmanların işidir) çalışıyorsunuz. Kalbin temiz kanı bütün vücuda nasıl pompaladığını, kirli kanın nasıl toplandığını araştırıyorsunuz. Fakat bunların anlamı ile hiç ilgilenmiyorsunuz. Bunlar burada nasıl düzenlenmiş, nasıl ince bir plan işliyor, nasıl harika bir yapı kendini gösteriyor hiç oralı olmuyorsunuz. İşte bu, bir bakıma, felsefi yahut aklî bilgiler demek oluyor. Oysa o kadar anlamlı bir tablo var, bu tablo Yaratıcının ilim, rahmet ve hikmet gibi özelliklerini o kadar parlak şekilde yansıtıyor ki bunlara ilgisiz kalmak, -metinde ifade olunduğu üzere- kalp ve ruh hastalığını gösteriyor.”
“Öte yandan kalp örneği üzerinden -basitçe- konuşmaya devam edersek, bakıyoruz ki bedenin hayatiyetinin devamında kalp diğer organlarla sıkı sıkıya bağlı şekilde işliyor. Mesela, kalbin akciğerlerle yakından ilişkisi var. Kalp çalışsa fakat akciğerler çalışmazsa hiçbir şey ifade etmiyor. Akciğerlerin çalışması da diğer organlarla ilişkili olarak gerçekleşiyor. Akciğerler çalışsa, böbrekler çalışmazsa yine bir anlam ifade etmiyor. Yahut böbrekler çalışsa, mide çalışmazsa bünye hayatiyetini sürdüremiyor. Üstelik bütün bunların aynı anda çalışması gerekiyor. Aynı anda! Birisi çalışacak, diğer şu kadar yıl sonra gelişecek olsa hayat devam etmiyor. İnsan bunları düşününce evrimcilerin nasıl attıklarını daha iyi anlıyor. Aynı anda çalışma ile ilgili olarak, diyelim ki, benim bir makinem var. Bir parçası gelişmiş, bir parçası henüz gelişmemiş. Bu makine çalışabilir mi? Makine çalışmazsa diğer parçası nasıl gelişecek? Hepsi birbirine bağlı! Mühendisler ne yapıyor? Bir makinanın bütün parçalarını birbiriyle irtibatlandırıyor, sonra elektriğe bağlayark enerji veriyor, böylece makinanın bütün parçaları aynı anda mükemmel olarak çalışıyor. Ama bir parçası işlemezse makine çalışmaz, çalışmayacak. Evrimciler insanları nasıl kandırıyorlar, anlamak mümkün değil. Neresinden bakarsanız bakın, evrimi haklı çıkartacak bir tek şey bulamıyorsunuz!”
“Bakıldığında vücudun sindirim, solunum, dolaşım, boşaltım gibi ana sitemleri birbiriyle mükemmel bir bütünlük ve uyum içinde çalışıyor. Aynı şekilde sistem içindeki her organ diğer organlarla birbiriyle bütünlük ve uyum içinde çalışıyor. Keza bir organı meydana getiren hücreler diğer hücrelerle bütünlük ve uyum içinde hareket ediyor. Şimdi, -gayet basit olarak işarette bulunduğumuz- sistem, organ ve hücreler temelindeki bu uyumları, bu bağlantıları, bu fonksiyonları inceler ve ‘şu şöyle oluyor, bu böyle oluyor, şuradan şöyle oluyor, buradan böyle oluyor’ diye kendine bakan yönleriyle çalışırsak bu, -kelimenin tam anlamıyla- bir tür ‘felsefî ilimler’ ile yahut ‘aklî ilimler ile iştigal anlamına geliyor. Çünkü bütün bunları eşyanın fani yüzüyle, yani kendine bakan yönüyle çalışmış oluyor, bunların arka planına intikal etmemiş oluyoruz. ‘Kendilerine bakan yönleriyle’ derken nasıl bir çalışmayı kastediyoruz? Bizim gördüğümüz neticeleri, sanki bu organların hücrelerinin maddi parçacıkları bu işleri kendiliklerinden yapıyorlar diye zannedip, bunların görüldükleri şekilde yaratılmakta olduklarını göz ardı edip, bunların bir Yaratıcısı yok da kendi kendilerine gelişiyorlar anlayışı ile bilimsel araştırmalar yapmayı kastediyoruz. Oysa bunların anlamı ne? Bunlar kendi kendine olabilir mi? Bunların böyle bir çalışmayı gerçekleştirebilmesi için akıl, bilgi, irade gibi özelliklere sahip olması lazım. Var mı bunlarda öyle özellikler diyebilmemiz lazım. Zira insan olarak bizdeki muhakeme gücü bunları gerektiriyor.”
“İşte bu örnek üzerinden yürürsek, biyoloji çalışan birisi canlıların kendine bakan fani yüzlerinde kalır, ‘bu gördüklerim yahut incelemelerim bunların bir Yapıcısı olduğunu ve Onun şu şu özelliklere sahip olduğunu gösteriyor’ demezse, hiçbir felsefe eğitimi görmüyor olsa bile ‘felsefi ve aklî ilimler’le meşgul oluyor demektir. Buna fizik, kimya, matematik tıp gibi bütün fen bilimlerini ve sosyoloji, antropoloji, psikoloji, siyasal bilimler çalışmalarını da ekleyebiliriz. Bu ilimlerden birisi ile meşgul olan bir kimse ilgili bilim dalının alanına giren çalışmalarda, kainat araştırmalarında varlığı daha doğrusu varlıkta gördüğü yahut tespit ettiği özelliklerin kaynağını sorgulamaz, bu özelliklerin varlığın kendisinden kaynaklanamayacağını anlamaz, anlamak istemezse bu kişi, -isterse hiçbir felsefe kitabı ile yahut hiç bir filozofun görüşüyle meşgul olmasa bile -metinde olumsuzlanan ve kalp hastalığı olarak zikrolunan ‘felsefe ilimleri’yle, ‘aklî ilimler’le uğraşıyor demektir. Yoksa tutup da mesela şu konuda Spinoza ne diyor yahut Dekart ne diyor diye onların eserlerine bakmak değildir ‘felsefe ilimleri’yle uğraşmak.”
“Şu halde metinde ‘felsefe ilimleri’, ‘aklî ilimler’ derken birtakım disiplinlere gönderme yapılmıyor da varlıkla ilgilenme biçimine işaret ediliyor diye anlaşılıyor. Çünkü eğer ben aklımı kullanarak eşyanın, varlıkların Yaratıcısına bakan yönünü sorgulamıyorsam, zaten benim varlığımın ne anlamı olabilir ki? Kitap örneğini hatırlarsak hangi tutumun insaniyete daha uygun olduğunu anlamakta zorlanmayız. Elimize aldığımız bir kitabın kapağı ile, kartonu ile, kağıdı ile uğraşmak mı yoksa bunlara baksak bile kitabı okuyarak anlamına yoğunlaşmak mı, insanî bakımdan doğru olandır? Müellif diyor ki kitabın anlamı ile değil de dışsal özellikleri ile meşgul oluyorsan bu, kalp hastalığını gösterir. Ne yapıyor bu durumda olan kimse? ‘Ben neyim, nereden geldim, bu duygular nedir, bunların veriliş maksadı ne olabilir?’ gibi soruları sormuyor da eşyanın kabuğunda, kışrında dolaşıyor.”
“Kısacası ben metni böyle anlıyorum. Yoksa böyle anlamaz da metinde aklı kullanmak geri plana itiliyor hatta kalbî bir rahatsızlık olarak anılıyor dersek Kur’an’da birçok kez tekrarlanan ‘aklınızı kullanın, akledin, düşünmez misiniz’ şeklindeki ayetlere ters düşmüş oluruz. Yine müellifin Risalelerde hemen her sayfada aklı kullanmaya yönelik uygulamalara ve vurgulara ters düşmüş oluruz.”
Ders, aynı konu ile ilgili olarak gündeme getirilen soru ve cevaplar etrafında akıp gidiyor. Gerçekten metinde geçen “felsefe ilimleri” ve “aklî ilimler” üzerine yapılan bu tefekkür bana hem çok sağlıklı hem de çok faydalı geldi. Zira hem metnin bağlamı hem “düşünen bir varlık olma özelliği”ne sahip bir varlık olarak insan gerçeği hem Kur’an’ın akla ve düşünmeye yönelik güçlü vurgusu hem de müellifin bütün Külliyatta düşünme ve sorgulama merkezli usulü böyle bir anlamayı zorunlu kılıyor. Diğer taraftan “felsefe ilimleri” ve “aklî ilimler” tabirleri dönemlere, coğrafyalara ve bilim tarihçilerine göre ciddi farklılıklar içeren “ilimler tasnifi”ni değil, verilere, ilmi birikim ve bulgulara “bakış”ı ifade ediyor. Zaten her iki tamlamada ortak bir terim olarak yer alan “ilim” kelimesi pratikte, a) bilme, b) bir konuya ait bilgiler kümesi, c) bilme melekesi, d) ilgili uzmanlardan ya da otoritelerden yapılan aktarımlar, e) bilme tarzı ya da usulü gibi anlamlara geliyor. Metinde ise, takdimcinin işaret ettiği üzere bu anlamlardan “bilgilere yaklaşım biçimi”ni ifade ediyor diye anlaşılıyor. Allah razı olsun.