Risale-i Nur Okumaları Yazılar

Şerr-i Kalil ve Hayr-ı Kesir

Şerr-i Kalil ve Hayr-ı Kesir | Ha-Mim

İşarat-ul İ’caz’ın Fatiha’daki غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ kısmının tefsiri bağlamında şu soru ve cevabına gerek görülmüş:

“Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek?”

Öncelikle müellif hakaik-i nisbiyenin ve onları ortaya çıkaran şerlerin kıymetini sorgulamak zorunda değildi. Mesela soruyu “hakaik-i nisbiyenin gereği nedir?” diye de sorabilirdi. Demek ki gerekliliğin ötesinde kıymetin görülmesinin elzem olduğunu düşünüyor. Şer ile kıymet mefhumlarının yanyana getirilmesinin okuyucu nazarındaki zorluğuna binaen, anlaması nisbeten daha kolay olan hakaik-i nisbiyedeki kıymeti nazara vermiş. Eğer hakaik-i nisbiyenin kıymeti varsa, onlara imkan veren şerlerin tecrübesinin elbette bir kıymeti var demektir. Bu hususun detayı için “Şerrin Kıymeti” başlıklı yazıya müracaat edilebilir.

Yukarıdaki soruyu daha iyi anlamak için önce hakaik-i nisbiye kavramını netleştirmemiz lazım. Bunun için de cevapta geçen şu iki cümleyi dikkate alalım:

Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hatta bir zatın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yedi yüzdür.”

Bir zatın cesur olduğunu onun cesaretinin pek çok örneğini gördükten sonra anlarız. Her cesaretli davranış bir hakikat-i nisbiye, o zatın cesur sıfatı da hakikat-i hakikiye oluyor. O kişiyle ilgili bu sıfatı çeşitli tecrübelere şahitlik ederek ve o tecrübeler arasında bağlar kurarak ediniriz. Benzer şekilde, hakaik-i nisbiyeyi dünyada geçirdiğimiz her bir tecrübe, hatta dünya hayatının an be an tecrübe edilmesi olarak düşünebiliriz. Dolayısıyla, her bir anda varlık verilen evren yeni bir hakikat-i nisbiyeye, “hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var?” sorusu da “dünya hayatının ne kıymeti var?” sorusuna denk geliyor.

Bu soruya verilen cevabın Erisale’deki çevirisinde şöyle bir cümle var:

“Binaenaleyh, kubuh ve şerde şer varsa da kalildir (azdır / küçüktür). Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesir (büyük hayır) terk edilmez. Terk edilirse, şerr-i kesir olur.”

Bu gayet kısa ve öz açıklama başka yerlerde daha geniş anlatılıyor. “Şerr-i kalil”den kasıt, burada gözlemlediğimiz haksızlıklar ve ölümler gibi herhangi bir şer. Bu şerler bize kalil yani az ve küçük gelmiyor, bilakis bir hayli büyük ve önemli hadiseler gibi geliyor. Onlar ancak neticeleri olan hayırların karşısında küçük ve önemsiz kalıyor olabilir. Dolayısıyla, o neticeleri görmeden burada gözlemlediğimiz şerlere az veya küçük dememiz mümkün değil. O halde sorulması gereken soruyu soralım: nedir o azim olduğu söylenen neticeler ve biz onları nasıl görürüz?

Bu konuyla ilgili sorulabilecek bir başka soru da, yukarıdaki açıklamanın apolojetik olup olmadığı. Zira sanki birbirinden bağımsız şerr-i kalil ve hayr-ı kesir var da, ikincisi hatırına birinciyi mazur görmemiz bize salık veriliyor gibi. Nitekim bu parçanın çalışıldığı derste Muhammed Ali Asıl böyle bir soru sormuş ve Yunus Orhan müellifin konuyu hayatının ilerleyen safhalarında daha üst seviyede açıkladığını söylemiş. Müellif konuyu daha sonraki eserlerinde daha tafsilatlı anlatsa da, daha üst seviyede anlatmıyor. O anlatıların hepsi dikkatinize sunduğum cümlenin içinde özet halinde mevcut. Bunu görmek için öncelikle  metnin Arapça orijinalini (sayfa 35) dikkate alalım: 

Şerr-i Kalil ve Hayr-ı Kesir | Ha-Mim

Bu cümlenin orijinaline daha uygun bir çevirisi belki şöyle olabilir:

“Şerr-i kalil, hayr-ı kesir için affedilir, hatta güzel görülür. Çünkü, içinde şerr-i kalil var diye hayr-ı kesiri terk etmek şerr-i kesir olur.”

İlk göze çarpan husus, Erisale’deki mealden biraz farklı olarak, müstakil yani hayırdan bağımsız bir şerden bahsedilmediği gayet bariz, çünkü açık bir şekilde şerr-i kalil ve hayr-ı kesir kavramlarının birbirinden ayrı düşünülemeyeceği belirtiliyor. Müellifin şerrin varlığını reddetmek veya Yaratıcıyı kestirmeden temize çıkarmak gibi bir derdi yok. Bu husus bir hayli önemli, zira biz dindar kimseler olarak Allah’ı temize çıkarmaya, “halk-ı şer şer değildir” prensibini “yaratılışta şer yoktur” şeklinde anlamaya bir hayli meyilliyiz. Bu doğru bir yaklaşım değil. Şerrin yaratılmasının şer olmaması (sonuç itibariyle doğru bir önerme) ile yaratılışta şer olmaması (yanlış bir önerme) aynı şey değil. Hem halk-ı şerden bahsetmek hem de yaratılışta şer yoktur demek bizi çelişkiye düşürür. Bu konunun detayını yukarıda linkini verdiğim Şerrin Kıymeti başlıklı yazıya havale ederek alıntıladığım Arapça cümleye geri döneyim. Zira orijinalini verdiğim bu cümle nihayet derecede önemli.

Cümlede geçen “güzel görülür” ifadesi baştaki “şerler nasıl istihsan edilecek (güzel görülecek)?” sorusuna bakıyor ve direk ona cevap veriyor. Buna ilaveten, müellif “şerr-i kalil, hayr-ı kesir için affedilir, hatta güzel görülür” yerine, daha kısa bir şekilde “şerr-i kalil, hayr-ı kesir için güzel görülür” de diyebilirdi. Güzel görmenin öncesinde “affedilir” demesi, şer meselesini anlayışımızdaki iki aşamalı tekamüle işaret ediyor olmalı. Yani burada vahyin terbiyesinde aldığımız eğitim bize önce şerleri affettiriyor, sonra onları istihsan ettiriyor olmalı. Bunun için olmazsa olmaz şart da, buradaki şerlerin hayr-ı kesirden müstakil bir varlığının olmadığını, bilakis hayr-ı kesirin içinde (فيه) olduğunu görmek. Bir başka deyişle, ilk etapta bize büyük ve önemli gelen ve bizi çok rahatsız eden şerlerin “dışındaki” büyük hayrı bilahare gördüğümüzde, hem o şerlere küçük diyebiliyoruz, hem de o büyük hayrı netice vermelerinden ötürü onları güzel görebiliyoruz. Zira anlıyoruz ki, hayr-ı kesir ve şerr-i kalil, meyve ve onun kalbindeki tohum gibi tek bir bütün. Aynen varlığı tek bir tohumdan ibaret bilen bir kimsenin tohumun dışındaki ve onu çepeçevre saran meyvenin varlığını, tadını ve kemalini farketmesi neticesinde, tohumu yemeye çalışmayı bırakıp dikkatini tohumdaki bilgileri deşifre etmeye ve tohumun ait olduğu meyveyi ve asılı olduğu ağacı tanımaya çevirmesi ve maksada uygun hareket ettiği için de tohumu güzel görebilmesi gibi.

O halde, yukarıda sorduğum soruyu tekrar edeyim: nedir o azim neticeler (tohumun dışındaki meyve ve ağaç) ve biz onları nasıl görürüz? Bu sorunun cevabının yine İşarat-ul İ’caz’ın Fatiha tefsirinde ve yukarıda alıntıladığım parçanın birkaç sayfa gerisinde verildiği kanaatindeyim:

“Şu sıfat (مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ), rahmeti ifade eden mâkabline (اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ) neticedir. Zira, kıyametle saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir.” 

Yani şerr-i kalilin dışındaki ve ondan ayrılmaz bir bütün olan azim netice (hayr-ı kesir) din günü ve saadet-i ebediye. Benzer bir anlatımı aşağıdaki parçada da görüyoruz:

“Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve meyvesi ve hikmet-i hilkati hayattır; elbette o hakikat-i âliye, bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir ve hayat-ı uhreviyedir, taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dâr-ı saadetteki hayattır.” 10. Söz

Bu aleme baktığımızda hayattan daha kıymetli bir şey göremiyoruz. Fakat fani, kısa, elemli ve şerlerle dolu bir hayat (hakikat-i nisbiye) gözlemlediğimiz faaliyetin ve masrafın azametine layık bir netice olamaz. Buradaki fena, zeval ve şerler mutlaka onlardan ayrı düşünülemeyen azim bir hayrı netice vermesi gerekir.  Burada o azamette bir netice (hayat) göremiyorsak, o halde bu alemin dışında adına dâr-ı saadet denen yüksek bir hayatı netice veriyor olmalı. Tohum-meyve-ağaç metaforunun diliyle ifade edersek, tohum gibi olan şerlerin ve hakaik-i nisbiyenin dışında azim bir saadet-i ebediye (hakaik-i hakikiye1) meyvesi olmalı. Aynen 10. Sözdeki şu ve benzeri cümlelerde anlatıldığı gibi:

“Halbuki kerem ise, in’âm etmek ister. Merhamet ise ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.” 

Eğer varlık buradan (tohumdan, hakaik-i nisbiyeden) ibaret ise, hakikaten bir problem var demektir ve bu alemi mümkün değil güzel göremeyiz.2 Ne zaman ki vahiy ve risalet bize

“Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor…”

dedirtir ve gözümüzün önündeki zulümlerin hesap gününe bırakıldığını anlarız, o zaman zalimin izzetinde ve mazlumun zilletinde buradan göçmesini “affedebiliriz” (=> şer meselesinin çözümündeki birinci aşama). Her ne kadar affetmiş olsak da, henüz buradaki zulümleri güzel görmedik, çünkü mahkeme-i kübrâyı ve saadet-i ebediyeyi geleceğe bıraktık. Hesapların seri görüldüğünü yani her yeni anımıza önceki anlarımızın hesabının görülerek varlık verildiğini farketmedik, zalimlerin hesabını mahkeme-i kübrâya bıraktığımız gibi burada yaptığımız ibadetlerin karşılığını ölümden sonraya bıraktık, cenneti ve cehennemi zihnimizdeki zaman mefhumunun ucuna taktık3, Allah’ı gereği gibi tenzih edemedik4 ve 10. Söz’de geçen “demek ki bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor” benzeri cümlelerin ahirete imanın nihai mertebesi olduğunu zannettik. Halbuki müellif başka yerlerde:

“bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir

gibi cümleler de kuruyor. Bu alemdeki tatsız tuzsuzluğu (şerri) ancak ebedi saadetin gölgesine girenler5, bekleme salonu denen bu alemi (tohumu) Dârüsselâm’ın (meyvenin) kalbine yerleştirenler6 ve fakat meyve ile tohumu birbirine karıştırmayanlar7 en güzel görüyor ve ancak onlar bu alemi maksadına en uygun şekilde değerlendiriyor (=> şer meselesinin çözümündeki ikinci aşama).

Mahkeme-i kübranın varlığını tasdik etmek, sonrasında da saadet-i ebediyeye bakmak ve onun içine girmek, şerleri tecrübe etmeden olmuyor. Nasıl ki cennetin lezzetleri ancak ademi tecrübeler ile bilinebiliyor8, bu alemdeki mana devşirme kabiliyetimiz de ancak asılları cehennemde çekilen azaplar ve cennette alınan lezzetler ile tekamül ediyor olabilir.9 İşbu sebeple, şerlerin affedilmesi ve affetmenin ötesinde istihsan edilmesi yani hüsn-ü bilgayr10 olarak görülmesi ancak ahirete imanın gereği gibi tesis edilmesiyle mümkün. Buna ilaveten ve tüm bunlar ışığında, risalelerin genelinde anlatılan şer bahsinin başta verdiğim cümlede özetlendiğine de hükmedilebilir.

Dipnotlar:

  1. Bahis konusu derste hakaik-i hakikiyenin Yaratıcı’nın esması olduğu söylenmiş / ima edilmiş. Bu açıklamanın yanlış olduğu kanaatindeyim. Nasıl ki bir zatın cesaretli davranışı (hakikat-i nisbiye) onun cesaretini (hakikat-i hakikiye) tanıtır, burada varlık verilen her bir yeni evren (hakikat-i nisbiye) şecere-i kainat denen ve tüm alemleri içine alan varlık ağacını (hakikat-i hakikiyeyi) bize tanıtır. Eserden müessire giderken sadece bu alemi nazara almak ve varlığı yani hakikati bu alemden ibaret bilmek indirgemeci (reductionist) bir yaklaşım olduğundan, müessir hakkındaki tanımayı mebde (kaynak) cihetine kısıtlar ve mead (hedef) cihetini eksik bırakır. Varlık tanımımızı neden genişletmemiz gerektiği hususunda şu yazıya ve şu yazıya bakılabilir. Buna ilaveten, eşyanın hakikatinin (hakaik-i hakikiyenin) beka aleminde sabit ve baki olduğunu belirten şu cümle dile getirdiğim görüşü destekler mahiyette: “Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlıkının ibkàsına muhtaçtır. Çendan ‘hakâiku’l-eşyâi sâbitetün’dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.” ↩︎
  2. “Evet, durub-u emsaldendir ki, bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tard eder. O adam kendine teselli vermek için, ‘Tuh, ne kadar çirkindir!’ der, o güzelin güzelliğini nefyeder.” 10. Söz 
    Müellif bu haşiyenin önemini 30. Lema’da onu tekrar gündeme getirerek vurguluyor. Evet, dünya güzeline çirkin diyen, güzelim dünyaya da çirkin der ve nitekim diyorlar ve diyoruz. ↩︎
  3. Ahiretin dünya hayatının sonunda ve bu aleme nazaran tebei tasavvur ve itikad edilmesinin nefse verdiği gaflet hakkında şu yazıya bakılabilir. ↩︎
  4. “Allah peşin ibadete veresiye ödül vaad etmekten münezzehtir.” – Ataullah İskenderî ↩︎
  5. Dünyanın ahiretin gölgesi ve ahiretin asıl (hakiki) varlık olmasıyla ilgili şu yazıya bakılabilir. ↩︎
  6. Cennette yenen meyvelerin tohumsuz olduklarını (çünkü tohumları burada) söylemek pek de yanlış olmaz gibi. Nitekim: “Cennet tenasül yeri olmadığından…” 32. Söz ↩︎
  7. Ahiret kimilerinin vehmettiği gibi burada değil, bu alemin dışında – aynen meyvenin tohumun dışında olması gibi. ↩︎
  8. “Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır.” 11. Şua
    “Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez.” Meyve risalesi
    Bu iki önermenin diğer bazı uzantılarını şu kısa yazıda listeledim. ↩︎
  9. Bu önermeyi şu hadisin ve Nursi’nin şu yorumunun desteklediği söylenebilir: “Yetmiş yaşına giren o münafık cehennemin bir taşı olarak bütün müddet-i ömrü tedennîde esfel-i sâfilîne küfre sükuttan ibaret olduğunu gayet belîğane bir surette Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan etmiştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip ona alâmet etmiştir.”
    Demek ki bahis konusu münafığın buradaki an be an tedennisinin cehennemde bir karşılığı vardı ve nifakının cehennemdeki aslının numunesini burada an be an tecrübe ediyordu. ↩︎
  10. “Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.” 18. Söz 
    Bu alemdeki her şeyin fani olduğu ve öldüğü / öleceği dikkate alındığında, ya herşey hüsn-ü bilgayrdır ya da hiçbir şey güzel değildir. ↩︎

Yazar hakkında

Zafer Devrim Özdemir

"Hayır; gördüklerinize yemin ederim... Ve görmediklerinize..." Hâkka 69:38-39
"Allah kuluna kâfî değil mi?" Zümer 39:36
Email: [email protected]

Yorum yazın