Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu yapılan (19. 11. 2023) Lem’alar dersinde, bir önceki hafta başlanan İhlas Risalesi okumalarına devam edildi. Metinde ehl-i dünyanın kendi aralarında ittifak etmeleri karşısında ehl-i diyanetin neden ihtilaf ettiği sorusuyla ilgili olarak yedi temel sebep sayılıyor. Bunlardan ilki ile ilgili olarak şu açıklama yapılıyor:
“Ehl-i hakkın ihtilâfı hakikatsizlikten gelmediği gibi, ehl-i gafletin ittifakı dahi hakikattarlıktan değildir. Belki ehl-i dünyanın ve ehl-i siyasetin ve ehl-i mektep gibi hayat-ı içtimaiyenin tabakatına dair birer muayyen vazife ile ve has bir hizmet ile meşgul taifelerin, cemaatlerin ve cemiyetlerin vazifeleri taayyün edip ayrılmış. Ve o vezâif mukabilindeki alacakları maişet noktasındaki maddî ücret ve hubb-u cah ve şan ve şeref noktasında teveccüh-ü nâstan alacakları mânevî ücret taayyün etmiş, ayrılmış. Müzâ-hame ve münakaşayı ve rekabeti intaç edecek de-recede bir iştirak yok. Onun için, bunlar ne kadar fena bir meslekte de gitseler, birbiriyle ittifak edebilirler.
Amma ehl-i din ve ashab-ı ilim ve erbab-ı tarikat ise, bunların her birisinin vazifesi umuma baktığı gibi, muaccel ücretleri de taayyün ve ta-hassus etmediği ve her birinin makam-ı içtimaîde ve teveccüh-ü nâsta ve hüsn-ü kabuldeki hissesi tahassus etmiyor. Bir makama çoklar namzet olur. Maddî ve mânevî her bir ücrete çok eller uzanabilir. O noktadan müzâhame ve rekabet tevellüt edip vifakı nifaka, ittifakı ihtilâfa tebdil eder. İşte bu müthiş marazın merhemi, ilâcı, ihlâstır. Yani, hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enâniyetin hatırına galip gelmekle, “in ecriye illâ ala’llah” sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğnâ etmekle “ve mâ ala’r-Resûli ille’l-belâğ” sırrına mazhar olup, hüsnü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenâb-ı Hakkın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.” (Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 2020, s. 167-168)
Derste ilk bakışta kolay gibi görünen bu bahisle ilgili olarak hayatın içinden örnekler verilerek somut açıklamalar yapıldı. Ben bunları ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=wc4Y4Vw3qU0) “hakperestlik” ve “nefisperestlik” kavramlarıyla alakalı açıklamaların bir kısmına değinmek istiyorum. Sözlük anlamı bakımından “hakseverlik, hakka tapmak” demek olan hakperestlik “hakkı esas almak, hakkın yanında olmak, hak neyi gerektiriyorsa o anlayış ve uygulamayı temel almak” anlamına geliyor. “Kendisini esas almak, nefsine tapmak” anlamındaki “nefisperestlik” ise hakperestliğin zıttı olarak kullanıldığında “hakkaniyeti bırakıp kendi hevasına göre düşünmek ve hareket etmek” demek oluyor. Derste bir müzakereci söz alarak şunları söyledi: “Konuyu müşahhaslaştırma adına aklıma şöyle bir örnek geliyor. Diyelim ki ben bir çiftçiyim. Tohumu toprağa ekiyorum. Bakımını yapıyorum. Su verilmesi gereken zamanda su veriyorum. Sonunda ektiğim tohum tutuyor, filizleniyor, yetişiyor ve ürün olarak devşiriyorum. Peki, ben mi yarattım ürünü? Hayır! Metinde ‘nefisperest’ tabiri geçiyor. ‘Nefis’, bir şeyin kendisi demektir. Peki, o ürünün vücut bulması kendisinin eseri mi? Hayır! Su mudur bitkiyi yahut ürünü var eden? Hayır! Toprak mıdır? Hayır! Hava mıdır? Hayır! Bunların hiçbirisinin ürünün yaratılmasında payı yok. Kullanılan malzeme bunlar sadece. Kendisinin aklı yok, fikri yok, benim ihtiyacımı bilen tarafı yok. Kullanılan malzemelerin ilmi yok, düşüncesi yok. Peki, çiftçinin kendisi midir ürünü yaratan? Yine hayır! Çiftçinin yaptığı kainattaki yaratılış düzenine uyarak vazifelerini yapmaktan ibarettir. Nitekim bazı zamanlarda vazifelerini yaptığı halde ürün elde edemiyor. O halde çiftçinin ne demesi lazım? ‘Ürünü yaratan ben değilim, ben sadece düzene uydum, onu kainattaki düzeni kuran, toprağı, havayı istihdam eden, suyu yani yağmuru indiren… kim ise O yarattı.’ Ama O Yaratıcı kainattaki kurallara uyarak tohumu ektiği, bakımını yaptığı, vaktinde sulamayı yaptığı… için o ürünü kullanma yetkisini ona veriyor, ona ihsan ediyor. Çiftçi olarak ben sadece vazifemi yaptım. Veren, yaratan O. Vermeyebilirdi de. Benim bu ürünün yaratılmasıyla ilgili olarak hiçbir garantim yok. Ben sadece isteğimi belirttim, o kadar.”
“Metinde zikrolunan soyut hakikati anlamak için konuyu böyle basit örneğe indirgemeye çalışıyorum. Maddi ürünlerin yaratılmasında söz konusu olan bu vakıayı -manevi ürün diyebileceğimiz- hakikatlere de taşımak gerekiyor. Ben bir hakikate ulaşmış isem bunu ortaya çıkaran kimdir? Başka bir ifadeyle bu hakikatin kaynağı kimdir? Çiftçinin elde ettiği ve bir gerçek yaratılış olan ürünü yaratan kim ise, bize verilen yahut bizim ulaştığımız hakikat ürününü veren kaynak da aynıdır. Mesela ‘tâlib-i hakikat’ olarak bizim burada bir araya gelerek dersi takip etmemiz, metni anlamaya çalışmamız, kelime ve kavramların anlamlarına bakmamız çiftçinin ektiği ürünün bakımını yapması gibidir. Sonunda elde ettiği ürün onun eseri, sebeplerin yani bizim kullandığımız malzemelerin eseri olmadığı gibi bizim burada elde ettiğimiz ürünün yani hakikatin kaynağı da sebepler, yani sorup cevabını araştıran biz insanlar olmayıp aynı Yaratıcı Kaynak’tır.”
“Daha açık ifade etmek gerekirse, hakikatin hak olmasında hiçbir etkimiz yok. Hiçbirimiz ‘bunu ben ortaya çıkardım, bu hakikat benimdir’ diyemez, demeye hakkı yoktur. Yani çiftçi örneğinde çiftçinin ‘ne su benimdir, ne hava benindir, ne toprak benimdir, ne de sonuçtaki ürün benimdir’ dediği yahut demesi gerektiği gibi burada kimsenin hakikatin kaynağı olarak kendisini veya başkasını göstermeye hakkı yoktur. Metinde geçen ‘hakperestlik’ zaten var olan hakkı ve hakikati arayıp keşfedenin bulduğu hakikati onaylaması ve güzelce gereğini yapması demektir. Çiftinin yaratılan ürünü kullanması, değerlendirmesi gibi, hakikati bulan da onu hayatında uygulayarak değerlendirmesi gerekir. ‘Hakperestlik’ tabiri ‘bu hakikat bana aittir’ veya ‘hakikatin ölçüsü benim’ gibi iddialara girişmemek demektir. Çiftçinin ürününün gerçek Sahibi kim ise araştırılarak bulunan hakikatin de Sahibi de Odur. Kainatı yaratan kim ise Kaynak Odur. Kainatın anlamını açıklamaya yönelik mesajları gönderen kim ise Kaynak Odur. O halde maddi ürünler söz konusu olduğunda nasıl ki kaynağını Yaratıcı olarak görüyorsak, manevi ürün demek olan hakikatler konusunda da kaynağı aynı Yaratıcı olarak görmek durumundayız. İşte bizi ihlasa götüren hususlardan birisi de budur.”
“Diğer taraftan Yaratıcı, sebeplere başvurarak bir tür ‘talepte bulunduğu’ için çiftçiye yarattığı ürünü kullanma, faydalanma yetkisi verdiği gibi kendisine hakikat ulaşan kişiye de ondan faydalanma, başkalarının da ondan faydalanması için paylaşma yetkisi veriyor. O halde hepimiz hakikat karşısında bu tavrı takınmalı, onun kaynağı olarak kendimizi görmemeliyiz. Hakikat, Mutlak Yaratıcının Mutlak Hak olması dolayısıyla, hakikatin içeriğinin de mutlak olması, sınırsız olması gerekir. İnsan ise bir yaratık olduğu için sınırsız olanı kapsayamaz fakat ancak olması gerektiğini anlar. Örneğimizdeki çiftçi de yaratılan ürünü elde ettiği zaman, eğer dikkatle incelerse onun yaratılışında Yaratan’ın sonsuz özelliklerinin gerçekleştiğini bilir ve fakat o sonsuz özelliklerin içeriğini kapsayamaz, çünkü sonuna ulaşmak mümkün değildir. Araştırmaları, sorgulamaları sonucunda var olduğunu anlayıp onayladığı mutlak hakikati başkalarıyla paylaşırken de bu anlayışın gerektirdiği tutumu kuşanmalıyız. Yani Mutlak Hakikatin varlığından emin olduğumuzu gördüğümüzde, o mutlak hakikatin içeriğini tamamen kavramış, ‘mutlak’ı ihata etmiş zannederek, başkalarına bu hakikatin varlığını haber vermeye teşebbüs ettiğimizde kendi hakikat kavramımızı, sanki ‘mutlak hakikat’in ölçüsü gibi sunmamalıyız. Mutlak olanın varlığının zorunluluğunu insan yaratılanlara bakarak bilebilir, onaylayabilir ve fakat Mutlakın mahiyetini, içeriğini ihata edemez, kavrayamaz. Kur’an’ın ‘iman’ı, ‘gayba iman’ olarak tanımlamasının esprisi budur.”
“Mutlak olan Yaratıcının mutlak özelliklerinin kapsamını ihata etmesi bir yaratık olan, yaratıldığı sınırlar içerisinde var olmak zorunda olan bir insan için mümkün değildir. İşte ihlas, bu gerçeğimizi kabul ederek onayladığımız hakikatlerin sahibi veya ölçüsü bizim kendimiz olduğumuzu iddia etmekten kendimizi ‘halas’ etmek, yani böyle bir iddiayı kendimiz için kabul etmemek ve insanlarla olan ilişkilerimizde de böylesi bir iddia ile ortaya çıkmamak demektir. Çiftçinin ürünü insanlarla şu veya bu şekilde paylaşırken sanki onun gerçek sahibi kendisiymiş gibi davranması nasıl yanlış ise, tanıdığı hakikati diğer insanlarla paylaşan kişi de o hakikatin gerçek sahibi olduğu iddiasıyla paylaşması aynı şekilde yanlıştır. Çiftçi kendisi üründen faydalanır, çünkü muhtaçtır, hakikati sunan da hakikat ürününden kendisi faydalanır, çünkü muhtaçtır. Çiftçinin ürünü sayılabilir cinsten olduğu için emeğinin karşılığını belli bir miktarda ödenmesini isteyerek başkalarıyla paylaşır. Fakat ‘hakikat’ bölünemez olduğu için, kendi anladığı kadarıyla hakikatten faydalanan kişiler, anladıkları hakikati diğer insanlarla bir karşılık beklemeksizin paylaşmalıdırlar. Bu paylaşımda dikkat etmek gerekir ki, çiftçinin başkalarına sunduğu ürün miktarınca kendi kullanabileceği ürün azalır. Fakat ‘hakikat’ başkalarıyla paylaşıldığında azalmaz. Kendilerini muhtaç bilenler de o hakikatten ne kadar anladılar, onayladılar ise o kadar faydalanırlar.”
“Özetlemek gerekirse, ‘hakperestlik’ Mutlak Hakikatin varlığını onaylamak, bizzat kendi hayatımızda gereği gibi uygulamak ve o ‘hakikat’i başkalarıyla paylaşırken onun sahibi veya ölçüsü kendimizmiş gibi bir anlayış veya davranışa girmemektir. Böylesi bencilce davranışlardan kendimizi halas etmemiz yani ihlaslı davranmamız gerekir. Değilse, yalnız kendimizi kandırmakla kalmayız, ‘hakikat’i kendimizin malıymış gibi kullanarak veya diğer insanlara sunarak ‘hakikat’in hakkına tecavüz etmiş oluruz. Böylece yalnızca ihlası kaybetmekle kalmayız, hakkı saptırmanın sorumluluğunu üstlenmiş oluruz. Çok dikkat etmemiz gerekiyor.”
“Hepimiz aslında Yaratıcının maddi ve manevi nimetlerini ‘talep eden’ durumundayız. Daha açık ifade etmek gerekirse bir tür ‘isteyiciyiz, dilenciyiz’. Veren tamamıyla O. Çiftçi örneği üzerinden söylemek gerekirse, bir ürüne diyelim, patlıcana ihtiyaç var. Çiftçi patlıcan üretmek için ne yapıyor, bu yaratılış kuralları içinde belli. Yaptığı şey o kurallara uymak suretiyle Yaratıcıdan söz konusu ürünü istemek. Peki satarken ne diye satacak? Benim yarattığım yahut var ettiğim ürün diye mi, bana verilen, yaratılan ürün diye mi? İşte hakikati paylaşırken bizim takınacağımız tavır da bu olmalı: Sahibi olduğum şeyler değil, bize verilen şeyler. Yani kendimiz sahiplenerek, kaynağı kendimizmiş diye bir hava estirerek değil, bize verilen, muhtaciyetimize karşı bize ihsan edilen hakikatler diyerek paylaşmalıyız. O halde verirken, aktarırken, paylaşırken anlayış ve tutumumuz bu olmalı. Allah için, Onun adına, Onun ihsanı olarak sunmak. Peki alan nasıl almalı? Doğru olanı, alanın da Allah adına almasıdır. Patlıcanı alan da, ‘Allah’ın yarattığı nimeti alıyorum’ demeli, hakikatten haberdar olan da ‘Allah’ın ihsan ettiği manevi nimeti alıyorum’ demeli. Fakat biz veren durumunda isek, bizi birinci derecede kendimiz ilgilendirir. Bizim tutumumuzun doğru olması önemlidir. Alanın tutumunun doğru veya yanlış olması onu ilgilendirir. Sonuç olarak okunan Risalenin ana konusu ihlas olduğuna göre -ki, ihlas yaşanan, yaşanması gereken haldir- bütün bu hususların ihlasla olan bağlantılarını da düşünmek gerekiyor”.
İfade etmek gerekir ki, sınırlı bir kısmına değindiğim ders, okunan metin bağlamında başka çok güzel ve verimli müzakerelere sahne oldu. Allah razı olsun.