Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta yapılan (9. 11. 2023) Kader Risalesi okumalarında 26. Söz’ün İkinci Mebhası’nın mütalaasına devam edildi. Aşağıya alıntılan paragraftan başlanarak konu ile ilgili çok ince meselelerin gündeme getirildiği “tercih bilâ müreccihin câiz ve vaki olması”, buna karşılık “teraccuh bilâ müreccihin muhalliği” gibi hakikatler paylaşıldı. Ben bunları ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=PBjNQWXRmMA) işaret ettiğim paragrafla ilgili mütalaalara değinmek istiyorum. Paragraf şu:
“Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyârı ref’ olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette ‘mâ lem yecid lâ yûced’ kaidesince mukarrerdir ki, ‘bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.’ Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, mâlûlü, bizzarûre ve bilvücûb iktizâ ediyor. O vakit ihtiyâr kalmaz” (Sözler, İstanbul 2020, s. 444).
Görüldüğü gibi metin, ana mesaj olarak insanın fiillerinin yaratıcısı olmadığını ifade ediyor. İnsanın daha doğrusu kulun bu tür fiillerinin yaratıcısı olması durumunda ihtiyarının yani iradesinin olamayacağını dile getiriyor. Çünkü kulun, fiillerinin yaratıcısı olması halinde Küllî İradenin kapsamı altına gireceğini, böylece kendine bakan yönüyle iradesinin ortadan kalkacağını belirtiyor. Ardından genel bir kuralı hatırlatarak “bir şeyin var olabilmesi için o şeyin varlığa gelmesinin ‘vâcip’ yani zorunlu olması gerektiğine” işaret ediyor. Bu kuralın açıklaması sadedinde bir şeyin vücut bulması için “illet-i tâmme” yani tam bir illet, eksiksiz bir “sebep” olması gerektiğinin altını çiziyor. İllet-i tâmme bütün sebeplerin hazırlanıp oluşturulması kapsamında ancak “ilahî irade” olacağı için böyle bir durum söz konusu olduğunda kulun iradesinden bahsedilemeyeceğini beyan ediyor. Sonuç olarak metin, kulun irade sahibi olduğunu, bu bakımdan da fiillerinin “yaratıcısı” olmadığını temellendiriyor.
Derste konu biraz daha detaylandırılarak şöyle açıklanıyor: “Metin, ‘eğer kul hâlık-ı efali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı…’ diye başlıyor ve kulun fiillerinin hâlıkı yani yaratıcısı olmadığını ifade ediyor. Bu konuyu iyi yakalamak lazım. Biz bir tercih yapıyoruz, bu tercihin sonunda bir yaratılış gerçekleşiyor. Çok hızlı bir şekilde gerçekleştiği için, sanki biz o tercihi yapınca, o fiilin de yaratıcısı gibi görünüyoruz. Bu nokta çok önemli. Tarihte ilm-i kelâm uleması, -teknik tabiriyle- ‘halk-ı efâl-i ibad’ yani kulların fiillerinin yaratılması konusuyla çok ilgilenmiş ve esaslı tartışmalar yapılmış. Bizim konumuz bu tartışmalara girmek değil. Bizim için önemli olan nokta Hâlık yani Yaratıcı olanın tercihi ile mahluk yani yaratılmış olanın tercihi arasındaki büyük farkı görmek. Nedir o? Biz insanlar tercihimizi mevcutlar arasından seçeriz. Yaratıcı ise yaratır, yani mevcutlar arasından seçmez. İşte Yaratıcı O’dur. Mevcut olandan seçmek durumunda olan Yaratıcı olamaz. Onun için metinde ‘Eğer abd, hâlık-i efali bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı’ diye başlıyor ve ‘bu durumda ihtiyarı kalmazdı’ diyor. Yani seçmeden yapardı, yaratırdı. Niye seçsin ki? Yaratıcı çünkü. Bu noktayı iyi kavramak lazım.”
“Birçok insan bu noktada şaşırıyor, ‘İşte şunu yaptım, bunu ettim, şöyle düşündüm, bunu sevdim, şunu sevmedim, niye sevmediğim şeyler yaratılıyor vs.’ diye söyleniyor, yakınıyor. Eeh sen yaratıcısı isen istediğin şekilde yarat! Yaratıcı değilsen sevmediğin şeylerin yaratılmasını istememeyi tercih et! Bu öğretiliyor bize bu duygularla. Bu duygular bize neyi seçmememiz gerektiğini bilmemiz için verilmiştir.”
“Şimdi söz konusu metnin anlaşılması için önceden yazılı olarak hazırladığım notu paylaşmak istiyorum: İnsan alternatifler yani var olan şıklar arasından seçim yapar. Olmayandan değil. Bu dünyada insanın dilediğini yapamadığını ve bir şey yapmak istiyorsa bunun için de kainatın düzenine uymak zorunda olduğunu herkes tecrübesi ile bilir. Basit misaliyle badem yemeği tercih edersem, badem çekirdeğini kırıp ağzıma atmam lazım. Badem ağacı olsun da bolca badem üreteyim diye tercihte bulunuyorsam badem çekirdeğini toprağa ekip bakımını yapmam lazım. Görüldüğü gibi her iki halde de bademin olması gerekiyor. Demek ki insan var olanlar arasından seçimini yapıyor. Öte yandan badem ağacı edinmek istiyorsam da kainatın düzenine tabi olarak çekirdeği toprağa atıp süreçleri takip etmem lazım. Görülüyor ki insan düzene uymadan dilediğini yapamaz, yapamıyor. Düzene uymak zorunda olan ise ‘yaratıcı’ olamaz. Öyleyse insanın ihtiyarı vardır ve seçiyor. Ama dilediğini mevcutlar arasından seçmek zorunda olmayan yaratma özelliği ise yalnızca Mutlak Yaratıcı’ya ait olabilir. Mutlak yaratıcı ise yalnızca diler ve yaratır, daha doğrusu Onun dilemesi yaratması anlamına gelir.”
“Burada, bu vesile ile bir ayeti de doğru anlamak gerektiğini hatırlayalım. Yasin suresinin sondan bir önceki ayeti: ‘Bir şeyi dilediği zaman, Allah’ın o şeye emri ‘ol’ demektir, o da hemen oluverir’ (36: 82). Bu ayet literal şekilde okunup anlaşılırsa çelişkili gibi görünür. Yani bir şeye ‘ol’ denecekse, o şey zaten var demektir, var olan şeye ‘ol’ denmez; eğer yok ise yok olan bir şeye nasıl ‘ol’ denir? Oysa unutmamak gerekir ki Kur’an insanlara, insanların anlayacağı şekilde konuşuyor. Allah’ın ‘ol’ demesi yaratmayı dileyerek var etmesi demektir. Çünkü Allah dileyerek yaratır, var eder. Bizim dünyamızda dilemek ve yaratmak ayrı şeyler olduğu için Kur’an bize böyle konuşuyor. Allah’ın ‘ol’ demesi, -mutlak ilmi dolayısıyla her şey ilminde olduğu için-, ilimden ‘varlık alanına çık!’ demektir ‘ol’ demek. Ki bu sözle değil de iradenin tecellisi ile gerçekleşmeyi gösterir. Kısacası ‘ol’ dediği için oluyor değil, olmasını, varlık halinde olmasını dilediği için oluyor. Biz bu dünyada benzerini görmediğimiz bir işlemin ancak dünya yaratılış şartlarında yapılan bir tasvir ile anlarız, teşbih ile anlarız. Bu nedenle Kur’an, muhatabı olan insana onun anlayacağı şekilde hitap eder ki, buna ‘tenezzülât-ı Kur’aniye’ denir.”
“Tekrar konuya dönersek, Allah’ın yaratması mutlak iradesiyle yoktan var etmek suretiyle gerçekleştiği için ‘mevcut alternatifler arasından yapılan bir tercih değildir’ diyoruz. Diğer taraftan Allah ‘yaratmak zorunda olan, yaratmaya mecbur olan’ da değildir. Bu bağlamda yaratması, o şeyin varlığını dilemesine bağlıdır. Bir şeyi yaratmak zorunda olan o şeyin varlık kaynağı olamaz, çünkü kendisi başka bir şeyin mahkumudur. Yani yetkili bir merci var ki o kişiyi bir işi yapmaya zorluyor, mecbur ediyor. Mahkum veya mecbur (cebr edilen, zorlanan) olan mutlak olamaz. Mutlak olmayan ise yok olana varlık veremez. Ne yaratılmışsa, o şey Onun yaratması ve Onun istediği şekilde olmasını dilemesi sonunda var olmuştur. Bu yaratılan sonuca baktığımızda Yaratıcının en mükemmel bir yol takip ederek yaratıyor olduğunu fark ediyor, Yaratıcının en mükemmeli ‘yok’ iken varlığını, yani o şey olsun diye dilemesini, kısacası tercih ettiğini görüyoruz. Sonuçta Yaratıcının sonsuz irade sahibi ve ne dilerse Onu tercih eden olduğunu ve ‘küllî (sınırsız) irade sahibi olduğunu’ anlıyoruz.”
Derste konuyla bağlantılı olarak müteakip paragrafta yer alan “tercih bilâ müreccih” ve “teraccüh bilâ müreccih” kavramları etrafında ince konulara giriliyor. Benim dersin değindiğim kısmıyla ilgili olarak pratik hayatımız açısından çok önemli gördüğüm husus, ilahî irade ile kulun iradesi arasındaki farkın vurgulanması oldu. İlahî irade yok iken bir şeyden var ediyor, “yok olan”a vücut veriyor, bizim irademiz ise sadece var olanlar arasından seçim yapıyor. “Tamam bunu biliyoruz” diyebiliriz. Fakat hayatın akışı içinde irademiz yani seçimimize bağlı olarak “yaratılmalar” eş zamanlı olarak cereyan ettiği için buradaki ayırıma dikkat etmeyip pratikte “tercihler”imizi “bizatihi yapmak” ile aynileştiriyoruz. Oysa hiçbir zaman, hiçbir şeyi biz yapmıyoruz, yaratmıyoruz! Bizim rolümüz, sadece kainatın düzenli yaratılış biçiminden bizim daha önce öğrendiklerimize göre neyin yaratılmasını istiyorsak onun varlık alemine getirilmesi için bu düzenin bana müsaade ettiği kadarından “seçmek” yani bize verilen iradeyi o noktada kullanmaktan ibarettir. Kaldı ki, -dersin ilerleyen bölümlerinde ifade olunduğu gibi- bizdeki iradeyi vermiş olan da esasında bizi Yaratan’ın İradesidir.
Bu vesile ile ders takdimcisinin sonradan bana ulaştırdığı bir notu da paylaşayım: “Bu konu çağımızda çok kullanılan bir terimi de irdelemeyi gerektiriyor: Bir sanatkar eline fırçayı alıp daha önce evrenin kurallarına uyarak kazandığı alışkanları ve kendisine verilen kabiliyeti kullanarak boya ile beraber tuvale sürmesi neticesinde yaratılan resmi o sanatkarın ‘kreasyonu’ yani ‘yaratığı’ deniyor. Sanki sanat eserini yaratanmış gibi algılanıyor. Eğer o, sanat eserinin yaratanı olsaydı, daha önce tecrübelere girişmeye, fırçaya, boyaya ve tuvale ihtiyacı olmadan sanat eserinin varlığını dileyip yaratması gerekmez miydi? Fakat böyle bir gözlemimiz kesinlikle yoktur. Sanatkarımıza, ‘sen düzene uyarak sana verilen kabiliyetini geliştirdin, tebriği hak ettin, karşılığını da alıyorsun, fakat ben yarattım demeye hakkın yok. Sanat eserinin üzerine imzanı at ve de ki, Bu eserin yaratılması için ben Yaratıcıya müracaat ettim. Bana emeğimin karşılığını verin, fakat teşekkürünüzü, düzeni kurana, beni bu kabiliyet ile ve bu kabiliyeti geliştirme tercihi yapan irademi yaratana teşekkür edin’ demeliyiz.”
“İnsanların yaptığı işlerde dikkat edilmesi gereken bu gerçeği, aynı şekilde mesela ‘teknoloji ürünleri’ için de uygulamalıyız. Teknoloji ürünleri dediğimiz, buzdolabı, çamaşır makinesi, telefon, bilgisayar gibi ürünler de insanların iradelerini kainatın düzenine uyarak kullanmaları sonucunda yapılıyor. Dolaysıyla bunları yapanların da, bu düzeni kuran Yaratıcıya müracaat edip, ‘Senin bu yaratma düzeni ile bana verdiğin imkanlara uydum ve Sen de sonucu yarattın. Ben de bu sonuçtan faydalanıp Sana teşekkür etmeliyim’ demeleri gerekir. Eğer onlardan bazıları ‘bilim adamları olarak biz bu ürünlerin varlık nedeniyiz, bize ve bilime teşekkür etmeniz lazım’ derlerse, çok yanlış bir iddiada bulunuyorlar demektir. Ancak onların ‘Ben bu ürünün yaratılması için gerekli düzeni araştırdım, buldum ve bana benim emeğimin karşılığı olan şu miktar parayı ödemelisin. Fakat bize bu imkanı veren ve tüm kainat çapında tutarlılığı olan düzenin Yaratıcısına, yani kainatın Yaratıcısına teşekkür edin’ demeleri gerekmez mi? Onlardan bazıları böyle bir tavır ile bizim karşımıza çıkmazlarsa bile biz bu gerçeği bilenler olarak Allah’a teşekkür edeceğiz teknoloji ürünleri için. Fakat bu ürünlerin varlık alemine getirilmesi için ‘dua eden’ bilim adamlarına ve üretiminde çalışan kişilere de emeklerinin karşılığı olan ücretlerini vererek teşekkür edeceğiz. Bilim adamları, mühendisler, işçiler para ister; Yaratıcı yalnızca teşekkür bekler, tanınmak bekler, arasındaki büyük farkı da gözümüzden kaçırmayacağız. Para yalnız bu dünyada geçer, Yaratana teşekkür hem ruhumuza güven verir, ‘böyle bir Yaratıcım var benim’ diye ve hem de bu dünyanın yaratılış maksadı olan ahiret için hazırlanmamıza katkı sağlar.”
Allah razı olsun.