Ha-mim’de, geçtiğimiz hafta sonu yapılan (05. 11. 2023) Lahikalar dersinde, Kastamonu Lahikası’ndan 18. Mektup okunup müzakere edildi. Mektup, “Manevi bir ihtarla iki ince meseleyi size yazıyorum” diye başlıyor. İlk mesele ile ilgili olarak, “Geçen sene Ramazan-ı şerifte Ehl-i sünnetin selamet ve necatı için pek çok dua edildiği halde şimdilik aşikare kabulünün görünmemesinin iki sebebi olduğuna işaret edip ilkini açıklıyor, ikinci sebep için “yazmaya izin olmadığı için yazılmadı” kaydını düşüyor. İkinci mesele ile ilgili olarak ise “ahir zaman hadiseleri hakkında rivayetlere dair yapılan tevillerin vakıalara mutabık çıktığı halde ehl-i ilim ve ehl-i imanın bunları bilmemeleri ve görmemelerinin hikmetine dair yazmak istediğini, fakat “birkaç sayfa yazınca perdenin kapandığını” belirtip bu vesile ile, vaktiyle çevresindeki insanlara “istikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum” şeklinde beyanlarda bulunduğunu belirtiyor, zaman içinde bu umut ya da duasının ne anlama geldiğine dair değişen ya da gelişen düşüncelerini paylaşıyor. Bu nûrun önceden tahmin ettiği şekilde siyaset dairesinde olmayıp “tahkiki iman hizmetine odaklanan Risale-i Nur” olduğunu dile getiriyor. Derste gerek birinci mesele gerekse ikinci mesele ile ilgili olarak verimli, istifadeli müzakereler paylaşıldı. Ben bunları ilgili video kaydına havale edip (https://www.youtube.com/watch?v=o1_xKFeJh7k) Mektup’un aşağıya alıntıladığım kısmı ile ilgili olarak yapılan müzakerelere değinmek istiyorum:
“Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslam hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur…” (Kastamonu Lahikası, İstanbul 2020, s. 27).
Derste hem moderatör hem söz alan katılımcılar İslam dünyasındaki siyasi ve sosyal sorunların temelde iman zaafından kaynaklandığını, Risale-i Nur’un da tahkiki iman eğitimi veren bir kaynak olduğunu dile getirdiler. Metindeki “sizin hakkınızda” kaydının Anadolu coğrafyası, “alem-i İslam” kaydının ise bütün Müslüman coğrafya olduğuna değinildi. Bir müzakereci, “Risale-i Nurun verdiği tahkiki iman dersine Anadolu coğrafyası kadar İslam dünyasının da ihtiyacı olduğunu, aynı problem bugün de devam ettiği için herkesin Risale-i Nur’un “tahkiki iman eğitimi programına” dünden daha çok muhtaciyeti bulunduğunu paylaştı. Ardından, “Bakıldığında, tahkiki imana sadece Müslümanların değil, bütün insanların ihtiyacı olduğu görülüyor, müellif niçin burada ‘sizin hakkınızda ve iman cihetiyle alem-i İslam hakkında’ kaydını koymakla iktifa etti de bütün insanlığa demedi?” şeklinde bir soruyu gündeme getirdi. Bunun üzerine bir müzakereci şunları ifade etti: “Bence bu ifadelerin zımnında ‘insanlık alemi’ de var. Zira ‘ümmet-i davet’ olarak tüm insanlık İslam’ın yani Kur’an hakikatlerinin muhatabıdır. Kur’an ‘kâffeten linnâs’ yani bütün insanlara seslendiğine göre onun mesajlarını kainat ve insanî özellikler üzerinden temellendiren Risale-i Nur da tüm insanlığa seslenmekte olup, insanların temel insanî ihtiyaçları için reçetedir. Yalnız bu reçeteyi sunarken zaman, şartlar ve muhatapları dikkate alan bir usul ve üslup kullanılması gerektiğinde şüphe yoktur.”
Başka bir müzakereci söz alarak -sonradan bazı eklemelerle- şunları söyledi: “Söz buraya gelmişken şahsî tecrübeme dayanan bir gözlemimi paylaşmak istiyorum. Genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse, Müslümanlar zaten namazın, orucun, zekatın… İslam dininde yapılması gereken ibadetler olduğunu biliyorlar. Bunları ifa etmemelerinin sebebi iman zaafı. Yani imansızlıktan değil de imandaki zaaftan kaynaklanıyor ihmaller. Yeterli gücü, yeterli enerjiyi bulamıyorlar ‘mutlaka bunları uygulamaya koymalıyız’ diye. Bu, İslam aleminin gerçeği! Risale-i Nur’un ilk muhatapları da Müslümanlar. Bunun için Risale- Nur iman-ı tahkikî dersi verirken muhatapları, muhatapların dünyasını, onların kavramlarını dikkate alarak konuşuyor. Muhataplar zaten bu kavramlara aşinadır, alışıktır diye o kavramları kullanıyor. Dolayısıyla İslam dairesinde bulunan insanlar Risale-i Nur’u okurken yabancılık hissetmezler. ‘Sen zaten Allah’ın ilmini, iradesini, kudretini biliyorsun, bunları kainatı gözlemleyerek tahkiki olarak anla, kavra’ diyerek onları donatır, donatıyor.”
“Peki, gayr-ı Müslimler için durum nedir? Benim dikkatimi çeken şudur: Gayr-ı Müslimler yani Müslüman olmayanlar gelip de, ‘İslam diye bir din var, bu dinin iman esasları nedir, bunlar akla yatkın mıdır?’ diye soru sormuyorlar. En azından ben böyle diyen bir kimse ile karşılaşmadım. Genellikle bu insanlar, ‘İslam diye bir din varmış, bu dinde günde beş defa ibadet etmek gerekiyormuş vs.’ diyorlar. En çok tuhaflarına giden bir cümle de ‘Allah rızasını kazanmak gerekiyormuş’ ifadesi. Bu ifadeden yola çıkarak, ‘Aman Yaratıcıyı kızdırmamak lazım imiş, Onu kızdıracak bir şey yapmamak lazımmış, eğer O kızarsa mahvedermiş…’ vs. Bu gibi ifadeler zihinlerine hiç yatmıyor. Hele hele bayanların ‘tesettür’ünü hiç anlayamıyorlar. ‘Efendim, İslam’da bazı şeyler yenilirmiş, bazı şeyler yenilmezmiş, yok bir erkeğin kız arkadaşı veya bir kızın erkek arkadaşı olmazmış…’ vs. diye bunları yani İslam’ın pratik yönlerini benimseyemiyor, şikayet ediyorlar. Bu tür uygulamaların kendileri için cazip gelmediğini belirtiyorlar. Ama İslam, Hıristiyanlığa karşı alternatif olduğu için seviyorlar. Çünkü Hıristiyanlıktaki teslis kafalarına hiç mi hiç yatmıyor”
“İslam’la ilgilenenler daha çok Hıristiyanlığı reddetmiş insanlardan oluşuyor. Bir de bunların bir başka özelliği siyasi otoriteyi reddetmiş olmaları. Siyasi otoritenin perde arkasında hangi entrikalara dayandığını biliyorlar ve sempati beslemiyorlar. Ben İslam’la ilgilenenler arasında siyasi otoriteyi kabul eden kimselerle karşılaşmadım. Bunlar siyasi otoritenin numaralarını, kandırmalarını biliyorlar ve bilinçli olarak bu tür politikaların uzağında duruyorlar. Tabii siyasi otoriteyi reddetme söz konusu olunca vatanperverlik, milliyetçilik vs. devre dışı kalıyor. Değilse siyasi otoriteye karşı isyan ediyor değiller genellikle. Azınlıkta da olsa bazıları böyle bir kin ile özellikle son zamanlarda, Batı dünyasındaki siyasi otoritenin olumsuzladığı ve kendine düşman edindiği bir din olduğu için İslam’ı alternatif olarak görüp bu dini benimseyerek siyasi otoriteden intikam almak istiyorlar. Bunlar genellikle aşağılık duygusundan dolayı içinde Batı dünyasına karşı beslediğini kini tatmin etmek için oluşturulan gruplara katılıyorlar. Dine gelince, bu insanlar -az önce ifade ettiğim gibi- nasıl yorumlanırsa yorumlansın Hıristiyanlıktaki teslisi asla kabul etmiyorlar, kabul edemiyorlar. Oradan ümitlerini kesince İslam’la ilgileniyorlar. Fakat karşılarına hemen bizim ‘amel’ dediğimiz pratikler çıkıyor veya çıkarılıyor. ‘Erkek isen kız arkadaşın olmayacak, kız isen erkek arkadaşın olmayacak, bayanlar tesettüre girecek, günde beş vakit namaz kılınacak vs.’ İşte o zaman orada çakılıp kalıyorlar. Yani bütün mesele İslamî pratiklerin onlar tarafından kabul edilememesinde düğümleniyor.”
“Bu iki grubun yani ibadetlerinde tembellik yapan Müslüman toplumun fertlerinin ve de İslam’a haklı nedenlerden dolayı ilgi duyanların dertlerinin çaresi olarak ben İslamî ibadetleri itikadî tabana oturtarak anlamak, açıklamak ve sunmak olduğunu düşünüyorum. Eğer namazı Yaratıcının bu evrende gördüğümüz sonsuz gücüne, sanatına, eserlerine karşı bir hayranlık ve takdir; ayrıca Onun bizlere verdiği ve vermeye devam ettiği sayısız nimetlerine karşı insanî bir teşekkür olarak anlar ve sunarsak, bırakalım insanların namazı bir yük gibi görmesini veya yapmazsa cezalandırılacağı korkusuyla yapmak zorunda olduğu bir çeşit ‘devlete vergi ödeme’ gibi düşünmesini- büyük istek ve coşkuyla eda etmek isterler namazı diye akla geliyor. Orucu itikadi bir temele oturtarak onun Yaratıcıyı tanımanın ve Ona karşı saygının, verdiği yiyecek ve içecekler gibi sayılamayacak ikramlarına karşı teşekkürün insanî bir tezahürü olarak anlar ve açıklarsak kimse böyle bir pratiğe takılmaz. Aynı şekilde mesela tesettürün Allah’ın ‘nadide bir çiçek gibi yarattığı bedene’ yönelik, onun zarafetine uygun şekilde Yaratıcısı olan Rabbe karşı saygı ve takdirin bir gereği olduğunu düşünmek insan fıtratı için hiç de yadırganacak bir durum değildir. Kısacası ibadetlerin insanın Yaratıcısı ile -tabir caizse- buluşması, Onunla duygularını paylaşması, ihtiyaçlarını Ona arz etmesi, ebedi beklenti ve arzularını karşılama duasında bulunması… şeklinde olduğunu anlayınca hiçbir problem kalmıyor. O halde bütün mesele gayr-ı Müslimlere dinî amelleri -fıkhî kurallarıyla değil de- itikadî tabana oturtarak sunabilmek! Bu gerçekleştiğinde insanlar -deyim yerindeyse- su gibi eriyorlar. Fakat böyle bir takdimde bulunabilmek için dil ve üslubu da ona göre ayarlamak gerekiyor.”
Ardından başka bir müzakereci söz alarak şunları söyledi: “Az önceki müzakerede dile getirilen husus gayr-ı Müslimler için olduğu gibi Müslümanlar için de çok önemli. Gayr-ı Müslim kimseler ibadetlere takılıyor, zahiri haliyle anlamada zorluk çekiyor ve tereddüt yaşıyorlar. Müslümanlar arasında da bazı çevreler, özellikle eğitim düzeyi yüksek bazı kimseler İslam’ın hukukî hükümlerine takılıyorlar. Mesela ‘mirasta niçin kadın erkeğin aldığı hissenin yarısını alsın’ diyorlar, yahut ‘niçin şahitlikte iki kadın bir erkeğin yerini tutabilir?’ diyorlar. Ya da ceza hukuku ile ilgili olarak hırssızlık yapanın niye eli kesilsin’ diyorlar vs. ‘İtikadî tabana oturtma’ ameliyesini muhakkak surette İslam’ın bu tür hukuki düzenlemeleriyle alakalı olarak da kurmak daha doğrusu görmek ve anlayıp açıklamak gerekiyor. İslam’ın gerek ibadetler gerekse ‘muamelât’ diye anılan hükümleri; kainatı ve insanı yaratan Rab’den geldiğine göre, O da yine kainatın ve insan fıtratının şahitlik ettiği üzere adaletli, hikmetli merhametli… olduğuna göre -tarif gereği- bunların adalet, rahmet ve hikmet boyutlarının bulunduğunu görmek, bilmek ve ondan sonra başkalarına bildirmek gerekiyor. Önce başkalarına bildirme niyetinde olan kişilerin bizzat kendilerini ikna etmeleri gerekir ki duygularına, mantığına uygun gelen sonuçlarını diğer insanların da duygularına ve mantığa uygun gelebilecek şekilde aktarabilsin, paylaşabilsin. Ne var ki bu alandaki çalışmalar yok denecek kadar az ve sınırlı.”
Klasik kaynaklarda amelî hükümlerin “hikmet-i teşriiyyesi”nden söz eden yaklaşımlar olduğunu biliyoruz. Hikmet-i teşriiye deyince de genellikle hükümlerin insan sağlığına ve toplum yararına olan yönleri dile getiriliyor. Hikmetini göstererek yapılan açıklamalara inançsızlar tarafından ciddi itirazlar gelebilir ve geliyor. Mesela şu tür sözler söylenebiliyor: “Hikmetinden dolayı yapacaksam niçin benim dine ihtiyacım olsun ki, ben hikmeti kendim bulabilirim? Zaten benim insaniyetimde faydalı olanların gerekliliği veya zararlı olduğu için kaçınılması gerekiyorsa kaçınmak gerektiğini ben kendim de biliyorum, ayrıca dinin bana bildirmesine ihtiyacım yok. Demek ki din, kendi duygularını değerlendiremeyen cahil insanlar için olabilir. Eğer onlar eğitilirlerse onlar da dinin nasihatlerine ihtiyaç hissetmezler. Ayrıca bazı dinî kuralların hikmetini mutlaka peygamberlerin hayatını taklit ile gerçekleşmesine gerek var mı? Ne hikmeti olacak ki, eğer inanıyorsan namazını onun kıldığı gibi kılmaya, mesela yoga yaparak da tanrı ile ilişkini kurarsın eğer istersen” vb. Oysa itikat esasları da ibadet niyetiyle yapılan her amelin hikmetinden dolayı değil, yani imanın gereğinden dolayı yapılmasını zorunlu kılar. Hikmetinden dolayı yapılan bir ibadet, ibadet değil, menfaat ilişkisidir. ‘Faydalı olduğu için yapıyorum veya zararlı olduğu için yapmıyor, sakınıyorum’ şeklindeki tavır insanı Rabbiyle baş başa değil kendi çıkarı ile baş başa bırakır. İşte derste gündeme getirilen “hükümleri itikadî bir tabana oturtmak” tabiri daha ilginç ve daha kapsayıcı bir yaklaşım olarak görünüyor. Bütün mesele galiba, herkesten evvel kendi adımıza bunları görmeye ve anlamaya çalışmak, amelî hayatımızı bu bakış açısıyla inşa etmek! Allah razı olsun.