Maun suresi nübüvvetin ikinci yılının (611) başlarında nazil oldu. Maun, kelime manası olarak küçücük bir yardım veya nezaket anlamına gelir. Bu suredeki ayetler imanın temellerini tesis ediyor. O zamanki ibadetler bugün anladığımız türden ritüeller biçiminde değildi. O yıllarda bugünkü şekliyle belirli vakitlerde namaz kılmak söz konusu değildi. Ayrıca bugünkü anladığımız biçimde bir din kavramı da yoktu. Buna ilaveten bugünkü anlaşıldığı haliyle İslam ve Müslüman terimleri de henüz yoktu. Fakat bu surede hem salat yani namaz hem de din kavramları yer almaktadır. Bu nedenle ayetleri okurken nazil oldukları dönem ve şartları yani bağlamını dikkate alarak okumak gerekiyor. Ancak bu şekilde imanın temellerinin neye dayandırıldığı anlaşılabilir. Buradan hareketle kendi yaşadığımız şartlarda iman esaslı bir dünya görüşünü nasıl tesis edebileceğimizin yolunu arayabiliriz. Ayetlerin nüzul sırası bu esasları idrak etmemize yardımcı olur. O halde, surede geçen din kavramını bugünkü muhtevasıyla ibadet ve ritüeller biçiminde değil, insaniyetimizi geliştirme manasında bir kavram olarak anlamalıyız. Ayetler bu manada insanı din kavramını anlamaya davet ediyor.
Yaratıcının son mesajı olan Kur’an, artık insanlık tek bir medeniyeti paylaşır hale gelince insanların tümüne birden hitap eden bir rehberliğe ihtiyaç duyulması nedeniyle gönderilmiştir. Önceki mesajlar zamanla hakikatten saptırıldı ve insanların kendi yorumlarına göre değiştirilerek rehberlik edemez hale geldi. Böyle olunca vahiy aslına döndürülerek yeniden insanlara rehberlik yapacak biçimde gönderilir. Eğer bu tahrif olmasaydı yeni bir kitabın gönderilmesine de gerek kalmazdı. Farklı zaman ve mekanlarda nazil olan vahiyler, zamanla bozulan ve amacından saptırılan önceki mesajların hatalı yönlerini düzelterek aslını tasdik ve izah edici mahiyettedir. İletişimin çok fazla gelişmediği eski zamanlarda değişik toplumlara gönderilen mesajın muhatapları başka yerlerde olan bitenlerden bihaberdi. Mesaj, muhataplarının ihtiyacına göre konuşur. O nedenle, bir devirde sadece bir peygamber gelmemiştir. Farklı yerlerde, farklı insan gruplarına aynı dönemlerde çok sayıda peygamberle mesaj gönderilmiştir. Fakat bu mesajlar ve peygamberlerin hepsi öz itibariyle bugünkü Kur’an ile bildirilen kelime-i tevhidi insanlara anlatmaya çalışmıştır.
Hal böyleyken, Kur’an neden Tevrat ve Musa’ya (AS) bu kadar çok yer vermektedir? Öncelikle bu kitap ve peygamberin gönderildiği insanlar, kendilerinin diğer insanlardan üstün oldukları için mesajın kendilerine geldiğini iddia ettiler. Kendilerini özel bir konumda görerek üstünlük tasladılar. İleri sürdükleri “seçilmiş millet” kavramı insaniyete ve mesajın evrenselliğine aykırıdır. Bu sapkın anlayış, Yaratıcıyı sadece belirli insanları sevip diğerlerinden rahmetini esirger konuma getirir ki bu durum Yaratıcının mutlak adalet ve merhametini inkâr edip onu perdelemek manasına gelir. Her devir ve toplumda hakikati insanlara anlatan elçiler gönderilmiştir. Fakat bu hakikatin yaşayan bir örneği ve yazılı bir kaynağı olmadığı için zamanla her kültürde iki temel problem ortaya çıktı: Birincisi ırkçılık, ikincisi de varlığı kabul edilen Yaratıcıyla irtibat kurma biçiminde yaşanan sapmalar.
Kendilerini agnostik olarak tanımlayan kişilerin de bir Tanrı kavramı vardır. En azından, bilinemezciliği sanki kendileri için bir amaç veya Tanrı gibi sığınılacak bir yer edinmişlerdir. Allah, vahyini Kendisini tanımada ölçülerini tamamen kaybetmiş insanlara gönderir. Peygamber (SAV), Arap Yahudilerine hayranlık duyan Bedevi Araplara Allah’ın dinini tanıttığında Medineli Arap halk arasında hiçbir direniş görülmedi. Yahudilik ve Hıristiyanlık, ilahi dinler olarak biliniyordu. Medineli Yahudiler için Tevrat tek semavi kaynaktı. Kur’an ise bu kaynaktaki bozulmaları düzeltip, eksikleri tamamlayıcı mahiyette gönderilmiştir. Tevrat ve İncil semavi kaynaklar olarak ahlaki öğretileri ve bazı uygulamaların yapılış biçimini ihtiva eder. Fakat imanla ilgili meseleleri artık tüm dünyaya yayılma eğilimi gösteren insanların anlayış kapasitelerine uygun bir şekilde takdim etme özelliklerini kaybetmişlerdi. Kur’an, öncelikli olarak tevhid inancının nasıl tesis edileceğine odaklanır. Bu noktada Kur’an, iki önemli fonksiyon icra eder. Birincisi bütün kâinatı ve varlıkları var eden ve bütün özellikleri mutlak olan Tek Yaratıcıyı tanıtmak, ikincisi de önceki kitaplarda yer alan fakat zamanla tahrif edilmiş olan mesajların hakikatini açıklamak. Bu doğrultuda İslam hakikate teslimiyet, Müslüman hakikate teslim olan ve kâfir ise hakikatin üstünü örten manasına gelir.
أَرَءَيْتَ ٱلَّذِى يُكَذِّبُ بِٱلدِّينِ
107:1.” Dini yalanlayanı gördün mü?”
Din nedir? Dini kurumsal bir kavram olarak ele alamayız. Din, insanın varlığa bakma ve mana verme biçimiyle ilgili düşünme prensiplerini öğretip, bu yeni varlık anlayışına uygun kişisel ve toplumsal hayatın hangi esaslara dayandırılması gerektiğini öğreten Yaratıcının insanlığa bir rehberliğidir. Kelime kökeni olarak “deyn” (çoğulu edyan, düyun) borç manasına gelir. Borçların ödendiği yere ise “Medine” denir. Yani Medine borçların, vergilerin ödendiği yönetim merkezidir. O halde, dini yalanlamak ne demektir? Bu insanlar vergi vermeyi kabul etmiyorlar mıydı? Böyle bir mana çıkarmak Kur’an’ın gayesine uygun mudur? Borcu olduğunu inkâr etmek bu mesajın hedefiyle nasıl uyumlu olabilir? Bu ayet, borcu yalanlamanın kabul edilemez olduğunu ima ediyor. Borcu olanın borcunu ödemesi gerektiğini her insan bilir. Öyleyse bu ayet zaten bilinen bir gerçeği tekrar vurguluyor olamaz. Kur’an Hikmete aykırı konuşmaz. Onun yerine, borç ve borçlunun kendi bağlamında ve öğretmek istediği hedefe uygun yeni bir tanımını yapmalıdır. Kur’an’ın esas gayesi Yaratıcının özelliklerinin mutlak olduğunu kavratmak ve Onunla irtibat kurmanın yollarını öğretmektir. Yaratıcıyı tanımanın ve Onunla irtibat kurmanın eğitimini daha önce gönderilmiş peygamberlerin hayatlarından derlenmiş örnekleriyle birlikte insanlığın ulaştığı dönemin şartlarına uygun bir şekilde sunar.
Kur’an insana, başta kendi varlığı olmak üzere tüm varlıkların var edilmesinin şükür borcu olan sonsuz bir iyilik olduğu mesajını verir. İnsan, varlığı dolayısıyla şükür borçludur. Kendisine varlığını veren Yaratıcısını tanımak ve teşekkür etmek insan olmanın gereğidir. Hem kendi varlığındaki hem diğer varlıklardaki mükemmel nizam ve uyumluluk sonsuz teşekküre layıktır. Sadece bir anlık var olmak dahi sonsuz kudret ve hikmeti gerektirir. İnsan küçücük bir anın var edilmesiyle kendisine ve diğer varlıklara ihsan edilen iyilikleri saymakla bitiremez (Kur’an, 14:34. O, size kendisinden istediğiniz şeylerin hepsini verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür). Çünkü bunlar sonsuzdur. Öyleyse insanın bu nimetleri inkâr etmemesi (Kur’an, 55:67. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız) ve kapasitesi ölçüsünde her daim şükretmesi gerekir. Nübüvvetin ilk yıllarında nazil olan ayetler hep insanın ve diğer varlıkların nasıl var edildiklerine dikkat çekerek Yaratıcıyı tanıtma eğitimi verir. İman eğitiminden geçen insanların bir araya gelmesiyle ihtiyaç duyulan toplum kuralları ve muamelata ilişkin ayrıntılar ise nübüvvetin son yıllarında nazil olmuştur. Bu eğitim süreci, dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi bir zamanda yaşayan insanların İslam’ı nasıl öğreneceklerini ve öğrendiklerini hayatlarına nasıl yansıtacaklarını öğretir.
*Islam From Within Youtube kanalında yayınlanan “Quran-Universe Parallel Reading: Chapter Maun – Part 1 –03/27/19” başlıklı video kaydı çalışılarak hazırlanmıştır.