Ha-mim’in geçtiğimiz hafta sonu (16. 07. 2022) yapılan Şualar dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=YtPRMDP4VuY), “ehadiyet”e dair olan İkinci Şua’nın Birinci Makamının Üçüncü Meyvesinin müzakeresine devam edildi. “Zişuura ve insana bakar’” kaydı taşıyan Üçüncü Meyvede insanın insanî özelliklerine, temel duygularına işaret edilerek bu duyguların ancak “sırr-ı vahdet” yani Yaratıcının mutlakiyetine iman ile tatmin bulacağı, aksi halde bu duyguların bir şekilde insanı ciddi biçimde rahatsız edeceği, hayatı alabildiğine acılaştıracağı anlatılıyor. Bazı örneklerinin önceki haftalarda müzakere edildiği bu derste bilhassa şu iki örnek okunup üzerinde değerli tefekkürler paylaşıldı:
“Hem meselâ, insanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder. Hem meselâ, insanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlûkata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse -el’iyâzû billah! -öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenâda mahvolan hadsiz mahbuplarının ebedî firaklarıyla biçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nev’inden zahiren hissettirmiyor.” (Şualar, İstanbul 2020, s. 14-15)
Metin gerek dil gerekse içerik olarak büyük ölçüde kolay, açık ve anlaşılır görünüyor. Derste hem moderatör hem katılımcılar kendi tecrübelerine atıf yaparak konunun daha çok açılmasına ve açıklanmasına önemli katkılarda bulundular. Özetle işaret etmek gerekirse, söz gelimi merhamet, re’fet, korumak, acımak, bağrına basmak anlamına gelen “şefkat” insanın en önemli duygularından birini teşkil ediyor. Bu duygu dolayısıyla insanlar yakınlarına büyük ilgi gösteriyor, onların iyiliği için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Aynı şekilde sevmek, düşkünlük göstermek, kalbini vermek anlamına gelen “muhabbet” duygusu da insanın en aslî hislerinden birisini oluşturuyor. İnsanlar bu hisleriyle anne-baba, eş, çocuk, arkadaş, dost gibi yakınlarına karşı dayanılmaz bağlılık gösteriyorlar. Sevdiklerinden hiçbirisinin yitip gitmesini istemiyorlar. Ne var ki hayatın akışı içinde insanlar bazı yakınlarını kaybedebiliyor, söz gelimi bir anne evladını yitirebiliyor, bir hanımın beyi ölebiliyor, bir genç annesiz kalabiliyor. Eğer bir insan sorgulayarak kendisine verilen şefkat ve muhabbet duygusunun Kaynağını bulmuş, Ona bağlanmış, Onun “mutlakiyet”ini onaylamış, bu duyguları Onun kendisine niçin verdiğini anlamışsa böyle durumlarda ayakta kalabiliyor, teselli bulabiliyor ve insaniyetine uygun bir tutum sergileyebiliyor. Şayet bir kimse inanç zaafı içindeyse, bu duyguları kimin ve niçin verdiğini bilmiyorsa bu tür acılar karşısında, -metindeki ifade ile-, kalbi parça parça oluyor. Ne var ki, -yine metinde ifade olunduğu üzere-, böyle kimseler “gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nev’inden, zahiren hissettirmediği” için hayatlarını normal sürdürüyor gibi görünüyorlar.
Bir müzakereci metindeki son cümlelerle ilgili olarak söz alıp şunları söyledi: “Önemli bir pratik konu bu. Gaflet veren lehviyatlar, geçici olarak hisleri çalışamaz hale getirmeler, duyguların bir şekilde körelmesi türünden şeyler… Bu tip vesileler ile zahiren ‘hissetmiyor’ diyor. Peki gerçekten böyle insanlar zahiren hissetmiyor da bâtınen yani içten içe kıvranıyorlar mı diye sorular geliyor insanın aklına. Her ne kadar ‘bu işin temelinde zahiren hissetmemek var, bâtınen aslında hissediyorlar’ desek de, bunu insanların kendilerine, ‘aslında ıstırap çekiyorsunuz ama ıstırap çekmez sanıyorsunuz yahut çekmiyor gibi görünüyorsunuz, kendinizi aldatıyorsunuz’ diye söylesek de kabul etmiyorlar, inanmıyorlar. Neden acaba diye, biraz daha derinlemesine düşündüğümüzde, ben kendimce şöyle bir tahmin yürütüyorum: İnsan kendisi için yapmış olduğu tanıma göre beklenti içine giriyor. Mesela, bir insan, -diyelim ki-, köyde yaşıyor. Köyün ağası var; varlıklı, nüfuzlu. Orada yaşayan kişi de kendi statüsünü belirlemiş, ‘ben ağa filan değilim’ diye. Dolaysıyla ‘ağanın bir otomobili var ama ben ağa olmadığım için otomobil beklentisi içinde olamam’, diyor. Tanım gereği. Kendisini öyle tanımlıyor. Bu bakımdan araba sahibi olmamanın ıstırabını çekmiyor. Ama önemli bir pozisyonda görev yapan bir kişi olsaydı, konumunu öyle tanımlasaydı elbette bir arabası olurdu, olmadığı zaman da bunun sıkıntısını çekerdi.”
“Durum bu merkezde ise insanların kendilerini nasıl tarif ettiklerine iyi dikkat etmek gerekiyor. Eğer bir insan kendisini tamamen maddeden ibaret görüyor, maddenin tesadüfen gelişmişliğinden ibaret olarak tanımlıyorsa, -ki böyle insanlar milyonda birdir-, hayatlarını bu tanıma göre şekillendiriyor ise, böyle bir şekillendirme onu şefkatini zorlayan ve muhabbet duygusuna dokunan kayıplar karşısında çok fazla tahripkar olmayabilir. Fakat insanların çoğu kendilerini tamamen maddeden ibaret görme eğiliminde değildir. Maddenin yanında hissiyatlarının da var olduğunu kabul ediyorlar. Bunlar bizim ‘hümanist’ dediğimiz kalıplar içinde kendilerini tanımlıyorlar. Bunlar, ‘evet, duygularım var, mesela şefkat duygum var, bu duygum dolayısıyla çocuğuma olağanüstü ilgi gösteriyorum; onun her ihtiyacını karşılamaya çalışıyorum; onun iyi bir eğitim görmesi için mali imkanlarımı sonuna kadar kullanıyorum; bu durumda, bak ben vazifemi yapıyorum’ diyor. Fakat çocuğa olan şefkatini böyle bir eğilimin içine girmekle tatmin ettiğini, bu duygunun gereğini yaptığını düşünüyor.”
“Bu kişi şöyle bir tanım yapmıyor: ‘Benim insaniyetimdeki şefkat bu çocuğun ebediyen mutluluğunu istiyor…’. Neden yapmıyor? Yine tanım gereği. Tanımının içerisinde, ‘Biz bu dünyada bedenimizle ve duygularımızla varız, bize bu duyguları veren Kaynak bu duygularımızın ebedi olarak tatmin olacağı yolları göstermiş, ben de Ona uyayım’ demiyor. Niye? Çünkü kültüründe ebedi bir hayat, ikinci bir diriliş ve sonsuz bir yaşam’ yani ahiret diye bir anlayış gerekçeleri ile, insaniyetine uygun şekilde takdim edilmemiş. Kültürde belki ahiret diye bir inanç var. Ama sorgulamamış. Sorgulamadığı için gerekçeleriyle birlikte, emin olacağı tarzda bir inanca ulaşmamış yahut ulaşamamış. Tamam, içine doğduğu kültürde var ama herkes içine doğduğu kültürle yüzleşiyor mu? Neresi doğru, neresi yanlış diyen ne kadar kişi var? Evet, bütün kültürü çöpe atamadığımız gibi bütününü de içimize dolduramayız. Sorgulamalıyız. Çünkü insanda sorgulama duygusu var. Kendimizi şartlandırmadan, insani duygularımızla analizini yapmamız lazım. İnsanların çoğu bu sorgulamayı yapıyorlar mu? Yapmıyorlar. Bu odadaki arkadaşlar yaparlar mı, yaparlar; yapıyor olmaları lazım. Yapmazlarsa büyük bir kayba girerler. Ama muhakkak yapıyorlardır. Yapmayanlar zaten bu odaya gelmezler. Çünkü burada sık sık ‘taklit dini reddedilir’ vs. diyoruz. Hatta bazen ifrat ifadeler kullanarak ‘taklide dayalı iman falan olmaz’ diyoruz. Hangi anlamda? ‘Aman dikkat edelim’ anlamında. Yoksa başkalarının imanını yargılamak ve hüküm vermek için değil. Bu kimin haddine, bizim işimiz değil; biz kendimizden sorumluyuz.”
“Burada bütün mesele önce kendimizi eğitmemizdir. Kolaycı bir tavırla, ‘Efendim ateistlere karşı ne yapmalıyız?’ diye lafa atılmanın anlamı yok. Ateistlere karşı bir şeyler yapmak için bayağı hazırlıklardan geçmiş olmamız lazım. Ama hiç mi bir şey yapmayacağız? Şu farka dikkat etmeliyiz: Ateist denilen insanların hepsi aynı değil. Ben bilinçli olanları kastediyorum. Oraya abone olmuş, orayı doğru bulmuş mukallitleri değil. Bilinçli ateistlerin sayısı çok azdır ve şartlanmış insanlardır, onlarla uğraşmanın da pek bir anlamı yok kanaatimce, dinlemezler. Ama onların rüzgarına kapılmış olan büyük bir kitle bizim burada alacağımız eğitimin hedef kitlesi olması lazım. Yani bunlar masum insanlardır. Bizim açımızdan masum insanlardır. İç dünyalarını bilemeyiz. Bunlar bir rüzgara kapılmışlar, modaya uymuşlar, dinin yanlış takdim edilmesi karşısında dine tepkili yaklaşıyorlar. Bir defa bunun haklı olduğunu itiraf etmemiz lazım. Bunun haklı olduğunu itiraf etmezsek bir adım ileriye gidemeyiz. Din, çok yanlış bir şekilde takdim edildiği için reddetmek insaniyetin gereğidir. Bunu kabul etmemiz lazım.”
“Esas olan sorgulayan kesimdir. Biz ona göre konuşalım. Sorgulayan kesim duygusunu inkar etmiyor. Ama duygusunun ebedi tatmin olma yönünü tanımlayarak reddediyor. Nasıl tanımlayarak? ‘Bu hayat bir gün bitecek, o halde ben ölünceye kadar huzur içinde yaşamamın yollarını bulmak konumunda olan bir varlığım’ diyor. Böyle tanımlıyor, görebildiğim kadarıyla. İşte ben buna dikkat çekmek istiyorum. Tanımlarımıza göre beklentilerimizi belirliyoruz. Ebedi hayat denildiğinde, ‘ben bilmiyorum, insanlar ölüp gidiyor, ölenler de çürüyor, din var diyor ama tam da emin olamıyorum’ diyor. Çünkü bu insanlara ebediyeti delilleriyle anlatan yok. ‘Şöyle deliller var, Kur’an’ın rehberliğinde şöyle kanıtlar sıralanıyor’ diye bir açıklama yapılmıyor. Bu tür şeyleri söyleyenler varsa da bunlar Risale-i Nur’u okuyan kimselerdir. Ama kaç kişi bu kaynaklara muhatap olabiliyor, oran olarak? Yüz binde bir. Çok sınırlı. Bunları itiraf etmemiz lazım. Toplumda çoğunlukta olan büyük kitlelere, hafif sorgulayan kimselere, -sorgulamayanlara kimse bir şey yapamaz, ama sorgulayan azımsanamayacak bir kitle de geliyor, bu kitle kartopu gibi büyüyor-, buna karşı ne yapılacak sorusu bizim derdimiz olmalı.”
“Evet, herkes çocuğuna şefkat ediyor. Dine karşı mesafeli olduğunu bildiğimiz insanlar da şefkat ediyor. Hangi dinsiz çocuğunu sokağa atıyor, bana ne, bununla kim uğraşacak diye? Hatta onlar daha fazla itina gösteriyorlar çocuklarına. Çünkü bu fıtratın gereğidir. Ama onların tanımlarında fıtratın içinde olan ‘ebediyet’ yönünü ihmal ettiklerini bilmemiz lazım. ‘Ebediyen tatmin olmak istiyorum’ yerine ‘Ben güzel bir evlat yetiştirmekle sorumluyum’ diyor. Neden? ‘Duygum böyle gerektiriyor’ diyor, ‘ben böyleyim’ diyor, ‘insanın doğası bu’ diyor; insan böyle yaratılmıştır demese bile. Doğası dediği şeyin bir yönü fıtrata uygun geliyor, onun içerisinde bu. Çünkü insanın yaratılışında, -şimdi bizim dilimizi kullanıyoruz-, çocuklarına şefkat etmek var, biz böyle yaratılmışız. ‘Ben bu şefkati uygulayacağım’ diyor.”
“İnanan ile inanmayı beceremeyen, -deliller ile anlatılmadığı için beceremeyen-, arasındaki farkın birisi, inanan şefkatin ebediyet boyutunu kabul ederek bu dünyada görevini yapıyor, artı ebediyet kısmını Yaratıcısından bekliyor. Delilsizlikten dolayı inanmayan yahut inanamayanlar ise ebediyet boyutunu ya soru işareti olarak bırakıyor, dolayısıyla agnostik takılıyor, ya da ‘varsa bile, bak ben görevimi yapıyorum’ diyor. Kendi tanımı içinde şöyle diyor: ‘Ben çocuğuma bakıyorum, sokağa atmadım, çocuğumun geleceği için mali hazırlıklar da yapıyorum, daha ne istersin?’ Fakat insanın insani yönü, ebediyeti isteyen yönü tanıtılmadığı için ‘dindarlar cennete gidecek, inanmayanlar cehenneme gidecek’ diye bir genelleme ile karşılaşınca, o genellemenin dindarlığın hamaseti olduğunu düşünüyor, ‘böyle konuşarak kendilerini avutuyorlar’ diyor. Çünkü ahiretin varlığı insanlara delilleri ile sunulmadı bu toplumda; bin yıldır sunulmadı. ‘Ahiret niye var’ diye kayda değer bir kitap bulamazsınız. En son, Allah’ın bir ihsanı olarak Risale-i Nur can simidi gibi yetişti de küçük bir grup insan bunu delilleri ile okuma ve öğrenme imkanı buldular. Tekrar ana konuya dönersem, sonuç olarak insanlar kendileri için bir tanım yaptığı ve beklentilerini bu tanıma oturttuğu için ebedi bir hayata inanmayan yahut inanamayan kimseler sevdiklerini kaybetmeleri karşısında büyük yıkım yaşamıyor, tıpkı tanımı öyle yapan köylünün arabasızlıktan rahatsızlık duymaması gibi. Bilmem anlatabildim mi?”
Ana konuyla birlikte dolaylı olarak başka önemli tespitlere ve sorumluluklara değinen bu müzakere, ‘İnsanların varlık ve hayatı tanımlarken hangi ölçü ve kriterlere göre tanımladığı’ sorusuna verilen cevap üzerinden bir miktar daha devam ediyor. Bu müzakerede altı çizilen temel yaklaşımı dersten sonra düşündüğümde, şu rivayeti hatırladım: “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle haşrolunursunuz” (İbn Ebî Cumhur el-Ahsâî, Avâli’l-leâlî, IV, 72; ayrıca bk. Münâvî, Feyzü’l-kadîr, V, 663). Allah razı olsun.