Ha-mim’de geçtiğimiz hafta sonu (02. 04. 2022) yapılan Risale dersinde (https://www.youtube.com/watch?v=Yxmt2O66sfM), İkinci Şua’nın Birinci Makamı okunmaya ve müzakere edilmeye başlandı. Metin şöyle başlıyor:
“Tevhid ve vahdette cemâl-i ilahî ve kemâl-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet, hadsiz cemâl ve kemâl-i ilahîye ve nihayetsiz mehâsin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsız ihsânât ve baha-i Rahmanî ve gayetsiz kemâl ve cemâl-i Samedanî ancak vahdet ayinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyyâtın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.”
Metin bu girişten sonra konuyu iki somut örnek üzerinden açıklıyor. Derste gerek giriş niteliğindeki bu paragraf gerekse metinde verilen ilk örnek üzerinde çok değerli müzakereler ortaya konuldu. Ben tümünü ilgili kayıtlara havale ederek, bunlardan bir kısmına değinmek istiyorum. İlk söz alan bir müzakereci şunları dile getirdi: “Metne bakınca cümledeki ikili ifadeler bana dikkat çekici geldi. ‘Hadsiz cemâl ve kemâlât-ı ilahiye’, ardından ‘nihayetsiz mehâsin ve husn-ü Rabbânî’, ardından ‘hesapsız ihsânât ve baha-i Rahmânî’ ifadeleri. Bu ikili anlatımların ilki benim doğrudan müşahedeme açık olan boyut, ikincisi ise sorgulama sonrası ulaşmam gereken sonuç gibi görünüyor. Yani ben etrafıma baktığımda ‘cemâl’i görüyorum, her şey çok güzel, her şeyde açık bir güzellik var diyorum sonra bu güzelliğin kaynağını sorguladığımda, eşyanın kendisinin yahut çevresinin bu güzelliğe kaynaklık yapacak durumda olmadığını anlıyor, dolayısıyla gördüğüm güzelliğin kainat cinsinden olmayan bir kaynağa yani Allah’a ait olduğu sonucuna ulaşıyorum. Aynı şekilde varlıklardaki ‘nihayetsiz mehâsin’i görüyor, sorgulama sonrasında bunun ‘husn-ü Rabbanî’ olduğunu, keza ‘hesapsız ihsanâtı’ fark ediyor, bunun ‘baha-i Rahmânî’ olduğunu teslim ve tasdik ediyorum.”
Diğer bir müzakereci şunu dile getirdi: “Benim paylaşmak istediğim husus metnin son cümlesinde geçen, ‘…cüz’iyyâtın simalarında temerküz eden cilve-i esma…” ifadesi. Çoğumuz biliriz ki bir ekol, özellikle Yunan felsefesinden etkilenmiş bir ekol, onların değerleriyle kainata bakmaktan kendilerini alamadığı için kainatı bir bütün halinde değerlendirmiş, kainatın küçücük parçacıklarını dikkatten uzak tutmuştur. Bu ekoldeki insanları gayretleri dolayısıyla elbette takdir etmek lazım ama eksikliğini, yetersizliğini veya yanlışlığını da belirtmek lazım. Mesele şu: Cüz’îlerdeki güzellikleri okuma, anlama teşebbüsüne girmez isek o zaman bizim kainatın bütünlüğüne bakıp ‘bu güzellik Allah’ın yaratmasından kaynaklanıyor’ diye ifade etmemizin pek anlamı olmuyor. Yani o genel hükümden sonra kainattaki cüz’îlere, parçalara bakmazsam güdük kalıyor. Benim hayatımın anlık tecrübelerine yansımıyor. ‘Kainatı Allah yarattı ama canım ben de şu işi yaptım’ diyebiliyorum. Oysa asıl bundan sonra parçalara bakıp oradaki özellikleri görmek ve kaynağını sorgulamak gerekiyor.”
“Mesela kendimize baktığımızda ‘Benim bedenimi Allah yarattı’ demek kolay bir aşamadır. Gerçi bunu söylemeyenler de var, inat edenler de var ama bunun söylenmesi yeterli değildir. Evet, bunu söyleyerek ilk adımı atıyoruz, kapıyı açıyoruz ama içeriye girmiyoruz. İçeriye girmek demek, onun cüz’iyyâtını incelemek demektir. Metindeki ‘şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyyât’ ifadesinden maksat, ‘kainat yaratılmış da sonunda cüz’iyyât gelecek’ demek değildir. Mesela herkes kendi yaratılışının bir analizini yapacak olursa, bedenimiz bir bütün; başımız, elimiz, ayağımız, o bütünün parçası. Elimiz deyince kolumuz, parmağımız, tırnağımız onun parçası. Dış organlarımızdan yavaş yavaş iç organlarımıza geliyoruz. Midemiz, böbreğimiz, kalbimiz, ciğerimiz… bedenimizin cüz’iyyâtı. Her bir organımızın hücresi var. Her bir hücrede, her an gerçekleşen harikulade fiiller var… Peki benim hücremin içerisinde her an gerçekleşen harikulade fiillerin varlık kaynağı ne olabilir? Bunu sorgulamam gerekiyor.”
“Toptancılığa girmeden, bütündeki cüz’îleri düşünebilmem lazım. Belki hücreyi vs. düşünemeyebilirim ama yapabildiğim ölçüde dikkatimi küçük parçalara yoğunlaştırmam lazım. ‘Allah kainatı çok güzel yarattı’ demek toptancı bir bakış. Bir arkadaş bahsetti, bahar geliyor diye. Bahçesindeki bir ağacın çiçek açtığından söz etti. Şimdi ‘baharı yaratan’ demek ayrıdır, ‘tek bir güzel çiçeği yaratan kimdir’ deyip de üzerinde tefekkür etmek ayrıdır. İkincisi benim pratik hayatım açısından daha tutarlıdır. Benim sevgi bağım o bir tek çiçekteki güzellik ile nasıl oluyor da kuruluyor? Eğer ben ‘baharı Allah yarattı’ der, bununla yetinirsem arkasından çiçeği ben severim derim, onun güzel oluşunun kıymeti genel bir tablo içinde kaybolur. Dolayısıyla benim için Yaratıcıyı o parçaların her birinde tecelli ettirdiği özellikleriyle tanımadığım için, benim günlük hayatımda Yaratıcım ile baş başa bir ilişki içinde olmam mümkün olmaz. Ben ‘Allah yarattı’ diye kabul etmeme rağmen, mesela duygularımı, insani özelliklerimi kullanıp da bir teşebbüste bulunduğumda ‘bu benim başarım’ diyebilirim.”
“İşte en büyük kaybımızı özetle şöyle söylüyoruz. Huzûr-u ilahide daimî bulunabilmenin yolu yaratılış ağacındaki cüz’iyyâtta saklıdır. Orada temerküz etmiş olan esma-i ilahinin tecellisindedir. O zaman bir çiçek görüp de sevdiğim zaman yahut bir kaşık yemekten tat aldığım zaman, ‘İşte bu güzelliğin, bu lezzetin yaratıcısı ancak diğer elemanları, beni, bendeki lezzet duygusunu, bendeki lezzet duygusunun verdiği sevinç duygusunu yaratan benim Rabbim’dir’ sonucuna ulaşabilirim. Bu açıdan cüz’iyyât çok önemlidir. Küllden cüz’e gitmenin çok fazla bir değeri yok. Cüz’iyyâtı daima göz önünde bulundurmak gerekiyor.”
Başka bir müzakereci şunu ekledi: “Önceki müzakerede cüz’yyâtı tefekkür etmenin önemi ile ilgili olarak dile getirilen hususlardan çok istifade ettim. Bu vesile ile zihnimden bugün itibariyle ilkini tuttuğumuz oruç vesilesiyle Resulullah’ın (asm) iftar açarken söylediği bir sözü hatırladım. Mealen buyuruyor ki, ‘Allah’ım! Senin için oruç tuttum, senin verdiğin rızıkla orucu açıyorum’. Her halde bunu söylerken ya elinde bir bardak su veya bir hurma tanesi vardır. Resulullah (asm) bir bardak su yahut bir adet hurmada yani cüz’iyyâtta Onun rezzâkiyetini görüyor.”
İlk müzakereci tekrar söz alarak şunları ilave etti: “Az önce sözünü ettiğim ekol mensupları ‘Allah cüz’iyyâtı bilmez’ dediler. Belli ki bu genel bir Allah inancına ulaşmakla yetinmek ve cüz’iyyâttaki özelliklere odaklanmamak, bu özelliklerin kaynağını sorgulayamamaktan ileri geliyor. Böyle bir anlayış söz konusu ekolün düşünce sistemine de yansımış ve pek çok noktada tıkanıp kamalarına yol açmış diye görünüyor. Cüz’iyyâttaki tecelliyi görmeyen aynı kişiler, mesela ‘ben kendi yaptığım işin failiyim’ demek durumunda kaldılar. Onları böyle söylemeye iten sebep cüz’iyyâttaki tecelliye dikkat etmemek diye anlaşılıyor. Yine mesela, bu ekoldeki kişilerden bazıları insanın kendi düşüncesinin hakikati bulmada yeterli olduğunu fakat bu özelliğini kullanmaktan aciz olan kimselerin ancak vahye ihtiyacı olduğunu iddia ettiler. Bu yaklaşımın da sebebi de aynı. Yani düşüncenin kaynağı benim demeye geliyor bu. Onu yaratıcıya veremiyor. Yaratıcıya veremeyince kendine pay çıkarıyor ve böyle yanlışa düşüyor.”
“Onun için, diyebiliriz ki bizim ‘Allah’ın huzûrunda her daim yaşama’ haline ulaşmamız kainatın tümüyle kurduğumuz ilişkiye bağlı olarak gerçekleşmiyor. Allah’a inanıyorum demekle yetiniliyor. Bu da üzerinde tartışılacak bir konu. Tamam inkar yok, bundan dolayı Allah’ın rahmetine mazhar olacak böyle kimseler. Ama o rahmetin inceliklerinden, cüz’iyâttaki tecellilerinden mahrum kalacaklar ahirette, cennette. Evet, Allah’a inandın da bu inancın bir işe yaraması lazım. Devam etmek gerekiyor. Ne oluyor böyle deyince? Bir şeye kızınca kafamın tası atıyor ve tepki vermeye başlıyorum. Halbuki bu duygunun kaynağı nedir? Bu duygunun kaynağına göre nasıl hareket etmeliyim gibi hususları düşünmemiş oluyoruz. Yani cüz’iyyâtı göremeyince Allah’a inandığımı söylediğim halde o inanca göre yaşamayan bir halde kalıyorum. Ki, bu büyük bir kayıptır. İnsan bin pişman olur; uyanmak lazım, iş işten geçmeden önce.”
Derste aktif olarak söz almamış olmakla beraber daha sonraki paylaşımlarında bir müzakerecinin şu notları dersin özeti gibiydi: “Varlığa/oluşa tevhid nazarıyla bakmayı evrenin parçalanamaz bir bütün olduğunu görmek olarak anlıyorum. Evrenin her bir parçası aslında bütün evrenin anlamını, özelliklerini taşıyor, ifade ediyor. O zaman evrende parça yani cüz yok. Her bir şeyin bütün özelliklerini göstermesi var. Yani bir bebeğin annesinin memesinden süt gönderilip rızık verilmesi fiili, bütün kainatı arkasına alarak o fiili yaratanı bütün kainatın yaratıcısı olarak bize tanıttığında, tevhid nazarıyla bakmak gerçekleşmiş oluyor. Huzûr-ı ilahide olmak ancak kainatın cüz’iyyâtında yani her bir andaki oluşun, bir hücrede gerçekleşen bir fiilin bütün kainata varlık vermekte olanın elinden çıktığını görmekle mümkün oluyor. Demek ki huzûr-u ilahiye ulaşmanın yolu cüz’iyyâtı okumaktan geçer. Burada kritik nokta şu: Varlığa tevhid nazarıyla bakamayınca cüz’iyyâtı kainatın yaratıcısına vermek mümkün olmuyor. Bu durumda cüz’iyyât ya çeşitli sebeplere dayandırılıyor ya da taklidi bir söylem olarak ‘Allah yaratmış’ denilip gerçekten ikna olmadan geçiştiriliyor.”
Allah razı olsun.